Bu gün Türkiye’nin içine sürüklendiği iflas tablosunun gerisinde, bu ülkenin mülk sahibi sınıfları ve devlet (ki, bu ikisi bir ve aynı şeydir, biri olmadan diğeri olamaz) tarafından yapılmış iki tercih var ve bu iki tercih de emperyalizmden bağımsız değildi… Bunlardan birincisi, ünlü 24 Ocak Kararları (1980); İkincisi de 1960’lı yıllardan başlayarak dinci gericiliğin önünün açılmasıdır. 24 Ocak Kararlarıyla alınan viraj, aslında neoliberalizmin “sahasına” girmekti. Dünya ekonomisiyle bütünleşme”, “dışa açılma”, “piyasa ekonomisini tesis etme”, vb. retoriğiyle yapılan tam bir yeniden kompradorlaşma ve dolayısıyla neoliberalizmle uyumlanma, emperyalist tekellere teslim olma tercihiydi. Türkiye ekonomisinin bu günkü durumu o tercihin doğrudan sonucudur. Komprador rejim söz konusu olduğunda, temel ekonomik ve sosyal kararlar ‘içerde değil’, ‘dışarda’ alınır ama içerde alınıyormuş gibi bir izlenim yaratmaya da özen gösterilir. Netice itibariyle dışarıyla uyumlanma esastır. Ekonomi dışardan uyarılır, yönlendirilir hale gelir. Ve ekonominin içe dönük eklemlenmesi mümkün olmaz. Dışarda esen rüzgarlara göre oradan oraya savrulur. Başka türlü söylersek, kompradorlaşma tercihi yapmak, ulusal kalkınmacılığa elveda demektir ve tabii ekonomiye dair özerk bir iddiası, planı, projesi, perspektifi olmamak demektir. Orada artık ulusal/toplumsal kaygıların esamesi okunmaz. İşte bu yüzden 1980’den beri ekonominin temeli aşınmaya devam etti.
AKP, kompradorlaşma tercihinin ve neoliberalizmin ateşli bir sürdürücüsü. İktidarı devraldığında ekonomi derin bir krize (2001) sürüklenmişti. Her dibe vuruştan sonra yükseliş işin doğası gereğidir. İkincisi, AKP’nin iktidara geldiği dönemde, dünyada akıl almaz bir finans sermayesi bolluğu vardı. Başka türlü söylersek, değersizleşme riskiyle karşı karşıya olan, dolayısıyla değerlenme arayışı içinde olan muazzam bir sermaye söz konusuydu ve borçlanmak son derece kolaydı. Bu ikisi AKP’nin işini kolaylaştırdı. Üçüncüsü de, ülkenin varı-yoğu özelleştirme adı altında yağmalandı, talan edildi, büyük sermayeye ve yeni yetme yandaşlara peşkeş çekildi. Yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakılmadı… İşte AKP’nin ‘başarı öyküsü’ bu üçü sayesindedir ve ortada başarı diye de bir şey de yoktur. Zira, sınıflı toplumda her kelimenin, her kavramın, her söylemin anlamı kimin tarafından bakıldığına göre değişir. Artık borçlanmak eskisi kadar kolay değil ve yağmalanacak, talan edilecek pek bir şey de kalmadı. Tam tersine borçların ödenme zamanı gelip-çattı… Belirli bir büyüme oranına ulaşılmadığı, büyümenin durduğu koşullarda artık borçlanmayı sürdürmek mümkün değildir. Bu da yolun sonuna gelindiği anlamına gelir.
İflasın gerisindeki ikinci tercih dinci gericiliğin önünün açılmasıdır ve dinci gericiliğin araçlaştırılması da sadece Türkiye mülk sahibi sınıflarının ve devletin bir tercihi değildi. Dinci gericiliğin gerisinde başta ABD olmak üzere emperyalizm ve bir bütün olarak NATO’cu kamp da vardı ve bu ikisi az-çok aynı nedenlerle dinci gericiliği araçlaştırıp kullanma tercihi yapmışlardı. Fakat, kolonyalist-emperyalist odakların İslam’a ilgisi son zamanların sorunu değildir. Bu yüzden emperyalizmin İslamı araçlaştırıp kendi çıkarları için kullanmasının üç aşamasından söz edilebilir: 1920’li yıllardan Soğuk Savaşa varan dönemde İslam, sömürge ve yarı sömürge statüsündeki İslam ülkelerinde özellikle ulusal bağımsızlık hareketlerini püskürtmek, seküler, laik, ilerici, sol akımların önünü kesmek amacıyla araçlaştırıldı ve kullanıldı. O dönede bu iş, hegemonik güç olan İngilterenin ilgi alanına giriyordu. Mesela Mısırda anti-kolonyalist (İngiltere karşıtı) mücadeleyi etkisizleştirmek için Müslüman Kardeşler Örgütü kullanıldı, Hindistan’dan Pakistan diye bir devlet çıkarılması da İslam’ın İngilizler tarafından münipülasyonunun bir sonucudur.
İkinci emperyalist savaş sonrasında hegemonyanın İngiltere’den ABD’ye geçmesiyle, İslamı araçlaştırma ve kullanma işini ABD üstlenecekti ama o dönemden sonra Siyasal İslam tam bir ABD-Suudi ortak yapımı olarak ortaya çıkmıştı. Soğuk Savaş döneminde İslamcılık, esas itibariyle Sovyet Sistemini çökertmenin ve ilerici, sol, seküler, laik hareketlerin önünü kesmenin panzehiriydi… Ve arkasında ABD, Suudi Vahabiliği ve parası vardı. Çağdışı/karanlıkçı/gerici bir rejim olan Suudi Arabistan (ki, AKP’liler ona bayılır), yaklaşık 60 yıldır “resmi şeriat sponsorluğu” yapıyor. İslam ülkelerine, Batı Avrupa’ya, ABD’ye vb. akan milyar dolarlarla eğitim kurumları, gazeteler, televizyonlar, yayın evleri, ne demekse “düşünce kuruluşları” oluşturuluyor veya daha önceden var olanlar destekleniyor. Nitekim Nasır’ın ölümünden sonra Suudiler, Mısır’a her yıl 2,5 milyar dolar para akıttılar ve meyveleri ortada… Suudiler sadece Avrupa’da cami yapımı için 45 milyar dolar harcadılar. Avrupa’da 1500 cami ve “İslam Merkezi”, çeşitli adlar altında 2000 kadar kurum oluşturdular… Lânet olası para sen nelere kâdirsin… denecektir. Özetle, Soğuk Savaş döneminde Müslüman-Arap dünyasında “muhafazakâr İslam” komünizmin yayılmasını engellemek üzere, ABD ile ittifak halindeydi.
27 Nisan 1978’de Afganistan’da bir devrim oldu. Demokratik Halk Partisi iktidara geldi ve “Demokratik Afganistan Cumhuriyeti” ilan edildi. Yeni hükümet tarafından hayata geçirilen reformlar ve yeniden yapılanma hamlesi, İslamcı muhaliflerin sert tepkisiyle karşılaştı ve bir iç savaş patlak verdi. Bunun üzerine Sovyetler Birliği ilerici hükümeti desteklemek üzere müdahale etti. Amerikan CIA’sı Radikal İslamcıları Sovyetlere karşı örgütleyip sahaya sürdü. Reagan hükümetinin Afganistan savaşı için 3,5 milyar dolar harcadığı biliniyor. Daha sonra Bill Clinton da İran’ın etkisini azaltmak için, anti- İran bir cephe oluşturmak üzere harekete geçmişti. İşte, Taliban, El-Kaide ve türevleri böylece doğdu. Bu üçüncü aşamada Politik İslam, özellikle de George Bush J. ve Obama tarafından bir “Rejim Değiştirme”, devletleri çökertme aracı olarak kullanıldı. Velhasıl İŞİD Gökten zembille inmiş değil… ABD ve NATO’cu müttefiklerinin, “Arap Baharı” denilen dönemde “Ilımlı İslam’ı” kitleleri adatma/oyalama yeteneği aşınan otokrasilerin yerine ikâme etme projesi iflasla sonuçlandı. Aslında hesap baştan yanlış yapılmıştı… Zira, Politik İslam’ın bir toplum projesi yoktur… Foyasının meydana çıkması için fazla zaman gerekmedi… Politik İslamcılar ileriye değil geriye bakarlar. Çözümü eskide, geçmişte ararlar. Önlerini görme yetenekleri yoktur. Dünyada olup-bitenleri anlamaktan acizdiler. Evrensel değerlerin yeminli düşmanı olanların bir şeyler becermesi, ezilen/sömürülen geniş kitlelere bir şeyler teklif etmesi mümkün olmadığına göre…
1960’lı yılların başından itibaren Türkiye’de sol hareket ilk defa etkili bir aktör olarak tarih sahnesine çıktı. Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve devlet solun önünü kesmek üzere kolları sıvadı. O dönemden başlayarak dinci gericiliğin önünün açılması sistematik bir devlet politikasıydı. Tabii o yolda Türkiye’nin egemenleri tek başlarına değillerdi. ABD ve NATO’cu kamp da arkalarındaydı. İki askeri darbeyle (12 Mart 1971) ve 12 Eylül 1980) solu ezmeyi başardılar. Solun ezilmesinde “kemalist ordunun” rolü büyüktü… Ve boşalan yer dinci gericilik tarafından dolduruldu. 1970’li, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Siyasal İslam bir çok hükümetin ortağıydı. Siyasal İslam ilk defa 2002’de iktidara gelmedi. Bütün bu zaman zarfında devlet aygıtı Siyasal İslamcı militanlarca dolduruldu. Bu, TC’nin sistematik bir uygulamasıydı…[ Bir anektot: Sanıyorum 1992 yılıydı, üniversite üyesi olan bir yakımın, ders verdiği sınıfa giriyor, sınıfın mescit yapıldığını görüyor, doğruca dekana gidiyor: “Ne oluyor, bu ne demek oluyor” dediğinde, dekan, kaşlarını kaldırıyor, işaret parmağını sallayarak: ” Sakın kurcalama, bu bir devlet politikası” diyor…] Durum böyleyken, ‘yok efendim devlet kurumlarına Fetocular sızmış demek, insanlarla alay etmektir, rahatsız edici bir ikiyüzlülüktür… Sızan sorun ediliyor da sızdıranı gören yok… Oysa, herkes her şeyden haberdardı… Geride kalan 14-15 yılda Türkiye’nin bir cemaatler federasyonu tarafından yönetildiği de ilgili herkesin malûmudur…
Bu vesileyle bir kaç hatırlatma uygun olur: 1. Politik İslamcı zevatın dinle ilgisi bir retorikten ibarettir ve Politik İslam’ın “radikaliyle” “ılımlısı” arasında bir fark yoktur; 2. Bu zevatın etik değerlerle, ahlâkla, evrensel değerlerle de bir ilgisi yoktur; ve 3. Takiyyecidirler ama son dönemde artık takiyye yapmaya gerek duymuyorlar. Gerçek niyetlerini açık etmekten çekinmiyorlar. 1923 sonrasını bir ‘sapma’ olarak görüyorlar ve 2023’den önce parantezi kapatmak için acele ediyorlar… Artık Hilafeti ihya etme niyetlerini gizlemiyorlar…
Bu rejim artık geleceğe dair umut üretme yeteneğini kaybetmiş bulunuyor. Dolayısıyla sürdürülebilir değil. Gelinen aşamada hiç bir sorun çözme yeteneği yok. Artık bütün gösterge ışıkları ya kırmızıda, ya da kırmızıya dönmekte. İşsizlik, yoksulluk, iğretilik giderek derinleşmişken, gelir dağılımı dengesizliği skandal boyutlara çıkmışken, doğal çevre tahribatı vahim bir hâl almışken, toplum aşırı düzeyde kutuplaştırılmış ve tam bir şiddet sarmalına hapsolmuşken, her türlü değer ölçüsü ve nirengi noktası yok olmuşken, ahlâkî değerler yerlerde sürünürken, hukukun esamesi okunmazken, her gün bu ülkenin yoksullarının/emekçilerinin çocukları içerdeki ve dışardaki savaşta ölürken, terör toplumu kuşatmışken, dış politika külliyen iflas etmişken, Kürt halkına yönelik şiddet ve devlet terörü görülmemiş boyutlara ulaşmışken, bu ülkenin insanlarının maruz kaldıkları baskıya, şiddete, teröre, aşağılanmaya, adaletsizliğe, haksızlığa, hukuksuzluğa… daha ne zamana kadar “evet” diyeceği sanılıyor?