Kuzey Kıbrıs’ta gerek 12 Eylül ve gerekse 28 Haziran 1981 seçimlerinden sonra Tükiye Cuntası’nın yaptığı baskılar artık ayyuka çıkmıştı. Fakat belli ki oynanan oyunlar bitmemişti. Aslında Kuzey Kıbrıs’taki sol açısından 28 Haziran 1981 seçimleri bir mihenk taşıdır. Bu seçimlerle ortaya çıkan en büyük gerçek Kuzey Kıbrıs’taki serbest iradenin 1974 sonrasında aslında devamlı olarak Türkiye egemenlerinin etkisi ve baskısı altında olduğuydu ama meclis içindeki partilerin hiçbiri bu analizi yapamadığı için Kuzey Kıbrıs hep seçim sarmalının ve kısır döngüsünün içinde kalarak bugünkü bozulmanın esas sebebi ortaya çıkmıştır. Bu arada 28 Haziran 1981 seçimlerinde Ziya Rızkı’ya Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında da oyunlar oynanmıştı. Ziya Rızkı son anda devreye konan bazı sandıklar ve emirlerle kaybetmişti bu seçimleri ama hayatı boyunca da başka yorum yapmayacak ve gülüp geçecekti bu olay için. TKP aslında hiç de beklenilmeyen bir patlama yapmıştı ve bu patlamanın sebebini de Ankara’daki 12 Eylül Cuntası çok iyi bilmekteydi. TKP içindeki sol dinamik kesimler… TKP içinde bulunan ve Türkiye’de de egemenler için tehlikeli ilan edilen “Kurtuluş” ve “Dev-Yol” fraksiyonları… Anılarda da görüldüğü gibi bu fraksiyonlardan çok korkulmuştu ve Kıbrıs’ta da devrimci bir örgütlenme yapan Halk-Der gibi bir Derneğin içindeki bu dinamik unsurların TKP içinde olması, TKP’ye olan hiddetin odaklanmasına, bunun yanında TKP içindeki sağ kesimlerin de bu fraksiyonlara karşı hiddetini getirecekti. Gerçi seçimler olup geçmiş ama bu kesimler UBP ile koalisyona gitmek istediklerinde, bu unsurlar hem 12 Eylül Cuntasının Kıbrıs’a getirdiği müdahaleler, hem de bu statükoda birşeyin olamayacağını diyalektik açıdan bir deneyim olarak yaşadıkları için, seçim ve hükümet olaylarına artık eleştirel bakmaya başlamışlardı.Parti içinde hükümetlere girmenin bu aşamada, hele hele 28 Haziran 1981 gerçeği de yaşandıktan sonra kabul edilmemesi gerektiğini savunmakta ve demokratik mücadelenin bu yöne kaymasını savunmaktaydılar.Hükümet olmak isteyen TKP’nin sağ kesimleri, ideolojik düşünen bu unsurları hele hele Türkiye’deki 12 Eylülcülerin de tepkilerinden kurtulmak için belli ki artık parti içinde fazlalık görmeye başlamışlardı:
Mustafa Akıncı bu konuda şunları söylemekteydi:
“Durduran ve Halk-Der ekibi arkadaşları… Onların anlayışı “Biz Kıbrıslı Türk ilericiler sadece Kıbrıs Türk Yönetimi’ni eleştiririz, Kıbrıs Rum ilericiler de Kıbrıs Rum Yönetimi’ni eleştirecek ve doğruları bulacağız” diye idi. Biz kendi yönetimimizi her gün kaldırıp kaldırıp yere vuruyorduk, yanlışlarını seslendirip eleştiriyorduk ama yeri ve zamanı geldiğinde sağ iktidarların yaptığı gibi içteki olayları unutturmak adına sabah akşam temcit pilavı gibi Rumlara saldıralım değil, ama mesela bir Kipriyanu yönetimi, bir Andreas Papandreu yönetiminden açıkça federal çözümü desteklediklerini, Kıbrıs Türk toplumunu, Kıbrıs Türk halkını bir azınlık olarak görmediklerini, bunu açıklamalarını istemek hiç bir zaman yanlış olan bir tavır olamazdı. Bu nedenle ben karar suretinde bunları da dillendirdim. Temel amacımızın da federal çözüm olduğunu da sonuna kadar bunun mücadelesinin verileceğini ama paralel süreçlerde de Kipriyanu yönetimi ile Papandreu yönetiminin de Kıbrıslı Türkleri bir azınlık olarak görmediklerini, federal çözüm istediklerini beyan etmelerini talep edeceğimizi belirttim. Bunu yapmadıkları takdirde de yeni bir devlet kurmak değil ama o zamanki devletin kendi kendine yeten, kendi ayakları üzerinde duran ekonomisi ile demokrasisi gelişip güçlenen ve uluslararası alanda da kabul görmesi için çaba harcayacağımızı bildiren ve tabii ki Türkiye ile ilişkilerde karşılıklı saygıya dayalı ilişkiler kurulması gerektiğini… Bugün KKTC için ne söylüyorsam o gün de bunu öneren bir taslak sundum. Buna Durduran ve arkadaşları şiddetle karşı çıktılar. Kurultayda da benim çoğunluğum yoktu. Sayın Bozkurt da bu konularda o zaman farklı bir tavır içindeydi. Daha sonraları KKTC’ye çok sahip çıktı. Ama orada ayrı devlet konusunda şiddetle karşı olduğunu söylemişti. Tabii daha sonraki söyleşilerinde onu o şekilde seslendirmediğini gördüm. Ama işin gerçeği o gün oydu. Ben tekrar ediyorum, ben yeni bir devlet önermedim orada. Ve var olan bir devletin Türkiye ile olan ilişkilerinde ve dünya ile olan ilişkilerinde daha farklı çalışmalar yapacağımızın gerekeceğini, TKP’nin de bu işin bayraktarlığını yapması gerekeceğini seslendirdim. Çünkü sağ iktidarların bu taraklarda bezi olmadığını söyledim. Bu ve buna benzer bir kaç öneri içyapımıza, Türkiye ile olan ilişkilere ilişkin… Hatta Ulusal Konsey’in kurulmasına ilişkin önerilerimiz vardı. Bunlar oylanmadı bile. Dediler ki bunları parti meclisine havale edelim. Benim zaten hedefim şuydu: Parti meclisinin getirdiği görüşler vardı, benim getirdiğim, 3 kişinin getirdiği görüşler vardı. Bunlar amalgame edilerek ortaya Rum Yönetimi’ni de uyaran, dikkatli olmalarını ve Kıbrıs Türk halkını azınlık olarak görmekten vazgeçmelerini isteyen, ona çağrı yapan bir adım atılmasını sağlamaktı. Bir de partide dağılma başlamıştı. Kasımda kurultay yapıldı, mayıs ayında Fuat Veziroğlu istifasını vermişti. Daha sonraki aşamada Özbaflı partiden ihraç edildiydi. Öğretmen kesimi partiden koptuydu. Böyle bir dağılma karşısında benimki aslında bir toparlanma girişimiydi. Yoksa o kurultayda ben seçilmeyeceğimi biliyordum. Netice itibarı ile böyle bir ayrışma oldu”.
Sayın Alpay Durduran ise Havadis Gazetesi’nde Akıncı’nın anlattığı süreci şu şekilde yorumlamaktadır:
“Solcu olduğu için peşinen “damgalı” olarak büyüdüğünü ve yönetim tarafından hep dışlandığını söyleyen Alpay Durduran, 15 Kasım 1983’te KKTC’nin ilanına onay vermeyen ve bu karar mecliste ayakta alkışlanırken ayağa kalkmayan tek milletvekiliydi.
Durduran, “Ben onaylamadım. Hayır deme hakkı bize verilmedi zaten. Kimseye oyun nedir denmedi. Başkan ‘ayakta alkışlayarak oybirliği ile evet diyoruz’ dedi ve ayağa kalktı. Millet de ayağa kalktı ama ben kalkmadım” dedi.
Durduran, TKP’nin KKTC’nin ilanıyla ilgili “çizgi değiştirmesinden” dolayı parti başkanlığını bir hafta önceki kurultayda bırakmış, yetkiyi yeni başkan İsmail Bozkurt’a devretmişti. KKTC’nin ilan ediliş sürecinde TKP’nin başında İsmail Bozkurt vardı.
Alpay Durduran, TKP Genel Başkanlığı’nı 1983’e dek sürdürmüş, partisiyle ters düştüğü için de 1989 yılında Mustafa Akıncı’nın başkanlığı döneminde TKP’den ihraç edilmişti. Durduran’ın TKP’den ihracında Türkiye’yle ilişkileri zora sokmak gerekçe gösterilmişti.
Hâlâ bugün tartışılmakta olan bu süreçle ilgili Alpay Durduran, “Bir hafta önceki kurultayda TKP devlet ilanına oybirliği ile karşı çıkılacağını kararlaştırmıştı” diyerek daha sonraki bir haftada ne değiştiğini bilemediğini, ancak önceden bir tezgahın dokunduğunu ve “parti içi hücrelerin harekete geçtiğini” söylüyor.
Alpay Durduran, kurultaydan bir hafta sonra, Rauf Denktaş’ın kendilerini saraya çağırarak “tehdit” ettiğini, devlet ilanına “evet” demeyenlerin bu toplumda yeri olmayacağını söylediğini iddia ederek, bunun üzerine TKP’deki bazı arkadaşlarının soluğu “elçide” aldığını anlatıyor.
“Bu süreçte demek arkadaşlarımız başka şeylere angaje olmuşlar” diyerek TKP’nin KKTC’nin ilanıyla ilgili karar değişikliğini “beni sattılar” sözüyle yorumladı.
Partiyi kurtarma ve siyasete devam edebilme endişesiyle TKP’nin devlet ilanına “evet” dediğini savunan Alpay Durduran, parti başkanlığından bir darbe ile gittiği yönündeki iddiaları da doğrulayarak, bu konuda İsmail Bozkurt ve Mustafa Akıncı’nın ismini teyit etti”(Bk. Havadis Gazetesi ,11.3.2015).
Sayın Akıncı aslında TKP’nin Sağ kesiminden olmasının gereği olayı statüko ve KKTC gerçeği içinde yaşatmak olarak görürken, TKP içindeki Halk-Der’li unsurlar olayı düzenin sona ermesi gerektiği ve devleti de hakim sınıfın bir baskıcı mekanizması olarak görmekteydiler. Bu Marksist-Leninist görüşle TKP içindeki sağcıların uyuşması elbette imkansızdı ama Halk-Derlilere TKP içinde bir hoşgörünün bile gösterilmediği ve güç Sayın Durduran’dayken, Sayın Akıncı’ya karşı benzer tasfiye ile olaya bakmaması gerçeği vardır bugünlerde. Sağ görüşün sola karşı ancak seçimlerde manipüle etmenin dışında bir işbirliği olamazdı. Sonuçta TKP içinde demokrat unsurlardan olan Durduran ve Halk-Der ekibi partiden atılırlar ve 1989 yılında YKP kurulur. Ve artık 2003 yılına hatta şimdilere kadar YKP devamlı derin güçlerin bir hedefi durumuna gelir. Parti, yani YKP, birkaç defa kurşunlanır ve bombalanır. Bir bakıma TKP, Halk-Der’i partiden atmakla gerici derin güçlere, bu sol ekibi bir kurban olarak sunmuştur. Ama bunlara rağmen YKP hala daha ayakta kalır.
YKP, o kafaların uyuşup da statükoyu Kabul ettikleri ortamda dinamik bir eğilim kazandırır olaya. AB olayını açtığında ise CTP ve TKP’lilerin sadece alayımsı gülüşmeleri hatırlardadır. Seneler sonra o sloganlara hala daha inanırmış gibi onlar sarılacaklardır. Oyları onlar kazanacak ama YKP de fikirler partisi olmaya devam edecektir. Önemli olan aynı dinamizmi devam ettirmek ve geriye bakıldığında temiz bir mücadeleden arta kalan onuru görmek…
-BİTTİ-