KTTB Genel Kurul değerlendirmesi – Dr Mustafa Hami

1629

KTTB 21.olağan Kongresini gerek ülkemizin ortasında yer aldığı Ortadoğu Coğrafyasında süregelen savaşların yoğunlaştığı, gerekse toplumumuzun sosyo-ekonomik koşullarının giderek ağırlaştığı, Kıbrıs görüşmelerinin ise çok kritik bir süreçten geçtiği, olağanüstü günlerde gerçekleştirdik. Ortadoğu’da 5 yıl önce başlayan acımasız mezhep savaşları giderek yeni boyutlar kazanarak 3.dünya savaşına dönüşebilecek potansiyeli ve riskleri taşımaktadır. Bu savaşta yer alan, 63 ülkenin her biri, kendi öz çıkarları doğrultusunda, kendi “Savaş Projesiyle” katılıyor. Tüm Dünyayı ilgilendiren, bu soruna “Barış Projesi” ile yaklaşım gösteren bir tek ülke dahi yok… Ağrotur Üssünden kalkan savaş uçakları, Irak ve Suriye’ye de askeri, sivil alan, çoluk, çocuk, kadın, yaşlı gözetmeden bomba yağdırarak yine ülkemizdeki üstlerine geri dönüyor. Yine Kıbrıs kara sularında demirlemiş olan Fransız uçak gemilerinden kalkan jetler, İşidin kontrolündeki petrol kaynaklarını kurtarmak ve bölgeye “barış, demokrasi ve refahı!” taşımak söylemleriyle Irak ve Suriye’ye acımasızca ateş yağdırıyor. Rusya bir yandan uçak gemisiyle, diğer yandan karadan yürüttüğü operasyonlarıyla bölgede etkin ve söz sahibi olmak istiyor. Amerikan 6. Filosu petrol şirketlerinin çıkarlarını korumak adına zaten Akdeniz’de sürekli olarak üstlenmiş bulunuyor. Emperyal güçlerin petrol kaynaklarını kontrol edebilmek amacıyla “Arap baharı” süreciyle birlikte yürürlüğe koydukları ‘Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma’ projesi daha 2003 yılında ABD dışişleri eski bakanı Condoleezza Rice tarafından Washington Post gazetesinde yazdığı makalesinde açıkça anons edilmişti. O günlerde Beyaz Sarayda Baba Bush’un güvenlikten sorumlu ofisinin sorumlusu olan Condoleezza Rice bu makalesinde, “Cebelitarık’tan Basra Körfezine kadar yer alan 23 ülkede rejimler değişecek, sınırlar değişecek, bu ülkelere demokrasi gelecek, kalkınma ve refah gelecek” diyordu. Bu 23 ülke arasında petrol yollarının önemli güzergahı olan Türkiye ve bu kaynakların askeri koruma üstlerinin konuşlandığı Kıbrıs’ta vardır. Ortadoğu coğrafyasındaki bu gelişmelere paralel olarak,1974 savaşı sonrası bitmek bilmeyen “ateş kes” sürecinde yaşamak zorunda kalan toplumumuzda neler olup bittiğine bir göz atalım. Uluslararası kuruluşların değerlendirmelerine göre, hırsızlık, kaçakçılık, kara para aklaması, silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti gibi her tür yasa dışılıkta en üst sıralarda yer buluyor. Bet ofislerimiz uluslararası alanda tartışılıyor olması ve Interpol’ün gündeminde yer almasına karşın, bizim gündemimize bir sorun olarak giremiyor. Kadın ticareti, sex köleliği devlet koruması altında, yetkililer devletin önemli gelir kaynaklarından biri olduğu ifade ediliyor. Bu ayıp ortada sırıtırken, Meclis başkanın veya Tabipler Birliği başkanının kadın olması bir anlam ifade etmiyor. Hasta hakları10 yıllardır yerinde sayıyor, Kadın hakları yerlerde sürünüyor. Kürtaj skandalı kitlemizi ve örgütümüzü doğrudan ilgilendiren çok ciddi bir sorun olarak, erozyona uğramış etik değerlerin yansımasıdır. Ülkede insan hakları ihlalleri sıradan olaylar olarak algılanıyor. Ölümden ve savaştan kaçıp, geçici olarak ülkemize sığınan mülteciler dahi, uluslararası haklarına karşın, yakalandıkları önce hapse, sonrasında sınır dışı edilerek ölüme gönderiliyorlar. Kıbrıs’ta süregelen çözümsüzlüğü fırsat kollayan mafya tüm kollarıyla KKTC’ye yerleşmiştir. KKTC’ye adeta” Türkiye’nin Sicilya’sı “misyonu yüklenmiştir. Demokrasi, özgürlükler, sadece söylemlerde, refah düzeyi, ekonomi her geçen gün daha kötüye gidiyor. Üretimden koparılmış bir toplum. Üretmeyen toplum, özgür olamaz. Ekonomisi olmayan bir toplumun ne kaliteli sağlık hizmeti nede eğitim hizmeti vermesi söz konusu olamaz. Ankara’dan peşi sıra gelen talimat ve programlar TC karargahında mevzilenmiş toplum mühendisleri tarafından, uygulamaya aktarılıyor. Açık seçik olarak uygulamaya konan programla Kuzey Kıbrıs’ın demografik yapısını değiştirerek, toplumu dönüştürmek ve esas hedef olan Hatay örneğinde olduğu gibi “Kıbrıs’ın İstirdatını” kolaylaştırmak. Genel olarak Alevi kökenli ve/veya kültürel alt yapısı alevi mezhebi anlayışında olan toplumumuza, zorla ve hatta maaş şantajı yöntemleriyle dayatılan gerici eğitimle, toplumu şeriat bataklığına sürükleyip, biat eden bir kitle yaratmak. Böylesi şeriatçı eğitim programına onay veren, Tabipler Birliği başkanlığında yapmış olan Eğitim Bakanına, eğitim politikası desteklenircesine özel olarak genel kurul kürsüsünde konuşma olanağı veriliyor. Hapishanemiz dolup taşmış, İçişleri Bakanı, daha büyük kapasiteli, yeni hapishane projesini Ankara’nın onayladığını gururla açıklıyor. Yine Ankara’yı ziyaret eden Sağlık Bakanı, Lefkoşa’da yeni hastane inşaatı için onay aldığını, Güzelyurt’a yeni hastane binasının temellerinin atılacağını müjdeliyor. Mağusa örneği ortadayken, sadece binalarla sağlık sorunlarının aşılamayacağını bunca tecrübeye karşın öğrenemediler. Ankara’nın dayatmasıyla hayata geçirilen “Göç Yasası” sonrasında uzman hekim maaşı 2500 TL gibi gülünç bir seviyeye çekilirken, Maliye Bakanı makam aracı olarak 20 Mercedes’i hiç çekinmeden hem de ihalesiz alabiliyor. Bu yasayla birlikte kamuda çalışan hekimler, üç sınıfa ayrıştırılıyor. Birde özel çalışan hekimlerin oluşturduğu sınıfı katarsak, toplamda hekimler 4 sınıf oluşturuyor. Böl yönet politikasının çoklu bir versiyonu. Böylesi uygulamaları geçmiş yıllarda işbirlikçi egemen çevreler başarıyla yürüttüklerini hatırlıyoruz. Politikaların asıl hedefi sivil toplum arasında çelişkiler yaratıp onları çatıştırmak ve etkisizleştirmek hatta yedeğine alarak istediği yönde kullanmak, dikensiz gül tarlası yaratmaktır. STK’lar bir toplumun demokratik gelişiminin, özgürlüklerin yükseltilmesi ve yaygınlaştırılması için en önemli dinamiklerdir. Sivil toplumun etkisiz olduğu, işçi sınıfının sendikasızlaştırıldığı, toplum katmanlarının kendi sınıf çıkarları ve kendi halkının ve ülkesinin sorunlarını sahiplenecek, örgütlenme başarısını gösteremeyen kitleler, toplumumuz örneğinde olduğu gibi savrulmaya mahkumdur. Örgütsüz toplum, bilinçsiz toplumla eşdeğerdedir. Bu toplumlarda sözde STK’lar ne kendi kitle sorunlarını, nede toplum sorunlarını, kendi çıkarları ve görüşleri doğrultusunda aşabilirler. Geri kalmış toplumlarda, özelliklede yaşadığımız coğrafyada yozlaşan, antidemokratik siyaset kurumu gerek parlamenter gerekse yargısal denetim mekanizmalarını ve hatta medyayı, kolaylıkla kontrolleri altına alabiliyorlar. Bu şekilde “check and balance” mekanizmaları devre dışı bırakılabiliyor. Bu nedenledir ki geri kalmış, demokrasinin yerleşemediği ülkelerde, gerçek STK’lar bir o kadar daha önem kazanmaktadır. Yani sivil toplum halkı adına “chek and balance” işlevini sonuna kadar üstlenmesi gereği vardır. Genel kurul çalışmaları, üyelerinin ve örgütün aktif organlarının katkılarıyla tartışmalar sonucu alınan kararlar ve saptanan ilkeler, örgütün politikalarını belirlediği gibi, aynı zamanda çalışmalarını yönlendiren ve şekillendiren en üst kurumlardır. Örgütün karakteri ve üstlenmesi gereken işlevi, genel kurullarda ortaya konarak benimsenir. Sivil Toplum Örgütlerinin genel kurul platformlarında kendi kitlesine hesap verirken, aynı zamanda kitlesi ve toplumu adına ülke sorunlarını tartışırken, ülke yönetiminden hesap sorma platformudur. KTTB dernek olarak kurulduğu yıllardan seksenli yılların sonuna kadar statükonun bir parçası olarak, sivil toplum örgütü niteliklerinden uzak bir misyon üstlenmişti. O dönemlerde Sağlık Bakanları Tabipler Birliği seçimlerinde çok aktif rol alıyordu. Seçim günlerinde müdür ve müsteşarlarıyla birlikte seferber olarak kimin seçilip kimin seçilmemesi gerektiğinin kulisini yürütüyordu. Hatta Sağlık Bakanlarının aynı zamanda paralel olarak Tabipler Birliği başkanlığını yaptığı, o denli yozlaşmış süreçleri yaşadık. Altmış sekiz, yetmiş sekiz kuşağı arkadaşlar muhalif gurup olarak genel kurul salonuna girdiğimizde o günlerde geçerli olan “Komünistler Moskova’ya” sloganlarıyla karşılandığımızı hatırlarım. Bizim jenerasyon Statükodan çok çekti. KTTB’nin sivilleşmesi kavgasında üzerimize düşeni her şeye karşın yaptığımıza inanıyorum. Bu nedenledir ki, örgütün sivil toplum karakterinin yıpranmasına sessiz kalamıyorum. Toplumumuzun ve kitlemizin içinde bulunduğu zor koşullar, ülkemizde gerçek STK’ların topyekûn mücadelesinin gereği vardır. İsviçre’de Ülkemiz ve toplumumuzun geleceğini belirleyecek görüşmeler zirve noktasında sürdürüldüğü bu günlerde, barıştan yana kitlelerin ayağa kalkması, barışa destek vermesi, hatta baskı yapması gerekirken, ülkemizde her şey yerli yerinde, sağlık sektöründe işler tıkırında, demokrasimiz, ekonomimiz tamam, Kıbrıs Sorunu emin ellerde, çözüm yolundaymış gibi sütliman bir ortamda yapıldı Genel Kurulumuz. Böylesi bir genel kurul platformunda söz alıp üç beş kelimeyle, dile getirdiklerim genel kurulun o günkü havasında “parazit” yapmışım gibi oldu. Daha sonraki günlerde düşündüm ve parazit yapmaya devam kararı aldım.