Toplum ya da toplum kütleleri üzerinde yükselen ve bir biçimiyle toplumdan rıza alınmış veya razı edilmiş ve toplumun/toplumların tüm gününü programize etmiş büyük yapılanma, organizasyon halidir devlet.
Onun oluşum sürecinin içerik ve biçimleri, kendisine yurttaş hali olan toplum ve ya toplumlarla kuracağı ilişki halinin ana rahmi halidir.
Devlet her ne kadar şiddetin örgütlendirilmiş hali ise de tamamen kendisi değildir. Genişlik ve darlık makasları içinde de olsa; demokrasi kavramının örgütlendirilmiş şiddetin içinde varlık halinde tutulması onda bir zorunluluk halidir. Demokrasi kavramı onun zorunluluk halinden koparılmış ise, bu artık geleneksel devlet, devlet biçimi kavramına denk düşmeyen açık diktatörlük devlet biçimleridir.
İşte tam da bu noktada devletin esas hali görünür hale çıkar ve kendi hali içerisinde görünürlülük süreklilik halindedir. Bu biçimdeki devletlerde açık diktatörlük dönemleri hariç, yurttaşları ile olan ilişkileri kapsayıcı ve çözümcü karakterdedir.
Baştan itibaren oluşumunu bir coğrafi mekan üzerinden toplamacı ve tasfiye edici esası üzerinden yürüten devletler, sürecin ilk anından itibaren dayatıcı karakterleri süreklilik halindedir ve bu toplamacı ve tasfiye edici hallerinde de başattır.
Toplayıcı hallerinde, hedeflenen coğrafyaya gelen insanlar, gelmenin onlar için son çare olmasından dolayı; yaşamış oldukları mekanları ve imkanları ilk baştan kaybetmiş halde olurlar. Ve beraberinde, o ana kadar yaşamış oldukları toplumsal ilişkilerin kendilerinde yaratmış olduğu kişilik ve halleri yeni mekanda köksüz bir ağaç misali kişilik yaşamanın imkansızlığına düşerler.
Aynı şekilde toplandırılma neticesinde olan kesim de kendi öz yaşamında terk-i diyar etmenin, ettirilmenin iknasına varmadığı için, ondaki “acaba” hali yanında taşıdığı bir tedirginlik hali olacaktır. Kuşku onun vazgeçemediği bir hal olacaktır.
Tasfiye edilenler ise: Gerek fiziki olarak yaşamları sona erdirilenler gerekse diyarlarını terk etmek zorunda kalanlar, ayrıldıkları topraklarda kültürel ve sosyal ilişki azalmasına sonuç olmuş olacaklar ve o topraklar üzerinde bütünde kültürel ve sosyal ilişkilerde çoraklaşmalar başlayacaktır.
Her iki durumda da toplumda ortaklaşma duygusu ağır bir hasara uğramış durumda olacaktır.
Devletin kuruluş süreciyle birlikte hedeflediği ve yarattığı toplumu hastalıkla malul hale getirmiş olacaktır. Hastalıkla malul hale gelmesi oluşturulma biçimi nedeniyle de kronik bir karakter haline gelecektir.
Üzerinde yaratılan devletteki topraklarda yaşayanlar, tasfiye edelin toplumla yaratılan ilişkilerden dolayı doku zedelenmesine uğramış olurlar.
Bu doku iki biçimde zedelenir.
Tasfiye edilenlerin yaratmış olduğu boşluk ve bu boşluk havuzundaki kültürel, sosyal ve üretim yitimi. Bir diğer doku bozulma şekli de; her iki halde de tasfiye edilenlerin bu tasfiye edilme sürecinde, muktedirlerin teşvik etmesi ve yol vermesiyle daimi toplumun bir kesimi tarafından canlarına ve mallarına kast edilmesinden başlayan toplum hastalığının oluşması.
Devletin fonksiyonu burada ikili haldedir.
Tasfiyenin temel aktörü olarak faaliyetlerini yaparken, bu tasfiyeye toplumu da teşvik ederek en azından bir kesimi toplum suçu işlemiş hale getirmektedir.
Devlet kendisindeki yapısal hastalığı topluma sirayet ettirerek, ona toplumsal karakter vermeye başlamış olmaktadır.
Devlet, zorun modern örgütlenmesi iken yanında taşımak zorunda olduğu demokrasi karakterlerini; tasfiyeci karakterli devletlerde demokrasi karakteri devamlı olarak tali durumda kalmakta, zor devamlı önde olmaktadır.
Böylesi bir hastalığa muzdarip edilmiş olan ve bu da kronik bir hal durumundaysa; devlet kendi kuruluş literatüründe olmayan toplum ve toplumlar kesiminde kronik hastalıklı haliyle yanaşması, onun en doğal günlüğü olacaktır.
Kendi yönetme literatüründe olan etnik ve inanç tekliği.
Coğrafyalar sadece insanların geleceklerini, kaderlerini belirlemezler. Aynı zamanda devletlerinde geleceklerini ve kaderlerini belirlerler.
Coğrafyalar toplumların geçiş alanı halinde olan topraklar konumunda olması; etnik ve inançsal farklılıkların birden fazla olacağı olgusunu neredeyse mutlak derecede var etmektedir.
Devletlerin, yakın devletlerin çeşitli nedenlerden dolayı tutuşmuş oldukları savaşların sonunda; savaş süreci içerisinde oluşan etnik ve inanç temelli nüfus hareketlilikleri, savaşın sonunda galip gelen devletin kendi sınır uçlarında yaşayan etnik ve inanç farklılıkları halindeki vatandaş, teba topluluklarını savaşın mağlubuna göç ettirmesi.
Bunların yanında; etnik ve inanç farklılıkları bünyesinde barındıran devletlerin, geleceklerinin güvencesini sağlayacaklarını düşündükleri sınırlarındaki bu nüfusları ülkü içinde, kendilerine uygun gördükleri alanlarda iskan etmeleri yani zorunlu iskanlar yaratmaları.
Yaklaşık olarak son yüzyılda, devletlerin demokratik karakterde olup olmadığını belirleyen en önemli olgu; söz konusu olan devletin kendisinde olan etnik ve inanç farklılıklı toplumlara nasıl davrandıkları, bunları kendi hukuk formlarında nasıl konumlandırdıklarıyla yakından ilgili haldedir.
Devlet, kendi siyasal sınırları içerisinde yaşayan kütlelerin etnik ve inanç farklılıklarını kendi kültürel ve sosyal zenginliği olarak görüp, varlıklarını özgürce ve demokrasi içerisinde yaşamalarını hukuksal ve toplumsal güvencelere almaları halleri; o devlete demokratik karakterli, güçlü demokratik karakterli devletler kategorisine sokar.
Ama, kendi siyasal sınırları içerisinde etnik ve inançsal farklılıkları görmeyen, öteleyen, yok sayan devlet halleri de demokratik karakterli olmayan devlet hali olur. O devlet halinin ne olur sorusu da, diğer şeylerin paydaşlığı ile birlikte açık diktatörlük devlet biçimi olarak şekillenmiş hali olur.
Kuruluşu, var olduğu toprakların gerçeklerine uymayan devletler; tarihsel süreçlerin önlerine çıkardığı birlikte yaşamanın asgari koşulları gerçekliğine kendini yeniden düzenleyerek ve yapılandırarak varlığını devam ettirmemesi durumunda:
Kendi yapısal hastalığını kronik hale getirmiş olmaktadır.
Kendisinde kronik hastalık haline gelmesi, yurttaşları ile olan ilişkilerde kendisini mutlak dayatma noktasında olacaktır.
Onun bu mutlak dayatması, kendisinin öncelediği etnik ve inanç gruplu yurttaşları da ilişki ve çelişki süreçleri sonucu, kütlesel olarak devlet politikalarının sosyal ayakları ve tamamlayıcısı olacaklardır ya da devletin yapılandırılmasının etkin gücü olacaklardır.
Yaşanmışlıklar göstermiştir ki:
Devletin önemli bir yanı da onun sosyal, siyasal, kültürel ve eğitimin örgütlenmiş ağ hali olduğuna göre, sırtını dayadığı etnik ve inanç kütlesini de her gün ve her saat üretmek onun en temel önceliği olacaktır. Devletle bu toplum kütlesi arasındaki birbirini güçlendirme ilişkisi, bu kütleyi kütlesel karakter olarak devletin her icrasının savunucusu olmaya ve kendisine sağlanmış olan ayrıcalığı da güç asası olarak kullanması da; etnik ve inanç farklılıklarına şiddette devletle ortaklaşmayı beraberinde getirmektedir ve bunu da süreklilik halinde tutmaktadır.
Devlet yapısal hastalığını topluma yaymıştır. Toplumun hastalandırılmış olmasının, devletin bu hastalığa sağaltıcı bir şekilde yaklaşması yerine, bu hastalığın toplumu kangren gibi sarması için sosyal, siyasal, kültürel ve eğitim faaliyetlerini kararlılıkla devam ettirme halinde olmaktadır.
Hastalığın derinleştirilmesi bünyede mutlak çürümenin başlamasını beraberinde getirecektir.
Tam da bu durumda:
Devlet, kendi hastalıklı halini acilen tespit edip tedaviye başlayacaktır ve beraberinde de etnik ve inanç ayrıcalığını yaşattığı toplum kütlesine sağallaşmaları için yeni bir yaşam biçimi programlaması yapacaktır.
Ya da, kendisini intihara sürükleyecektir.
Unutmayalım ki:
Süreç ne kadar keskinleşirse, devletlerin ve toplumun önündeki seçeneklerde o kadar azalır ve nihayetinde sadece iki seçenek kalır durumuna gelenilir.
Ya dönüşmek,
Ya da kendini idam etmek.