Amerikan seçimleri: Neoliberalizmin ve burjuva demokrasisinin iflası – Fikret Başkaya

5814

Başkanlık seçimini Donald Trump’ın kazanması, Amerikan ve bir kısım Avrupa medyasını alarma geçirdi. Bazı büyük gazeteler ve haber siteleri sonucu apocalypse (kıyamet) manşetiyle duyurdular. Gerçi, Trump kıyametin kapısını aralamamıştı ama, neoliberalizmin ve burjuva demokrasisinin iflasını ifşa ettiği kesindi… Tabii bu arada  medyanın ve yönetici elitlerin çürümüşlüğünü de ifşa etmiş oldu. 1981 yılında Ronald Reagan “Büyük Amerika’yı yeniden kurma” vaadiyle başkanlık koltuğuna oturdu. Geride kalan 35 yılda Amerika küçülmeye devam etti. 2016’da Donald Trump da “Büyük Amerika’yı” ihya etme vaadiyle başkanlığı kazandı. Fakat Amerika’yı II. emperyalist savaş ertesindeki gücüne kavuşturması mümkün değil. Amerika küçülmeye devam edecek. İki nedenle: birincisi, tarihte geriye dönüş yoktur; ve ikincisi, kapitalizm sorun çözme yeteneğini, oligarşik yönetici elitler de kitleleri aldatma-oyalama yeteneğini kaybettiler. Bu da demektir ki, artık yönetemiyorlar. Amerika’nın “yeniden büyük olması” mümkün değil, zira, kapitalizm çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol olamıyor. Dolayısıyla mevcut durum artık “kriz” kelimesiyle ifade edilebilir değil. Bir uygarlık krizi söz konusu…

O halde başta finans ve silah baronları olmak üzere, etkili büyük lobilerin ve büyük medyanın, “müesses nizamın” efendilerinin Trump’ı şeytanlaştırmasının sebebi ne? Çünkü Trump sistemin ayıbını açık etmiş oldu. Malûm, “ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır” denmiştir… Gerçi Donald Trump da sistemin bir ürünü, Amerikan oligarşisinin üyesi bir emlak oligarkı ama yine de “a-tipik” bir şahsiyet. Trump işlerin kötüye gittiğini seziyor ve emekçi kitlelerin “müesses nizama” büyük bir kin duyduğunun farkında.  İşçilerin, issizlerin, yoksulların, sistem tarafından dışlanmışların öfkesini iktidara dönüştürmenin mümkün olduğunu görmüş olmalı… Zira, geride kalan dönemde neoliberalizm toplumun önemli bir kesiminin üzerinden buldozer gibi geçmişti. Sadece son on beş yılda 60 bin fabrika kapanmış, yaklaşık 5 milyon sanayi işçisi işini kaybetmişti. Ülkenin varı-yoğu piyasa ekonomisi- serbest ticaret retoriğiyle, bir avuç finans baronu ve şürekası tarafından gasp edilmişti. Gelir dağılımı adaletsizliği skandal boyutlardaydı. Amerikan toplumunun %20-25’i yoksullar sınıfına ‘terfi’ etmişti. Bu, yaklaşık her beş kişiden birinin sistem tarafından dışlandığı anlamına gelir… Kitleler başta Orta-Doğu olmak üzere, bir çok yerde silah baronları hesabına peydahlanan savaşlardan da rahatsızdı. Eğer, Hilary Clinton cephesi kazanırsa, nükleer bir dünya savaşı riski büyük bir ihtimal olarak görülüyordu. Netice itibariyle Trump’a oy verenler, onu  “daha az kötü” saydıkları için oy verdiler… Trump’ın ne yapacağından çok, Obama’nın ve Clinton kliğinin ne yaptığına baktılar… Özetle geride kalan 35 yılda ve özellikle de 2008 finansal krizi sonrasında olup-bitenlere baktılar… Onların gözünde Hilary Clinton, militer-endüstriyel ve finans oligarşisinin, Wall Street parazitlerinin, daha doğrusu %1’in adayıydı… Umut vadeden, inandırıcı bir sol alternatifin yokluğu, onları Trump’a yöneltti.

Trump’ın yabancı düşmanı,  ırkcı, cinsiyetci olduğu, kadınları aşağıladığı, İslamafobik hezeyanları, mültecileri ülkeden atmak istediği, vb. az-çok bir vakıa olmakla birlikte, bunlar sadece onun ayıbı değildir. Zaten Amerikan eliti ve orta sınıfı WASP’lar (Beyaz, Anglo-Saxon, Protestan) bidayetten itibaren ırkçıdır. Irkçılık onların genlerine işleyecek kadar derinlerdedir. Amerikan devleti “Yerli Halkların” jenosidi ve Afrika kökenli Siyahlara yönelik ırk ayrımcılığı temelinde kendini var etmiştir. Daha bundan 60-70 öncesine kadar orada sürek avına çıkar gibi “Zenci” avına çıkılır, kurbanların fotoğrafları çekilir ve topluca seyredilirdi…  Durum böyledir ama Amerikalılar dünyanın geri kalanına ‘insanlık dersi’, “demokrasi dersi” vermekten de geri kalmazlar…

Bir başka safsata da, ABD’yi demokrasinin timsali saymakla ilgilidir… ABD, sınırlı bir ‘bağımsızlık savaşı” sonunda mülk sahibi sınıflar tarafından kuruldu. Kurucuların büyük çoğunluğu aynı zamanda büyük köle sahibiydiler. Başka türlü söylersek, ABD, köle sahiplerinin devletiydi. Öyle bir rejimin demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi olabilir miydi? “Kurucu Babalar” yeminli demokrasi düşmanıydılar. Amerikan anayasasında demokrasi kelimesi yer almıyor. Elbette bu, yer alsaydı bir şeyler değişirdi anlamına gelmez. Nitekim Kenan Evren’in anayasasında demokrasi kelimesi tam 14 defa geçiyor ama o anayasa demokrasiyi gerçekleştirmek için değil engellemek üzere hukuk dâhisi profesörler tarafından emir-komuta dahilinde hazırlanmış ve Askeri yönetim tarafından dayatılmıştı… Aslında ezilen-sömürülen halk kitlelerine karşı mülk sahibi sınıflar ve devlet tarafından (ki bu ikisi bir ve aynı şeydir) kurulmuş bir tuzaktı. Amaç devlet terör rejimini “meşrulaştırmak” ve dayatmaktı… O anayasanın bir de %91,37 oyla kabul edilmesi, sahnelenen ‘demokrasi oyununun’ ne menem bir soytarılık, ne utanmaz bir dalavere olduğunu da gösteriyor.

Batı demokrasisi veya ‘temsili demokrasi’ denilen, bidayette demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlandı. Demokrasi kavramıyla uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur. Mülk sahibi sınıfların “nasıl yöneteceğiz?” sorusuna verdikleri cevapla ilgiliydi. Ortada demokrasi diye bir şey yok ve hiç bir zaman olmadı ama maalesef öyle bir şey olduğuna inanan çok… Peki neden? Bu durum bir egemen ideoloji kategorisi olarak anlaşılabilir ve doğrudan ideolojik kölelikle ilgilidir. Eğer gerçekten demokrasi gerçekleşmiş olsaydı, dünya bu gün bu halde olur muydu? İnsanlık yerlerde sürünür müydü?

ABD’de seçimlerde oligarşiye oy veriliyor. Orada başkan olmanın, senatör olmanın, Temsilciler Meclisi üyesi olmanın koşulu, zengin (milyoner, milyarder, değilse tuzu kuru) olmaktır. Elbette istisnalar vardır ve “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denmiştir.  Bir de başkan seçilmek için WASP olmak gerekir. Tabii Başkanlar arasında (John F. Kennedy ve Barack H. Obama gibi) WASP olmayan iki istisna olduğunu da hatırlamak gerekir. Başkan eğer seçilmeden önce milyoner değilse, koltuğu terk ettiğinde ve sonrasında milyoner olması kesin gibidir. Dolayısıyla Amerikan rejimine uygun düşen sıfat, demokrasi değil, oligarşidir.

Kaldı ki, insanların önemli bir bölümü “seçim oyununa” dahil olmayı reddediyor. Oy kullanmıyor. Zira, kullandıkları oyun bir karşılığı olmadığını biliyorlar… Seçmenlerin yaklaşık yarısı oy kullanmıyor. Kullananların yarıdan bir fazlasını alan parti iktidar oluyor. Seçilenler güya toplumun yaklaşık dörtte birini “temsil ediyor” ve ona demokrasi diyorlar… Tabii seçimlere katılım Yüzde yüz olsaydı bile değişen hiç bir şey olmazdı. Zira ortada temsil diye bir şey yok ve olması da mümkün değildir…

Fakat yine de durumun nüanse edilmesi gerekir. Amerika’yı yönetenler ne başkanlardır ne de oligarşinin hizmetindeki siyasi partileridir. Aslında ABD, oligopoller, finans baronları ve onların finanse edip araziye sürdüğü büyük lobiler tarafından yönetilir. Orada siyasi partiler Oligopollerin bir uzantısıdır sadece. Partiler, seçimler, kurumlar, söylemler, vb. kitleleri aldatmak içindir. Dolayısıyla yeni başkan Donald Trump’ın ve ekibinin yapabileceklerinin sınırı, son tahlilde Establishment tarafından belirlenecektir. Tabii her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır ve üslup farkı da normaldir… Ne demek istediğimi görmek için, Cumhuriyetçi Jr. Bush’un yerine seçilen Demokrat Obama’nın neyi ne kadar yaptığına bakmak yeter. Gelir gelmez Obama’ya barış ödülü verdiler. O da kendisine ödül verenleri utandırmadı… Savaşı derinleştirerek, Orta-Doğu’yu kan gölü haline getirerek, Avrupa’nın doğusunda tansiyonu yükselterek, Üçüncü Dünya Savaşı riskini büyüterek, aldığı ödülün hakkını verdi… Tabii bu vesileyle kimlere neden “barış ödülü” verildiğini de birazcık düşünmek öğretici olurdu…