Kıbrıs’ın kuzeyinde toplumumuzun en başat sorunu hiç şüphesiz “siyasal sorundur”. Bu sorunu aşmadan diğer sorunların üstesinden gelmek olası değildir, şeklindeki değerlendirmenin, haklılık payı çok fazladır. Yine de her şeyi çözüm sonrasına ötelemek ve yan gelip yatmak doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Uluslararası hukuktan kopuk, Akdeniz’in ortasında yarattığımız kendi Mandıramızda, sadece belirli gurupların çıkarına çalışan ekonomik sistem, sürdürülebilir olmasa da, sponsörler! aracılığıyla sübvanseye edilerek metazori götürülüyor.
Hiç şüphesiz bu değerlendirme, sadece bana ait değildir. Çözümsüzlük sürecinin yarattığı ortamdan kaynak alan sosyo-ekonomik sorunlar, her geçen gün yeni boyutlar kazanırken ayni zamanda derinleşmektedir.
Sonuç olarak toplumsal dejenerasyon olarak ortaya çıkan bu günkü tablo, tedavisi güç kronik bir yapısal karakter kazanmıştır. Alt başlıklar altında önem sıralamasına göre sorunları sıralayacak olursak, tüm sektörlerde en fazla yıpranan , “etik değerler” (ahlaki değerler) olduğunu görürüz. Yani, bir başka deyişle toplumda ahlaki değerlerde genel bir erozyon vardır.
Önceleri belirli sektörlerde bilinen çevrelerle sınırlı olan etik dışı-ahlak dışı- eylem ve davranışlar, giderek tüm toplumsal kesitleri ve meslek dallarını sarmalına almıştır. Bu etik dışı davranış ve eylemleri nedeniyle, başta politik kurumlar olmak üzere, bazı meslek dalları ve toplumsal kesimler, değişik platforum ve medya organlarında tartışılmış ve/veya eleştirilmiştir, halende tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak değişen birşey yok, etkilenen yok. Programlanarak yaratılan bu günkü statükoda köklü değişim ve dönüşüm beklemek olası değildir. Anlaşıldığı kadarıyla bu tür ahlak dışı olaylara karşı, belki de yaygınlaştığı nedeniyle, toplum olarak ya hassasiyetimizi tamamen yitirmiş ve /veya, bu tür olaylara karşı, programlı olarak topluma bağışıklık kazandırılmıştır.
Değişik meslek gurupları ve/veya örgütlerin etik dışı davranışlarını örnekleyecek olursak:
En başta Politikacılar, seçilebilmek adına her türlü yalana başvurdukları, olmayacak vaadlerde bulunmaları bir yana, kendi partili arkadaşlarına dahi kumbas kurdukları bilinir ve olağan davranışlar olarak karşılanır. Hat da böylesi politikacılar meclis kürsüsünden rüşvet verdiklerini de açıklar ve yine olağan karşılanır.
Seçim programlarında, KTHY’nın özelleştirilmesi, elektrik kurumunun özelleştirilmesi gibi, hiç yer vermedikleri çok önemli konuları, seçim sonrası gündeme alıp KTHY ve “Su projesi” örneğinde olduğu gibi “ala una ala etre” satabiliyorlar .
İhale yolsuzlukları ayuka çıkmasına karşın sorgulayan yok. ERCAN örneğinde olduğu gibi sorgulamaya kalkan Ombudsman olsa bile, belli çevrelerin saldırısından kurtulamaz.
”Politika yalan söyleme sanatıdır” “Bal tutan parmağını yalar” sözcüklerini politikacılar, kanıksadıkları gibi, toplumunda kanıksaması için her şeyi yapmışlardır. Öyle ki, demokratik ülkelerde, yalan söylediği ortaya çıkan bir politikacı, değil politik arenada boy göstermek, sokağa dahi çıkamazken, bizim ülkemizde, bulunmaz Hint kumaşı gibi tekrar ve tekrar yeniden seçilirken, ayni zamanda yükseltilebiliyorlar.
Öğretmen, okulda vermesi gereken bilgileri öğrenciden saklayarak, bu bilgileri vermek adına, öğrenciyi kendi dersanesine davet edebiliyor.
Sebze, meyve, üreticisi, daha fazla kar için, bilinçli olarak, olabildiğince zirai ilaçları kullanırken, kendi ailesinin tüketimi için özel olarak ilaçsız ürün yetiştirir. Beş kuruşa ithal ettiği ürünü 15 kuruşa satan tüccar. Araba tamircisinden, oto elektrikçisine varıncaya kadar her alanda örnekleri sıralamak mümkündür.
Müvekkilinden aldığı vekaleti istismar ederek, müvekkilini dolandıran avukatlar hep anlatılırdı bende bizzat yaşayarak şahit oldum. Devlet hastanelerinde çalışan hekim, hastasını hiç çekinmeden ayni zamana da sahip olduğu özel hastanesine veya çalıştığı özel hastaneye davet edebiliyor. Hafta sonları, ameliyatlar için, yasa dışı olarak uçakla taşınan profesörlere yüksek maliyetlerle yaptırılan ameliyatlar.
Her sektörden örnekleri hem çeşitlendirerek, hem de çoğaltarak sıralamak mümkündür. Eskiden toplum tarafından tepkiyle karşılanan bu olgular, gelinen aşamada maalesef günlük olağan olaylar olarak, toplum tarafından içselleştirilmiştir. Reflekslerini kaybetmiş, bir toplum.
1974 sonrası toplumun genleriyle oynanarak, bilinçli olarak öyle bir insan tipi yaratılmış ki , günlük yaşamında her tür ticari ve sosyal ilişkide “kazıklanmaya, aldatılmaya hazır, tepkisiz”, ancak fırsat bulduğu zaman kendisi de “kazıklamaya ve aldatmaya çalışan” bir genotip.
Bu kısa ve genel değerlendirmeden sonra, esas olarak dokunmak istediğim, Hekimlik mesleği ile ilgili, ayaklar altına alınan etik değerlerdir.
Hipokrat zamanından beri, küresel boyut da özenle korunmaya çalışılan, hatta bu değerlerin korunacağına dair, meslek hayatına adım atarken, yemin veren (Hipokrat Yemini) , mesleğin olmazsa olmazı olan bu değerler bütününün kendi özel coğrafyamızda nasıl dejenere edildiğini tarihi gelişim içinde kısaca bazı somut örneklerle ele almak isterim.
Ayni hastanede birlikte çalıştığı hekim arkadaşından özel muayenehanesinde muayene ücreti alan hekimin var olduğu anlatıldığı zaman afallamıştım.
Yıllar önce bir özel klinikte safra kesesi ameliyatı olduğunu ifade eden bir hastanın, çok tipik safra kesesi şikayetleri nedeniyle, yapılan tetkiklerde, hastanın muntazam ameliyat yarası izine karşın, safra kesesinin taşla dolu olarak, yerli yerinde olduğunu tespit ettiğim zaman şok olmuştum. Gıyaben tanıdığım ancak sonraları bir sosyal toplantıda tanıştığım bu Cerrah, “Bu ülkede en fazla ameliyat yapan Cerrah benim !” demişti.
Ülkemizde, sezeryanla doğum oranlarının dünya ortalamalarının çok üzerinde olduğu, öteden beri hep tartışılmıştır. Ancak gelinen aşamada “naylon ameliyatlar ve işlemler” spektrumunun yeni boyutlar kazandığını görüyoruz.
Dizi ağrıyana diz protezi, kalçası ağrıyana kalça protezi, naylon apandisit ameliyatları, naylon fıtık ameliyatları, gerekli gereksiz, tomografi, MRİ, her türlü laboratuvar ve kan tetkikleri, arada dönen komisyonlar, “hasta paslaşmaları”, naylon damar ameliyatları,
Tüm bu gelişmelerin ve yozlaşmanın temelinde, dayatılan neo-liberal politikaların, hekimle hasta arasına çarpık bir şekilde yerleştirilen “PARASAL İLİŞKİDİR”.
20. yüzyılda işçi sınıfının büyük mücadeleler sonunda kazanılan sosyal ve ekonomik hakları yüzyılın son çeyreğinde törpülenmeye başlandı, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bu hakların kökten kazınmasını hedef alan programlar devreye konuyor. Dünya genelinde törpülenen hakların en başında “sağlık güvencesi hakkı” geliyor. İlaç kalemlerinden başlayarak, hastanelere varıncaya kadar kamusal sağlık hizmetleri adım adım özelleştiriliyor. “ Kamusal hizmetler kamu tarafından verilir.” Özdeyişinde ifadesini bulan sağlık hizmetlerinin sunumu ile ilgili anlayış önce deforme edilerek, sosyal içeriği tüketilmiştir. Bir yandan özel hastaneler alabildiğince teşvik edilirken, diğer yandan kamu sağlık kurumları gözden çıkarılarak, özel sermayeye peşkeş çekiliyor.
Bu bağlamda Türkiye’de, sisteme yönelik yapılan müdahaleler ve liberal dönüşümlerle kamu görevlisi hekimlere de prim ve benzeri avantaj sağlayan unsurlarla hastalar peşkeş çekiliyor. Hekimler arasında “rekabete” yol açan, kalitesiz sağlık hizmeti üretimi yanında, malpraksis vakalarında da gözle görülür bir artış ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak bu durum ayni zamanda etik değerlere ciddi bir saldırı şeklinde boyutlanmaktadır.
Hekimler baktıkları hasta sayısı, uyguladıkları işlem, yaptıkları tetkik, cerrahide çıkarılan organa ve sayısına göre puan toplamakta ve hastane ortalamasından asistan, uzman, şef yardımcısı, şef, başhekim yardımcısı, başhekim ve bakanlık kadrosu olarak farklı ve artan oranlarda ücret almaktadırlar.
Her alanda olduğu gibi sağlık alanında da tüm ayrıntılarıyla TC ile entegre edilmiş Kuzey Kıbrıs’ta da sağlık sistemi ile birlikte sağlık çalışanları da etkilenmektedir. Sağlık sektöründe yaratılan kaos ortamı o kadar boyutlandı ki, gelinen aşamada kimin eli kimin cebinde olduğu belli değildir.
Olaya Hekimlik cephesinden bakacak olursak, bu gelişmeler eskiden olduğu gibi, “Bu işler üç-beş kişiyle sınırlıdır” şeklindeki yanlış hatta maksatlı değerlendirmeler artık geçerliliğini yitirmiştir. Gelinen aşamada bu sorun artık 3-5 kişiyi çoktan aştığı gibi, yapısal değişim de göstererek yeni boyutlar kazanmıştır. Öyle ki serbest piyasa maskesiyle, sosyalizasyon temelli yapısal sağlık projeler hallaç pamuğu gibi berhava edilerek, uygulamaya konan neo-liberal referanslı dönüşüm politikaları, sektörde naylon işleri kurumsallaştırmıştır. Hatta son patlak veren kürtaj olayında görüldüğü gibi, sorun, ülkeler arası organize ve kolektif bir karakter kazanmıştır.
Kadın Doğum alanında “Naylon doğum ilanları” ile reklam yapan jinokoloklara KTTB tarafından 1990’lı yıllarda disiplin cezaları uygulanırken, günümüzde bu hekimlerin Web sayfalarında, tarifeleriyle birlikte kürtaj reklamı yapabiliyorlar. Bu tür skandallar, tüp bebek uygulamaları ve organ nakli alanında da yaşanılması kaçınılmazdır. Uluslararası hukuktan kopuk, Kuzey Kıbrıs Coğrafyası, bu tür organizasyonlar için uluslararası referansı olan, en uygun ortamı sunmaktadır.
Geldiğimiz Bu KÖYÜN Minareleri Yıllar Öncesinden Görünmüştü…
1993 yılında Süleyman Demirel ve Erdal İnönü’nün de hazır bulunduğu, Ankara Anayasa Mahkemesi salonunda yer alan “Türk Tabibleri Birliği Kongresinde”, KTTB adına yaptığım konuşmamda, Kuzey Kıbrıs’taki kara para aklama mekanizmları, yeraltı, yerüstü faaliyetleri ve faili meçhul olayları aktardıktan sonra; “Biz, Kuzey Kıbrıs’ın, ne Türkiye’nin Sicilyası, ne de bir Jersey adası olmasını istiyoruz. Biz Kıbrıs adasının, Akdeniz’in ortasında, Türkiye ile Yunanistan arasında bir barış köprüsü olmasını istiyoruz” sözleri ile, T.C’nin en yüksek makamlarına, o günkü endişelerimizi yüksek sesle doğrudan dile getirmiştik. Bu sözlerime, protokolde oturan politikacılar arasından sadece Erdal İnönü elimi sıkarak, tepki gösterdiğini sevinerek saptamıştım.
O günlerde bu sözlerim bazı gazetelere manşet olurken Kuzey Kıbrıs’ta malum çevrelerin basın yoluyla saldırıları yanında, Kıbrıs’a döndüğümde savcılık 2 polis göndererek gözdağı vermeye çalışmıştı.
Etik değerlerin erozyonu, sadece sağlık sektörüyle sınırlı olmadığı gibi, sağlık sektöründe de sadece “kürtaj olaylarıyla “ sınırlı değildir. Bu bataklıkta sağlık sektörü tek başına olmadığı gibi, tek başına kurtarılması da olası değildir.
Her şeye karşın, zemin ne kadar kaygan olursa olsun, “ETİK” değerlerden kesinlikle taviz vermemek gereği vardır. Bu değerler hastayı koruduğu kadar, hekimlik mesleğini de hem korur hem yüceltir. Gerektiği gibi özenle korunmadığı durumlarda ise , hastanın parasına, sağlığına ve hatta canına mal olabileceği gibi, son tahlilde döner dolaşır çok yanlı ve en kabarık fatura hekime ve hekimlik mesleğine çıkar.