Kıbrıs iktibasNiyazi Kızılyürek1974 Temmuz’u – Niyazi Kızılyürek
yazarın tüm yazıları:

1974 Temmuz’u – Niyazi Kızılyürek

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

15 Temmuz 1974 sabahı saat tam 8.17’de Kıbrıs’ta Yunan Alayında görevli Albay Georkitsis’in Yunan Genelkurmay Başkanlığına gönderdiği bir mesajda yer alan üç kelime Kıbrıs tarihinin akışını değiştirecekti: “Aleksandros Hastaneye Kaldırıldı”. “Kıbrıs’ta darbe başlamıştır” anlamına gelen bu şifreli mesajı Yunan Cuntası içinde çok az kişi biliyordu. Önceden kararlaştırıldığı üzere, şifreli haberleşme “Aleksandros’un hastalığının seyri” üzerinden devam edecekti. Darbe istenildiği gibi giderse, “Aleksandros iyi gidiyor” mesajı geçilecekti. Kötü giderse, “Aleksandros’un sağlık durumu ağırlaşıyor” denilecekti…

“Aleksandros” beklenenden de hızlı “iyileşti”. Darbe, geride 98 ölü bırakarak iki saat içinde amacına ulaştı. Aslında kısmen ulaştı, çünkü Yunan Genelkurmay Başkanı Bonanos’un emri “Makarios’u ya öldürün ya da yakalayın” şeklindeydi. Darbe günü Makarios’un öldüğü duyurulduysa da, darbeden kurtulmayı başaran Makarios Baf’a kaçtı ve yerel bir radyodan Kıbrıs Rum halkına seslendi: “Kıbrıs Rum Halkı, duyduğun ses tanıdıktır. Benim, Makarios… Senin seçtiğin lider… Atina Cuntasının ve buradaki temsilcilerinin istediği olmadı. Ölmedim, yaşıyorum.” Makarios, devamla, Kıbrıslı Rumları Yunan Cuntasına karşı direnmeye çağırdı: “Kıbrıs Helenizm’inin şu anda verdiği mücadele kutsal bir mücadeledir ve zafer bizim olacaktır…”

Ne var ki, zafer Makarios’un olmadı. Milli Muhafız ordusu 16 Temmuz günü Baf’a ulaşınca, Makarios ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

ABD’nin darbedeki rolü bugüne kadar tam olarak açıklığa kavuşmadı. Bazı CIA ajanlarının Yunan Cuntasını darbe için teşvik ettiğine dair ipuçları vardır ama bunun Amerikan hükümetinin, dolayısıyla da Kissinger’in resmi politikası olup olmadığı bugüne kadar tartışma konusudur. Fakat şurası kesindir: ABD darbenin engellenmesi için ciddi bir girişimde bulunulmadığı gibi, darbeden sonra Makarios’un adaya geri dönmesini de engelledi. Büyük Britanya ve Avrupa Ekonomik Topluluğu Makarios’un geri dönüşünü desteklerken, ABD buna şiddetle karşı çıkıyordu. Kissinger bu konuda Başkan Nixon’a şöyle diyordu: “Kıbrıs’ta sorun, Avrupalıların Makarios’un geri getirilmesi için ortak görüş beyan etmeleri ve bizim Yunanlılara baskı yapmamızı istemeleridir. Benim kaygım, Makarios’un şimdi komünistlere ve Doğu Blokuna yaslanmasıdır.”

Kissinger Makarios’un geri dönemsi için Yunan Cuntasına baskı yapmak istemiyordu. Bu Cuntanın iktidardan düşmesi demekti ve Kissinger Cuntanın iktidardan düşmesine kesinlikle karşı çıkıyordu. ABD’nin bu yaklaşımı NATO Genel Sekreteri Joseph Lüns’ü bile rahatsız etmişti. Lüns, “Amerikalıların Yunanistan’da demokratik bir rejimin kurulmasına neden karşı çıktıklarını anlamıyorum” diyordu.

 

Darbe ve Türkiye

Türkiye başından beri 15 Temmuz darbesinin Kıbrıslı Rumların iç meselesi olmadığını, bunun Yunan Cuntası tarafından yapılan bir dış müdahale olduğunu söylüyordu. Nitekim Türk Alayının başında bulunan Albay Katırcıoğlu, darbeden hemen sonra İngiliz diplomatlara Yunan Alayının darbede önemli rol oynadığını kanıtlayan fotoğraflar göstermişti. Başbakan Bülent Ecevit de konuşmalarında Yunan müdahalesinden söz ediyor ve Garanti antlaşmasının çiğnendiğini vurguluyordu. 15 Temmuz günü Bakanlar Kurulu toplantısından sonra yaptığı açıklamada “bu, bir Yunan müdahalesidir” diyordu ve ekliyordu: “Ada’daki anayasal düzen yıkılmış, gayrı meşru bir askeri yönetim kurulmuştur. Türkiye bunu antlaşmaların ve garantilerin ihlali saymaktadır.” Ecevit aynı gece yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra da benzer açıklamalar yapmıştı: “Kıbrıs’ın bağımsızlığı için hazırlanmış olan Garanti Antlaşmasının 4.üncü maddesinin işletilmesi ve Samson düzeninin değiştirilmesi için adada bir Türk askeri mevcudiyetinin bulundurulması gerekmektedir. Hazırlıklar başlamalıdır.”

Görülebileceği gibi, Türkiye daha darbenin ilk günü, yani 15 Temmuz’da, müdahaleye karar vermişti. Müdahale etmek için beş günlük bir hazırlığa ihtiyaç duyuluyordu. Bu da Ecevit’e Garantörlük antlaşmasının 4.üncü maddesini işletip diğer Garantör ülkelerle istişare etmek için olanak sağlıyordu. Yunanistan darbeyi bizzat örgütlediğinden, Yunanistan ile temas kurulması düşünülemezdi. Dikkatler diğer garantör ülke olan Büyük Britanya’ya çevrildi ve Bülent Ecevit kalabalık bir heyetle 17 Temmuz’da Londra’ya uçtu. Ecevit, İngiliz hükümetine iki öneri sundu: a) birlikte müdahale etmek, b) bu olmuyorsa, Türkiye’nin İngiliz üslerini kullanarak adaya tek başına müdahale etmesi….

Ecevit, ortak müdahalenin iki toplum arasında işbirliği için iyi bir fırsat olacağını, “tuhaf duyulsa bile Türkiye’nin Makarios’un gitmesine neredeyse ağladığını” söylüyordu ve bunun adada “bir ulus oluşturma” fırsatını yarattığını ve bu fırsatın heba edilmemesi gerektiğini ileri sürüyordu. Ecevit, “bir ulus oluşturmadan gerçek bir bağımsızlıktan söz edilemeyeceğini” ve “Kıbrıs’ın ulus olma fırsatını yakaladığını” iddia ediyordu. Ecevit, ortak müdahaleden sonra Türkiye’nin “minimum” beklentilerini ise şöyle sıralıyordu: Gelecekte Kıbrıs’ın statüsü ne olursa olsun, ister bağımsızlık isterse herhangi başka bir yapılanma, Türkiye’ye yakın bir yerde, yani adanın kuzeyinde, Kıbrıslı Türklerin denize açılan yerleri olsun…

Görüleceği gibi, Türkiye bir yandan coğrafi ayrılık esasına göre Kıbrıslı Türklerin denize açılan yerlerde toplanmasını savunuyor, diğer yandan da iki toplumun “tek ulus” olarak kaynaşmasından söz ediyordu…

İngiliz hükümeti Ecevit’in iki önerisini de geri çevirdi. Bu aslında Türkiye’nin beklemediği bir durum değildi. Nitekim Ecevit 20 Temmuz günü TBMM’nin kapalı oturumunda bu konuda şöyle diyordu: “teklifinin kabul edilme şansının çok fazla olmadığını elbette biliyorduk. Çünkü İngilizlerin üsleri konusundaki hassasiyetini herkes gibi biz de biliyorduk.”

Bülent Ecevit Londra’da Amerikalı diplomat Joseph Sisco ile de bir araya geldi. Özellikle ikinci toplantıda Ecevit’in tavrı oldukça sertti. İki geçici otonom idarenin kurulmasını ve bu idarelerle üç garantör ülkenin yapacağı bir anlaşmayla yeni bir yasal statünün oluşturulmasını savunuyordu. Kıbrıs Türk toplumunun bütün deniz ve hava limanlarında söz sahibi olmasını veya bu limanların iki toplum tarafından birlikte yönetilmesini talep ediyordu. Ayrıca, Kıbrıslı Türklerin denize açılan bölgelere sahip olmasında ısrar ediyordu. Sisco, Ecevit’in sert tutumunu “şahinler tarafından baskı altına alınmasına” bağlıyordu. Türkiye’nin askeri müdahalesini askıya alamayacağını anlayan Sisco, Ecevit’e, Atina’da Cunta yetkilileri ile görüşmeler yaptıktan sonra 20 Temmuz’da Ankara’ya uğramayı önerdi. O gün çıkarma yapılacağını bilen Ecevit, Sisco’ya 19 Temmuz’da gelmesini söyledi. Sisco, Atina’da yaptığı görüşmelerden sonra Ankara’ya gitti ve 20 Temmuz sabahı saat 02.00 ile 04.30 arasında Bülent Ecevit ve Turan Güneş ile görüştü. Hiç bir sonuç alamadı. Ecevit, en iyi çözümün Türkiye’nin adaya asker çıkarıp güç dengesinin kurulması olduğunu, güç dengesi sağlandıktan sonra müzakereler yoluyla çözüm bulunabileceğini söylüyordu. Sisco, bir kez daha Atina’da görüşmeler yapabilmek için Ecevit’ten müdahaleyi 48 saat ertelemesini istiyordu. Ecevit konuyu Bakanlar Kurulu ile görüşeceğini söyledi ve saat 05.00’te Sisco ile son kez bir araya geldi. Ecevit Amerikalı diplomata ertelemenin mümkün olamayacağını, Türk askerlerinin adaya ayak basmak üzere olduğunu ifade ediyordu…

 

Makarios’un Tarihi Konuşması

Türk askerlerinin adaya ayak basmasına çok az bir süre kala Başpiskopos Makarios 19 Temmuz’da Güvenlik Konseyi’nde yaptığı tarihi konuşmada Yunanistan’ın Kıbrıs’ı işgal ettiğinden söz ediyordu: “Yunanistan’ın Askeri rejimi Kıbrıs’ın bağımsızlığını ihlal etmiştir. Yunan Cuntası Kıbrıs halkının demokratik haklarına ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına ve egemenliğine zerre kadar saygı göstermeden diktatörlüğünü Kıbrıs topraklarına yaymıştır.”

Makarios, Cuntanın Kıbrıs’ta olup bitenleri Kıbrıslı Rumların “iç meselesi” olarak göstermek istediğini fakat bunun gerçek olmadığını belirttikten sonra, “söz konusu olan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ve egemenliğini ihlal eden dış kaynaklı işgaldir” diyordu. “Makarios, darbeden sonra Cuntanın “cumhurbaşkanı” atadığı Nikos Samson’u “ünlü bir katil” olarak tanımlıyor ve şöyle diyordu: “Bazıları Kıbrıs’ta devrim olduğunu ve yeni hükümetin devrim yasası temelinde kurulduğunu ileri sürebilir. Böyle bir şey olmadı. Kıbrıs’ta iç mesele olarak görülebilecek bir devrim olmadı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğini ve bağımsızlığını ihlal eden işgal oldu. İşgal devam etmektedir ve Kıbrıs’ta Yunan subayları olduğu sürece de devam edecektir. Normal anayasal düzene geri dönmezsek, demokratik özgürlükler yeniden tesis edilmezse, bu işgalin Kıbrıs için sonuçları kalıcı olacaktır.” Makarios sözlerine şöyle devam ediyordu: “Kıbrıs’ta yaşanan olaylar Kıbrıslı Rumların iç meselesi değil. Kıbrıslı Türkleri de etkileyen, onları da ilgilendiren olaylardır. Yunan Cuntasının darbesi bir işgaldir ve sonuçları Rum Türk, bütün Kıbrıs halkına zarar vermektedir.” Makarios sözlerini, Milli Muhafız ordusunda görev yapan Yunanlı subayları geri çağırmak ve Kıbrıs’taki işgale son vermek için Güvenlik Konsey’inin Yunanistan’a çağrı yapmasını isteyerek tamamladı.

 

Ve Türk Askeri Kıbrıs’ta

Başpiskopos Makarios 19 Temmuz Cuma günü Güvenlik Konseyi’nde yaptığı ve Cuntayı Kıbrıs’ı işgal etmekle suçladığı konuşmasını bitirdiğinde, Kıbrıs’ta saatler 22.30’u gösteriyordu. Türkiye’nin adaya müdahalesi ise 20 Temmuz günü sabahın erken saatlerinde başlayacaktı. Yani, Makarios’un konuşmasından tam 6-7 saat sonra… Önce su altı komandoları amfibi harekatının gerçekleştirileceği “Pladini” plajını (bugün Yavuz Çıkarma Plajı olarak anılan yerin gerçek adı Platani idi) taradı ve mayın olmadığı tespit edildi. Mayın arama tarama operasyonu tamamlanır tamamlanmaz, Türk savaş uçakları önceden belirlenen Kıbrıs Rum ve Yunan hedeflerini bombalamaya başladı. Saatler 0.620’yi gösteriyordu… Uçaklar bombalarla birlikte bildiri de atıyordu. Yunanca ve Türkçe olarak kaleme alınan bildirilerde “Türk askerlerinin ayak bastığı her yerde, din ve ırk ayırımı yapılmaksızın herkesin şeref, can ve mal güvenliği Türk askerinin güvencesi altında bulunmaktadır” deniyordu. Bir bildiride aynen şunlar yazılıydı: “Kıbrıs Rumları, Dost ACI SÖYLER fakat DOĞRUYU SÖYLER…. Şu anda JET UÇAKLARIMIZ ACI KONUŞUYOR… Fakat HAKİKATTE HEDEFİMİZ, sadece Türk ve Rum cemaatlarının sulh ve huzur içinde KARDEŞÇE YAŞAMASIDIR….” Bildirilerin altında “KIBRIS TÜRK BARIŞ KUVVETLERİ KOMUTANI” imzası vardı.

Başbakan Bülent Ecevit 20 Temmuz sabahı yaptığı konuşmada “Biz aslında savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz” diyordu. Rauf Denktaş da 20 Temmuz sabahı Bayrak radyosunda yaptığı konuşmada müdahalenin amacının adaya barış getirmek olduğunu söylüyordu: “Bu bir istila değildir. Kıbrıs’ın bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü ve güvenliğini yeniden tesis etmek için girişilen ve sadece bu gayeye matuf sınırlı bir polis harekatıdır.(…) Hepimizin vazifesi, bu harekatı hedefinden saptırmamak, kan akmasını önlemek, bir an evvel Kıbrıs’a barış getirmektir. (…) Zafer, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin savunucusu tüm Kıbrıslılarındır.”

Oysa gerçekte Türkiye adaya asker çıkarırken önceden hazırlanan planlar çerçevesinde adayı ikiye bölmek niyetindeydi. Coğrafi bölünmeyi, Kıbrıs Rum nüfusunun zorla yer değiştirmesi sonucunda demografik bölünme izleyecekti. Nitekim adaya “barış” getirmek istediğini söyleyen Bülent Ecevit, 20 Temmuz sabahında TBMM’nin gizli oturumunda nasıl bir Kıbrıs tahayyül ettiğini şu sözlerle anlatıyordu: “Kıbrıs için behemehal bir yeni devlet statüsü oluşturulması gerekir, daha doğrusu bir devlet statüsünün yeniden oluşturulması gerekiyor. Bu eski statünün bir benzeri olabilir, çok değişik bir statü olabilir…” Ecevit, konuşmasında 20 Temmuz öncesinde yapılan diplomatik temaslara da değinmişti ve Türkiye’nin müdahaleden vazgeçmesi için ileri sürdüğü şartları açıklamıştı. Bu şartlara baktığımız zaman, bunların 1974 savaşından sonra masaya konan şartlarla büyük bir benzerlik gösterdiğini görürüz. Bu da, Türkiye’nin ya savaş yoluyla ya da savaşmadan, yani her durumda “yeni bir statü” dayatmak niyetinde olduğunu gösteriyor.

Ecevit’in savaşmamak için ileri sürdüğü şartlar kendi sözleriyle şöyleydi: “Bir çıkış yolu vardır; adada Geçici Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ile Geçici Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bulunması. Bunların kabul edilmesi gerekir dedik. Geçici tabirini de şunun için önerdik. Kıbrıs Devleti yıkılmıştır aslında, anayasal temeli çökmüştür, güvencesi kalmamıştır, ne temeli, ne başı kalmıştır. Devletin yeniden kurulması gerekiyor. Eski biçimiyle veya değişik biçimle. Onun için bir kuruluş döneminden geçilmesi gerekiyor. O dönem için iki geçici hükümet olur, her hükümet kendi başında muhtar olur diye düşündük.” Bülent Ecevit konuşmasında, devamla, Kıbrıslı Türklerin deniz ve hava limanlarına çıkabilme hakkına sahip olma şartını ileri sürüdüğünü anlatır ve “bunun mutlaka sağlanması gerektiğini” vurgular. Ayrıca, adada “Türk varlığı, Türk askeri gücünün konumlandırılmasını” şart koştuğunu söyler.

Bülent Ecevit’in 20 Temmuz günü TBMM’nin kapalı oturumunda dile getirdiği görüşler, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale ederken izlediği stratejiyi bütün açıklığıyla ortaya koyuyordu. Amaç, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde bozulan anayasal düzeni yeniden tesis etmek değil, etnik grupların sahip olacağı iki ayrı hükümetin yeni bir devlet (federal) kurmalarıydı.

Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel de TBMM’de yaptığı konuşmada “gücün gereği yeni bir nizamdan” söz ediyordu: “Bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır. Binaenaleyh, Türkiye bugün 1960 Kıbrıs Devletine hayatiyet veren Anlaşmaların şartlan içerisinde de kalamaz. Binaenaleyh, bu yeni nizamı kurarken, fevkalade dikkatli davranılması gereğine ve böyle büyük hadiselerin sık sık meydana gelmemesi için, masa başına güçle oturulduğu inşallah nasip olacaktır ve bu gücün gereği olan bir yeni nizamın kurulmasına azami dikkati sarf etmemiz gerekecektir.”

Başbakan Bülent Ecevit konuşmasında ABD’nin Türkiye’nin müdahalesi karşısında takındığı tavra da değinmişti. Ecevit ABD’nin yeşil ışık yakmadığını ama kırmızı ışık da yakmadığını söylüyordu. Joseph Sisco ile yaptığı görüşmelerde ABD’nin en büyük endişesinin Kıbrıs’ta komünizmin güçlenmesi olduğunu belirttikten sonra, Sisco’ya, komünizme karşı en iyi panzehrin Türkiye’nin adadaki varlığını güçlendirmek olduğunu söylediğini aktarıyordu…

Türkiye’nin “yeni bir statü” dayatmak amacıyla başlattığı savaş 20 Temmuz günü sabahın erken saatlerinde Türk keşif uçaklarının sortileriyle başladı. Keşif uçuşlarının tamamlamasından sonra savaş uçakları adayı bombalamaya başladı. Ardından da havadan indirme, atlama ve denizden çıkarma operasyonlarıyla Türk askerleri Kıbrıs’a ayak bastı. Kırnı bölgesi ile Gönyeli’nin kuzeyine atlayan ve inen askerlerle denizden çıkan askerler Girne boğazında birleşerek bir köprübaşı oluşturacaklardı. Nitekim savaşa 39. Tümen Komutanı olarak katılan, daha sonra da Kıbrıs Barış Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapan Bedrettin Demirel “harekâtın ana fikrini” şu sözlerle özetliyordu: “Kıbrıs Harekâtı’nın ana fikri kısaca, harekâtın baskın şeklinde icrası, çıkan ve atlayan birliklerin süratle birbiri ile birleşmesi ve Kıbrıs’ta ilk safhada emin bir askeri bölgenin ele geçirilmesiydi.”

 

Orgeneral Demirel: “Birinci Harekat Başarısız”

Türk Silahlı Kuvvetlerinin kesin üstünlüğü ve Kıbrıs Rum toplumunda yaşanan iç savaşa rağmen, 20 Temmuz sabahı başlayan harekat Türkiye’nin istediği hızda ilerlemiyordu. Orgeneral Bedrettin Demirel’in belirttiği gibi, öğleye kadar birliklerin hepsi karaya çıkmıştı ama “emniyetli bir kıyıbaşı tutmak ve derinlikte ilerlemek mümkün olmamıştı. Kıyıbaşı ile havabaşı arasında herhangi bir irtibat yoktu. Havadan indirilen ve denizden çıkarılan birlik komutanlarının birbirlerinden haberleri yoktu.” Türk ordusunun yaşadığı organizasyon ve koordinasyon sorunları harekat boyunca devam etti. 21 Temmuz günü Türk savaş uçakları Türk savaş gemisi Kocatepe’yi batırdı. Güvenlik Konsey’inin çağırısı ve ABD’nin baskısı üzerine taraflar 22 Temmuz günü ateşkes imzalamayı kabul ettiğinde, Türk birlikleri önceden belirlenen hedeflere ulaşmamıştı. Orgeneral Bedrettin Demirel’in sözleriyle, “inen, atlayan ve çıkan birlikler 22 Temmuz’a kadar birleşememişlerdi. İki günlük cephane ve yiyecekleri vardı. Bunlar tükenmiş olabilirdi. En önemlisi, Girne o güne dek düşürülmemişti.” 22 Temmuz günü saat 17.00’de ateşkes sağlandığında Girne ele geçirilmiş olsa da, Türk birlikleri istedikleri yerlere kadar ilerleyemediler. Bu yüzden ateşkes sonrasında ilerlemeye devam ettiler. Türkiye ateşkesi ihlal ederek karada ilerlerken, diğer yandan da adaya yığınak yapıyordu. 27 Temmuz gününe kadar aday 16 bin asker, 46 tank ve 88 helikopter sevk edilmişti. 8 Ağustos’ta ise bu rakamlar ikiye katlanarak 36 bin asker ile 200 tank çıkarılmıştı.

Birinci Harekat planlama ve uygulama açısından genellikle “başarısız” olarak değerlendirildi. Girne’nin batısından karaya çıkan askerler Girne’yi alacak kadar ilerlemede bile epeyce güçlük çekmişti. Havadan indirilen paraşütçü birliği önemli kayıplar vermişti. Türk ordusunun başarısızlığı karşısında telaşa kapılan Kissinger Amerika’nın Genel Kurmay Başkanı General George Scratchley Brown’u arayarak bu askeri başarısızlığın NATO açısından ne anlama geldiğini soruyordu. Orgeneral Bedrettin Demirel de yabancı askeri ateşelerin Birinci Harekatı “Poorly Planed and Poorly Examined”, yani, “yetersiz planlanmış ve yetersiz icra edilmiş” bulduğunu söylüyordu.

 

Cenevre Görüşmeleri

Ateşkes kararından sonra üç garantör ülke görüşmelerde bulunmak üzere Cenevre’de bir araya geldi. 25–30 Temmuz tarihleri arasında yapılan Birinci Cenevre görüşmeleri, BM’nin 20 Temmuz 1974 tarihinde yayınladığı 353 numaralı karar çerçevesinde gerçekleştirildi. BM bu kararında bütün devletleri Kıbrıs’ın egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duymaya davet ederek, derhal ateşkes yapılmasını, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı yabancı askeri müdahalenin derhal sona erdirilmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde uluslararası anlaşmalara aykırı olarak bulunan yabancı askeri personelin derhal adadan çıkmasını ve üç garantör ülkeyi bir araya gelerek bir an önce bölgede barışı ve Kıbrıs’ta anayasal hükümeti tesis etmeye davet ediyordu.

Birinci Cenevre konferansı dışişleri bakanlarının yayınladığı ortak deklarasyonla sonuçlandı. Buna göre, Kıbrıs Rum ve Yunan güçlerinin kuşatması altında bulunan Kıbrıs Türk “enklavları” boşaltılacak, esir düşen asker ve siviller karşılıklı olarak iade edilecek, BM’nin 353 numaralı kararı çerçevesinde bölgede barışın, Kıbrıs’ta da anayasal hükümetin kurulması için görüşmeler yapılacaktı. Ortak açıklamada, ayrıca, 8 Ağustos tarihinde Garantör ülkelerin yanı sıra iki toplumun temsilcilerinin de katılacağı görüşmelerin başlayacağına yer veriliyordu. Bu görüşmelerde ele alınacak başlıca konular “anayasal düzene geri dönülmesi” ve “Cumhurbaşkan Yardımcısı’nın 1960 anayasası çerçevesinde göreve geri dönmesi” olarak belirlenmişti. Ortak açıklamada bir yandan “1960 anayasasından” ve “anayasal düzene geri dönülmesinden” söz edilirken, diğer yandan da Türk tarafının ısrarıyla açıklamaya giren bir cümle, Türkiye’nin adada kurmak istediği “yeni nizamın” habercisiydi. Türk tarafı “Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiilen Türk ve Rum olmak üzere iki muhtar idare vardır” ifadesinin ortak açıklamaya girmesinde ısrar etmiş ve bunda da başarılı olmuştu.

 

İkinci Cenevre Görüşmeleri

Kıbrıs Rum tarafı Cenevre görüşmelerinde Zürih-Londra anlaşmalarına geri dönülebileceğini, hatta Kıbrıslı Türkler lehine bazı önemli değişikliklerin yapılabileceğini ifade ederken, Türk tarafı artık bu anlaşmalarının “işe yaramadığını” ve köklü değişiklikler yapılarak coğrafi temele dayalı federal bir devlet düzeninin kurulması gerektiğini savunuyordu. Rauf Denktaş “Kıbrıs anayasasına geri dönülemeyeceğini”, “bunun için çok geç olduğunu”, bu anayasanın “Kıbrıslı Türkleri koruyamadığını”, bu yüzden Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yeni bir yapıya kavuşturmak gerektiğini ileri sürerek, toplumların kendi kendilerini yönetecekleri ayrı bölgelerde toplanmalarını savunuyordu. Açıkçası, Türk heyeti “ya coğrafi federasyonu dayatırız ya da savaşırız” havasındaydı.

Türk tarafı ABD’nin teşviki ile coğrafi esasa dayalı federasyon temelinde iki ayrı öneri sundu. Rauf Denktaş’ın Glafkos Kliridis’e verdiği ve Kıbrıs Türk idaresinde kalacak olan toprak oranının %34 olarak belirlendiği “iki bölgeli, iki-milletli” federal bir devlet şeklini öngören önerinin yanı sıra, Türk heyetinin Yunan heyetine sunduğu ve adını dışişleri bakanı Turan Güneş’ten aldığı ama aslında Kissinger’in Türk tarafına dayattığı “çok-kantonlu-federasyon” tezini içeren “Güneş Planı”… Bu planda öngörülen biri büyük beşi küçük olmak üzere, Kıbrıslı Türklerin idaresine girecek altı kantonun toplam toprak oranı da %34 olarak belirlenmişti.

İkinci Cenevre görüşmelerinde Türkiye dışişleri bakanı Turan Güneş 13 Ağustos 1974 tarihinde gece saat 10.20 ve 24.00 arasında uzun bir değerlendirme yaptı. Güneş şöyle diyordu: “Kıbrıs’ın yaşadığı tecrübelerden sonra yeni bir anayasal düzen kaçınılmazdır. Bu yeni anayasal düzende bağımsız Türk ve Rum idarelerinin kurulacağı ayrı coğrafi bölgeler olmalıdır”. Çözümün adının ne olacağının önemli olmadığını ileri süren Güneş, “konuyu kolaylaştırmak için” önerdiği düzene “federasyon” denilebileceğini söylüyordu. Turan Güneş “neden federasyon” sorusuna ise şu yanıtı veriyordu: “O tarihe kadar biriken bütün deneyimler, iyi niyetle denenen bütün modellerin başarısız olduğunu göstermiştir….” Güneş, devamla, federal düzenden söz ederken çeşitli sorunlarla karşı karşıya gelineceğini, her şeyden önce bölgelerin nerede ve hangi büyüklükte olacağı, bölge hükümetlerinin yetkileri gibi sorunları konuşmak gerekeceğini, bunu da uzmanların yapabileceğini ileri sürüyordu. Fakat “Temel İlkelerin” derhal şimdi kabul edilmesini istiyordu. Turan Güneş, “bir Kıbrıs ulusunun olmadığını, adada iki halkın bulunduğunu ve olayların coğrafi ayrılığı kaçınılmaz kıldığını” iddia ediyordu. Güneş, “coğrafi bölünmenin Enosis ile Taksimi imkansız kılacağını”, çünkü bir “korku ve özdenetim dengesi” kurulacağını” da ileri sürüyordu.

Kliridis ise konferansa ara verip Kıbrıs’a giderek istişarede bulunmak zorunda olduğunu söylüyordu. Fakat Türk tarafı Kliridis’in teklifini kabul etmiyordu. 14 Ağustos 1974 tarihinde saat 12.10’da yeniden başlayan görüşmeler Denktaş’ın önerdiği iki bölgeli federasyon önerisi üzerinde yoğunlaştı. Kliridis Denktaş’ın önerisine itiraz ediyordu. Binlerce Kıbrıslı Rum’un evinden kovulacağını, ayrıca, Türk bölgesinde kalacak olanların siyasi haklarını yitireceğini belirten Kliridis, böyle bir çözümü kabul edemeyeceğini söylüyordu. “Neden fonksiyonel federasyon görüşmeyelim” diyerek idari federasyona açık kapı bırakan Kliridis, 36 saatlik erteleme talebini yineliyordu. Turan Güneş, Kliridis’in öneri ve taleplerini geri çeviriyor ve Yunanistan ile Kıbrıslı Rumları iyi niyetli olmamakla suçluyordu. Bunun üzerine, İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan Turan Güneşe sert bir dille “askeri güçle çözüm bulamayacağını, çözümün masada bulunacağını ve müzakere etmekten kaçınmakla kan akıtılmasına neden olacağını” söylüyordu. Konferansın başarısız olması durumunda ne olacağını soran Callaghan, pek çok sorunun çözümsüz kalacağını ve Türk tarafının şiddete başvuracağının kesin olduğunu vurguluyordu. Callaghan Kliridis’in tavrının olumlu olduğunu belirterek, önerisinin kayıtlara geçmesini istiyordu. Kliridis’in önerisi fonksiyonel federasyon anlayışına dayanıyordu. Kıbrıslı Rum görüşmeci “iki topluma önemli oranda özerklik tanınacağını” dile getiriyor ve Kıbrıs devletinin “iki-toplumlu bir devlet” olduğunu vurguluyordu. Fakat Turan Güneş tavrında ısrar ediyordu. Kıbrıs Rum tarafının Türkiye’nin şartlarını “derhal” kabul etmesini istiyordu. Aksi halde “diplomatik yolların tıkandığı” varsayılacaktı… Bunun üzerine Kliridis, “köşeye sıkıştırılmayı reddediyorum, baskılara boyun eğmeyeceğim” dedi. Turan Güneş’in baskı uygulamaya devam ettiğini görünce de, “silah şakağımda müzakere etmeyi reddediyorum, varsın orduları ilerlesin, savaşacağız” diyordu.

Bu arada, Kissinger’den bir mesaj gelmişti. James Callaghan mesajı Kliridis’e iletti. ABD, Türk birliklerinin ilerlemesini durdurmak için Kıbrıs Rum tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının yaklaşık %30’unun Kıbrıs Türk bölgesi olmasını kabul etmesini istiyordu. Galfkos Kliridis tam bir çaresizlik içindeydi. O günleri yıllar sonra şu sözcüklerle anlatacaktı: “Son yüzyılda Kıbrıs tarihinde hiç bir lider bilmiyorum ki, zamanın tükendiğini ve alacağı karar ne olursa olsun, Kıbrıs’ın önemli bir kısmının Türk kuvvetlerinin eline geçeceğini biliyor olsun… İşte 13 Ağustos 1974 tarihinde kendimi böylesi bir acizlik ve iktidarsızlık içinde buldum.”

Artık Cenevre konferansının son dakikalarına gelinmişti. Türk tarafı Callaghan’ın bütün ısrarlarına rağmen Glafkos Kliridis’e 36 saatlik bir süre tanımak istemiyordu. Callaghan, konferansı 36 saat erteleyecek bir öneri yaptığında saatler sabah 2.45’i gösteriyordu. İngiliz dışişleri bakanı masadakilere son bir defa soruyordu: “Meslektaşlarım Perşembe sabahı konferansa dönüyorlar mı?” Kliridis, “ben Perşembe sabahı konferansa dönemeye hazırım”. Mavros, “dönmeye hazırım.” Callaghan, ben de dönmeye hazırım.” Denktaş, “eğer Türkiye gelirse ben de gelirim. Turan Güneş, sessiz kalıyor, tek bir kelime söylemiyordu. Bunun üzerine söz alan Callaghan: “Durum budur” dedi, “üç kişi dönmeye hazırdır. Dördüncü, Türkiye gelirse gelecek. Türk tarafı ise gelecek gibi görünmüyor…”

Gerçekten de Türk tarafı küçük bir erteleme sonrasında konferansa dönmeyi düşünmüyordu. Turan Güneş konferansı zaten çoktan “bitmiş” ilan etmiş, Ankara’dan gelecek “Ayşe tatile çıkabilir” mesajını bekliyordu. Bunun anlamı “askeri harekâta devam” demekti. Nitekim o günün sabahında, ateşkes boyunca adaya yığınak yapan Türk Silahlı Kuvvetleri, adanın doğusu ile batısına doğru harekete geçerek iki gün içinde adayı kuzey ve güney olarak ikiye bölen “Atilla Hattını” çizecekti…

 

Sonuç: Garanti Antlaşmasını Bütün İmzacılar Çiğnedi

Bitirirken bir noktanın altını çizmekte yarar var. Garanti Antlaşması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini, anayasanın temel maddelerini ve bağımsız İngiliz üslerinin varlığını teminat altına alan bir antlaşmadır. Antlaşma Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında imzalandı ve dört aktör de anayasal düzeni ve ülkenin toprak bütünlüğünü koruma yükümlülüğü altına girdi. Antlaşmanın 4. Maddesi, ihlal durumunda garantör ülkelere tek taraflı olarak veya birlikte harekete geçme hakkı tanıyor ama bu hakkı sadece bozulan düzeni yeniden kurmak amacıyla sınırlıyor. Yakın Kıbrıs tarihinde yaşanan olaylara baktığımız zaman, dört imzacının da antlaşmayı farklı zamanlarda ihlal ettiğini görürüz. Önce Makarios 1963-64 yıllarında anlaşmayı ihlal etti ve bu ihlali 1960’lı yıllar boyunca devam ettirdi. Sonra Yunanistan ve Türkiye… İngiltere ise anlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerini hiçbir zaman yerine getirmedi…

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin