Serkan Mısırlıoğlu’nun Fikret Başkaya ile yaptığı söyleşi
Serkan Mısırlıoğlu: BirGün gazetesinde Berkant Gültekin’le söyleşinizde “tartışmayı ‘Reel İslam’ kavramı dahilinde yapmak gerektiğin’ söylüyordunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Fikret Başkaya: Son tahlilde din de bir ideolojidir ve yoruma tabidir. Ve başlıca iki yorum mümkündür: Birincisi, mülk sahibi sınıfların, ezenlerin, sömürülenlerin, devletin, efendinin yorumu, yani egemenlerin yorumu; ikincisi de ezilenlerin, sömürülen sınıfların, egemenlik altındakilerin yorumu. Dinlerin ortaya çıkıp, kurumsallaştığı dönemden bu yana hep egemenler cephesinin yorumu geçerli oldu. Egemenlerin yorumu da benim “Reel İslam” dediğimdi. İbn-i Haldun: ” Halkın dini efendinin dinidir” derken, aynı şeyi ifade etmiş oluyordu. Velhasıl, ezilenler tarafından bir İslam yorumuna izin verilmedi. Mesela bundan 600 yıl kadar önce Şeyh Bedrettin, ezilenler tarafından bir İslam yorumu yapmak istedi, Serez Çarşısında idam edildi (1420). Sudanlı Şeyh Mahmut Muhammed Taha da benzer bir girişim başlatmıştı, o da 1986 yılında idam edildi. Velhasıl din her zaman güç, servet ve iktidar sahiplerinin hizmetinde oldu. Bu durum olağan, gerekli sayıldı ve dayatıldı. Tartışıp aşmak isteyenler lânetlendi…
Dolayısıyla, “Bu İslam değil”, “bu ben değilim”, “İslam da böyle şeyler yoktur”, vb. demenin bir karşılığı yok. Sen öyle bir yorumdan hareketle böyle yaparsın, başkaları da çıkar başka bir yorumdan hareketle başka şeyler yapar… Nitekim, İŞİD’ciler, El- Kaideciler ve şürekası, yaptıkları katliamları, işledikleri vahşi cinayetleri, insanlık suçlarını, Kur’an’dan ayetlere dayandırıyorlar…
MSM: O halde siz Müslüman toplumların ‘geri kalmışlığını’ dine dayandıranlara katılmıyorsunuz?
FB: Öyle denirse, o zaman aynı şeyin mesela Hristiyanlık için de geçerli olması gerekirdi… Eğer Müslüman toplumların bu günkü ‘geriliği’ dine, İslam’a dayandırılırsa, o zaman Müslüman olmayan ama az-çok benzer durumda olan onca Latin Amerika, Afrika ve Güney Asya toplumlarının içinde bulundukları durumu açıklamak mümkün olmazdı. Öyle bir yaklaşım, ideolojilere hak etmedikleri bir güç ve önem izafe etmek demeye gelir. Kaldı ki ve eğer öyle olsaydı, Müslüman-Arap toplumları parlak bir medeniyetin yaratıcısı olamazlardı… Aslında ekseri gözden kaçan bir hususu da hatırlamak gerekiyor: Bu günkü Batı Medeniyetinin yükselmesinde Müslüman- Arap dünyadan çıkan düşünce ve bilim adamlarının, alimlerin katkısı yok sayılıyor. Oysa Batı Aydınlanmasında Müslüman Dünyanın düşünce ve bilim insanlarının önemli bir payı var. Kaldı ki, uygarlık kimsenin babasının tapulu malı değildir, insanlığın ortak eseridir, ortak mirasıdır, ortak başarısı ve kazanımıdır. Tarih boyunca uygarlıklar birbirlerinden iktibas yaparak ilerlediler… Önemli bir husus da, modernleşmeyi Batılılaşmayla özdeş saymamanın yanlışlığıdır…
Aslında Müslüman-Arap toplumlarının bu günkü durumun açıklayan iki nedenden söz edilebilir: Birincisi, belirli bir tarihten sonra İslam düşüncesinde tartışmanın yasaklanması, düşüncenin dondurulmasıdır. Öyle bir şey, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğinin dumura uğratılması demeye geliyor ki, maalesef bu gün de “Şark cephesinde yeni bir şey yok”. Bağnazlık, düşünceyi -tartışmayı yasaklama, özgür düşünce düşmanlığı aynen devam ediyor; Ve ikincisi de, söz konusu toplumlar Batı’da (Avrupa’da) yükselen ve yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizmin meydan okumasına gerekli zamanda gerekli cevabı vermekte yetersiz kaldılar. Kolonyalizmin ve emperyalizmin kendini dayattığında da artık iş işten geçmişti… Dolayısıyla, kapitalizmin, emperyalizmin, kolonyalizmin tahribatını, sömürü, bağımlılık ve şartlandırma ilişkisini, dikkate almak gerekiyor. Aksi halde yapılan tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olmaz…
SMS: Kapitalizmin ilk yükselme aşamasında Mısırda Mehmet Ali Paşa’nın, Osmanlı İmparatorluğunda da “Yenilikçi Hareketin” çıkışı, o meydan okumaya bir cevap değil miydi?
FB: Eğer Mısırda M. Ali Paşanın başlattığı hamle başarılı olsaydı, bu gün sadece Orta-doğu ve İslam coğrafyası değil, dünyanın manzarası da çok farklı olurdu. Maalesef M. Ali Paşa’nın çıkışı, tebarüz (emergence) denemesinin önü kolonyalist-emperyalist Batı tarafından kesildi. Osmanlı İmparatorluğundaysa, “yenilikçilik” güdük bir hareket olmanın ötesine geçemedi. Nitekim, Batı’dan kimi söylemleri ve kurumları ithal ettiler ama amaçları yeni bir şey yapmak değildi, “Eskiyi’, yani devleti korumaktı. Aynı şey az-çok Cumhuriyet döneminde de söz konusuydu… Ve tüm bu zaman zarfında bu topraklarda, bu coğrafyada gerçek bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmadı…
SMS: Taha haber sitesine verdiğiniz röportajda, “Politik İslam’ın” iflas ettiğini söylüyorsunuz?
FB: Evet öyle. Politik İslamcılar güya toplumu dönüştürmek/değiştirmek üzere yola çıktıklarını söylüyorlardı ama sonuçta kendilerini değiştirdiler… Belki foyaları meydana çıktı, gerçek niyetleri teşhir oldu demek daha doğru… Aslında Politik İslam’ın alternatif bir toplum projesi yok, olması da mümkün değil. Kapitalizmi ve onun şimdilerde geçerli olan vahşi neoliberal versiyonunu asla sorun etmiyorlar. Dünyayı anlamaktan acizler. Dünyayı anlamaktan aciz olanların bu dünyanın, bu toplumların insanlarına teklif edebilecekleri bir şey olabilir mi? O zaman ne yaptılar? Kendilerini zenginleştirdiler. Bütçeyi, hazineyi, kamu kaynaklarını yağmaladılar. Tabii bunu yaparken de hep İslam’a, gönderme yaptılar, İslamî ilkeleri ve değerleri ağızlarından düşürmediler. Oysa yaptıklarıyla söyledikleri arasında devasa bir uçurum var…
Kapitalizmi/ neoliberalizmi sorun etmeden, anlamadan, kapitalizmin radikal bir eleştirisini yapmadan, kimsenin bir şey yapma şansı yok. Kapitalizm sadece şeyleri metalaştırmıyor. Tüm sosyal ilişkileri, tüm kültürleri de metalaştırıyor. Yani din-iman tanımıyor. Bir tsünami gibi her şeyi kapsıyor, içine alıyor, dönüştürüyor, içini boşaltıyor, dejenere ediyor! Velhasıl, insanlar arasındaki tüm ilişkileri, tüm fikirleri ve manevi değerleri kendi mantığıyla uyumlu hale getiriyor, şeyleştiriyor (réification) metaya dönüştürüyor. Hiç bir şeyi ıskalamıyor. Marx’ın “meta dünyasında mündemiç fetişizm” dediği şey yani… Zira, öyle İslam imajını pazarlamakla olacak şey değil. Mesela ne yapıyorlar? Kapitalizmin ürettiği mallara “helâl” etiketi yapıştırıyorlar, veya İslam mührünü vuruyorlar ve sanki yeni bir şeymiş gibi de pazarlıyorlar… Oysa kelimelerin ve kavramların önüne getirilen niteleme sıfatları mutlaka bir şeyi olduğundan farklı gösterme, aldatma, yanıltma, kandırma, ideolojik bulanıklık yaratma amacı taşır. İşte “katılımcı demokrasi” söyleminde demokrasinin önüne getirilen “katılımcı” ön eki gibi… Sanki katılım olmadan demokrasi olurmuş gibi… İslam su, İslam soda, İslam turizm ajansı, İslam fast-food, İslam şekeri, İslam Bankası, İslam Oteli, İslam borsası, İslam turizmi, islam modası, helâl turizm, vb… Mesela bir İslam tişortta farklı olan ne var? “Helâl suyun” ne özelliği var? Herhangi bir mala “İslam” etiketi yapıştırılınca, İslam damgası vurulunca, sanki o mala bir katma değer ilave edilmiş gibi bir izlenim yaratılmak isteniyor… Basbayağı bir yanıltma-aldatma şaklabanlığı… Tam bir “Abra-Kababra” operasyonu yani… Amaç, dini sermayeye yeni değerlenme alanları ve yeni pazarlar açmak, müşteri çekmek ve kârı, dolayısıyla sermayeyi büyütmek, zenginleşmek…
MSM: Müslüman iş adamı “Jet Fadıl” Hint Okyanusu’ndaki bir adada “helâl tatil” için inşa edilmiş süper lüks bir otelin reklamını yapıyordu. Otele de Ebu Eyyûp El Ensari’nin (Eyüp Sultan’ın) adını vermişler?
FB: Aslında verdiğin bu örnek ne demek istediğimi çok iyi anlatıyor. Eyüp Sultanı reklam aracı yapmakta bir beis görmüyorlar! Oysa, yapılanın dinle, Müslümanlıkla bir ilgisi yok. “Nasıl zengin olurum, nasıl yağmalarım, nasıl talan ederim, nasıl aldatırım, nasıl üterim… sorusuyla ilgisi var… Allah aşkına “helâl” su, “helâl” soda ne demek? Bu ne utanmazlıktır, ne kendini bilmezliktir, ne ilkelliktir! O köşe dönme şampiyonu Müslüman işadamları suyu ‘ helâl” ilan ettirmeden önce su ne idi? Ne oldu, ne yapıldı da su birden bire “helâl” oldu? O suyu yüzlerce, belki binlerce yıldır içenler sizin helâl ilanınızdan önce “haram su” mu içtiler onca zamanda. Böylece insanları ikiye ayırmış oluyorlar: Helâl su içenler ve haram su içenler? Lâkin bir mesele var: Acaba suyu “helâl” ilan edenlerin suyun özelleştirilmesine, parayla satılmasına bir itirazları var mı? Neden ortaya çıkıp, “Allah’ın suyunu satmak, sudan kâr etmek kimsenin haddine değildir” demiyorlar? Diyebilirler mi? Aynı şekilde kâr etmek için suyu kirletenlere söyleyecek bir çift sözleri var mı?
MSM: Politik İslam- demokrasi ilişkisine gelirsek, Politik İslam demokrasiyle bağdaşır mıdır? Mesela Batıdaki Hristiyan Demokrat Partiler gibi “Müslüman Demokrat Partiler” mümkün mü? Bir de, Müslüman Arap toplumlarındaki ‘demokrasi zaafını” sadece emperyalizmle, dış etkenlerle açıklamak mümkün mü?
FB: Demokrasi son derecede önemli. Şahsen demokrasinin gerçekleşmesini, insan haysiyetinin gerçekleşmesiyle bir ve özdeş sayıyorum. Ve maalesef dünyada ” işte demokrasi bu” denebilecek bir örnek, bir pratik yok. Sadede gelirsek, Politik İslamcıların kitabında demokrasi, özgürlük, sosyal eşitlik… gibi kavramlara yer yok… Bunları Batı icadı sayıp lânetliyorlar. Örgütsel yapıları ve işleyişleri de öyle bir şeye izin vermiyor zaten… Gizli bir örgüt, bir “Mürşit” tarafından yönetiliyor ve biricik amaçları da şeriata dayalı bir düzen kurmak… Eğer Politik İslam’ın ana gövdesini Müslüman Kardeşlerin oluşturduğu kabul edilirse, o örgüt kurulduğu günden (1928) beri varlık nedeni o dönemde ortaya çıkan ulusçu, ilerici, demokrat, sosyalist, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist hareketlerin önünü kesmekti… Zaten daha baştan itibaren de emperyalizm tarafından araçlaştırıldı, yönlendirildi, kullanıldı ve hâlâ da kullanılmaya devam ediliyor… Orada demokrasi aramak beyhude bir çabadır… İktidar olduklarında kuracakları rejim, olsa olsa faşizmin din soslu bir versiyonu olabilir…
Sorunun ikinci kısmına gelirsek, Müslüman- Arap toplumlarında ve Türkiye’deki demokrasi zaafını sadece dış faktörlerle, dış belirleyiciliklerle, emperyalizmin komplolarıyla açıklamak mümkün değildir. Aynı şekilde ‘zalim’ diktatörlerin ve Siyonist İsrail’in varlığıyla da açıklanamaz. Bu topu taca atmak olur. Asıl neden bu büyük coğrafyada insanların yurttaş mertebesine yükselememeleriyle ilgili. Mesela bizde Padişah’ın kulu Cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Tebâ niteliğini korudu. Aksi halde bu günkü kepazelik mümkün olur muydu? Kitleler kaşarlanmış profesyonel politikacılar tarafından bu kadar kolay aldatılabilir miydi? Diğer yerlerdeyse durum bizdekinden de kötü… Özgür düşüncenin, özgür tartışmanın, eleştirel bilincin gelişmediği yerde, yurttaş da olmaz, özgürlük de olmaz, demokrasi de olmaz… Onun için asıl sorunları tartışabilme basiretine sahip olmak gerekiyor. Bütün nedenler içinde “asıl neden” ne denirse, maalesef bizim coğrafyamızda gerçek bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmadı. Dışarlarda sorumlu arayıp-bulmakla bir yere varmak mümkün değil…
MSM: Son olarak sormak istediğim şu: İŞİD’le mücadele konusunda kafalar karışık. Güya İŞİD’le mücadele amacıyla ABD öncülüğünde 40 kadar ülkenin katıldığı bir ‘anti-İŞİD koalisyon oluşturuldu. Ve bir arpa boyu yol alınmış değil. Aslında yapılmak istenen ne?
FB: Doğrusu şu kadarlık ömrümde yalanın ve ikiyüzlülüğün bu boyutlara ulaşacağı hiç aklıma gelmezdi. Medya, politikacılar ve kimin hesabına düşündüğü malûm, yüksek prestijli “düşünce kuruluşları” koalisyonu, sabahtan akşama yalan üretiyorlar ve ürettikleri yalan ultra-modern iletişim araçlarıyla anında dünyanın dört bir yanına yayılıyor… Ve kafalar bulandırılıyor. EL-Kaideyi ve İŞİD gibi türevlerini ABD peydahladı, eğitti-donattı, silahlandırdı, finanse etti, yönlendirdi, , jeo-stratejik ve jeopolitik amaçları için kullandı ve kullanmaya devam ediyor. ABD ve müttefiklerinin asla İŞİD’le mücadele diye samimi bir niyetleri yok. ABD, Dünya’ya kendini “demokrasinin ve insan haklarının timsali” olarak sunduğu için ve o imajın zedelenmesini istemediği için, sanki İslamcı terörle mücadele ediyormuş gibi bir izlenim yaratmaya çalışıyor… İşte o koalisyona üye ülkelerden biri de Türkiye (AKP iktidarı demek daha doğru olur), oysa Türkiye Devleti ta baştan beri tüm Cihatçı örgütleri destekledi ve desteklemeye de devam ediyor. Koalisyon tarafından yapılan hava operasyonlarının bir işe yaramayacağını herkes biliyor… Amaç ahmakları aldatmak, zaman kazanmak… ABD’nin başını çektiği “koalisyonun” asıl derdi İŞİD, ve diğer Cihatçılar değil. Öyle olsa, “eğit-donat” gibi saçmalıklar gündeme gelir miydi? Onların asıl hedefi Suriye devletini çökertmek, toplumun dokusunu parçalamak. Libya’da, Irak’ta yapılanı orada da tekrarlamak istiyorlar. Amaç bölgeyi kaos ortamına hapsetmek… Aslında orada İŞİD ve diğer El-Kaide türevleriyle savaşan iki güç var: Suriye devleti ve Kürt PYD güçleri. Eğer gerçekten İŞİD’le mücadele niyeti varsa, yapılacak iş çok basit: Onların safında mücadeleye katılırsın, olur-biter… ABD’nin ve AB’li müttefiklerinin amacı emperyalist hegemonyaları için sorun çıkarma potansiyeli olan devletleri etkisizleştirmek… Asıl hedefte de Rusya Federasyonu ve Çin var. Tabii İran var. Ama artık “köpeksiz köyde değneksiz gezme” devri kapandı… ABD’nin jeo-stratejisi patinaj yapıyor…
MSM: Doğrusu bu güzel cevaplar için size teşekkür ediyorum.
FB: Ben de güzel sorulanız için…