arşivUlus IrkadDurduranla başlayan tartışma - Ulus Irkad
yazarın tüm yazıları:

Durduranla başlayan tartışma – Ulus Irkad

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

ulusAslında Durduran’ın açıklamasını okuyunca düzeyli bir tartışma başlayıp Kıbrıslıtürk’ün tarihinde karanlıkta kalmış bir dönemin açıklığa kavuşacağını sanmıştım. Fakat daha sonra iş cıvıtılarak “Durduran CIA ajanı” safsatasına girince işin ses kalabalığı yapılarak amacından saptırıldığı ortaya çıkacaktı. Öncelikle şunu söyleyelim: 1981, 28 Haziran seçimleriyle resmen 1974 sonrası bir müddet tıkırında gibi işler gözüken kağıttan demokrasimiz ilk defa yalpalamıştı. Ne olmuştu? 12 Eylül Darbesi Türkiye’de solu artık uzun bir dönem belini doğrultamayacak bir duruma getirirken, Kıbrıs’ta da büyük bir travma yarattı. 12 Eylül olduktan sonra bilhassa 28 Haziran 1981 seçimlerinden sonra Türkiye devleti ve devlet ilgilileri açıkça ve direk olarak Kıbrıs’a müdahale etmeye, Kıbrıs’ı daha fazla kendi ulusal politikalarıyla entegre etmeye başladılar. Uluslararası hukuk yerine kendi hukuklarını uygulayarak, resmi dış politikada prestij kaybedecekleri adımlar atmaya başladılar. Kıbrıstürk halkının kendi kaderini belirlemesi ilkesi hiçbir zaman kaale alınmadı Türkiye egemenleri tarafından. Ama 1980 sonrası bu daha da göz önünde olmaya başladı. “Türkiye’nin Alt Birimi” adlı ibare 12 Eylül Sonrasında uluslararası hukuk normu oldu. 12 Eylül 1980 sonrasında da Kıbrıslıtürklerin ekonomik olarak refah seviyeleri yavaş yavaş düşmeye başladı. Kuzey Kıbrıs’taki refahın çok olduğu ve azaltılması gerektiği açık açık söylenir oldu, bunun yanında da hazırlanan protokollarla Kıbrıslıtürklerin ekonomik durumlarının daha da alt seviyelere indirilmesi ana hedef oldu. Bu konuyu bu yazıda uzun bir şekilde incelemeyi düşündüm. Öncelikle Türkiye’den başlayıp Kıbrıs’a inmek gerekmektedir. Neydi 12 Eylül’ü geçerli kılan ve yapılmasını gerektiren sebepler ? İşte bu soruya yanıt verebilmek için son altmış senenin gelişmelerini analiz edip bugünkü durumlara gelmemiz gerekmektedir. “Derin, ekonomik ve sosyal çelişikiler toplumun bünyesinde yeni politik-ekonomik-kültürel ilişki biçimleri/eğilimler üretirler. Mücadele halindeki sınıfların aktüel bir toplumsal mücadele ekseninde (örneğin bir içsavaş ekseninde) saflaşması aynı zamanda farklı politik, ekonomik, kültürel ilişki biçimlerinin de saflaşmasıdır. Mücadele içindeki sınıfların ilerici ve gerici karakterleri yalnızca ortaya koydukları amaçlarla değil aynı zamanda mücadele içerisinde yarattıkları ilişki biçimleri ve diğer varoluş biçimleri ile belirlenir”(Türkiye Sorunları,Erdal Utku).

 

12 EYLÜL’ÜN KIBRIS’TA SOSYAL-EKONOMİK VE SİYASAL SONUÇLARI

12 Eylül 1980 faşist darbesiyle Kıbrıs’ın Kuzey’i de faşist darbenin doğrultusunda birçok gelişmelerle karşı karşıya kalırken, darbenin ekonomik, siyasal ve sosyal etkileri hissedilmiştir. Türkiye’ye göbekten bağlı egemen rejim o güne kadar dış dünyayı kaale alır gibi iç icraatlarda sol muhalefetin de söylediklerine önem verirmişcesine bir pozisyon izlerken, o tarihten sonra daha cüretkar baskıcı tavırlar içerisine girerek sert tavırlar benimsemeye başlamış ve artık sol muhalefeti kaale almamaya başlamıştır. KKTC ilanıyla doruğa çıkan resmi politika, resmi ideoloji durumuna gelerek, “KKTC”nin eleştirilmesi bile tabu durumuna gelmiştir. Resmi çizgiyi aşan siyasal partiler cezalandırılma durumuna düşmüşler, resmi politikaları eleştiren partilerin veya demokratların bombalanması hatta eleştiri yapan aydınların vurulması bu dönemden sonra başlamıştır.

 

ALPAY DURDURAN’IN DEĞERLENDİRMELERİ VE PARTİ LİDERLERİNE ANKARA’DA ÇEKİLEN FIRÇALAR

Alpay Durduran olayları anlatmaya devam ediyor:

“Kolordu’daki toplantıdan sonra bizim parti ileri gelenlerini Ankara’ya davet ettiler. Tabi burada bir telaş. Gidiyoruz ama bir bilinmeze gidiyoruz. Arkadaşlar arasında seni Uzunada’ya, beni Yassıada’ya gönderecekler diye espriler oluyor. Yani “hakkınızı helal edin” gibisinden bakıyor herkes bize. Ailelerimiz endişeleniyor.

Ankara’ya gidiyoruz. Ankara’da bize dehşetengiz brifingler veriliyor. Dış tehlikelerden bütün dünyanın Türkleri nasıl yoketmeye çalıştığından bahsediliyor. Tabi Türkiye’nin NATO’da bulunduğu, sürekli “dost ve kardeş” milletlerden bahsedildiği hatırlanmayacak zannediliyor ve herkes düşmandır Türk’e havasıyla bize dehşetengiz şeyler anlatılıyor. Bize deniyor ki “kapatın o partileri!”

 

KUZEY KIBRIS’A DAHA FAZLA MÜDAHALE

12 Eylül 1990 sonrası gerek Türkiye Devleti gerekse hükümetleri Kuzey Kıbrıs iç politikalarına daha daha çok sık müdahale etmeye başladılar.

Bu müdahaleler 1990 seçimleriyle kötü anlamda zirveye kadar ulaştı. Bu dönemde Kıbrıs türkleri ile olan ilişkilerin pek de iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz.

12 Eylül darbesiyle birlikte Türkiye’den Kıbrıs’a kaçak işgücü akını yoğunlukla artmıştır. 12 Eylülcü egemenler kaçak işgücünü sadece ekonomik anlamda değil ama adanın Türkiye’ye bağlanması durumunda bir referandum için emniyet sübabı olarak görmekteydiler. 1980 öncesiyle 1980 sonrası arasında farklar vardır. 1980 öncesinde Türkiye’de iktidardaki sağ bir parti ile buradaki sağ bir partinin bu kadar bütünleştiğini göremezdik. 12 Eylül sonrası bir UBP-ANAP bütünleşmesi yaşanmıştır. Sendikalar göstermelik kuruluşlar haline getirildi.

Topluma bireycilik pompalandı. “Gemisini kurtaran kaptandır” düşüncesi geliştirildi. Göçlerin artması yukarıda da yazıldığı gibi adanın kuzeyini Türkiye’ye bağlama doğrultusunda görüldü. Nüfus burada artarsa , Türkiye bir referandum sırasında çoğunluk “Türkiye’ye bağlanma kararı verdi” şeklinde yansıtılacaktı. Bir bakıma adadaki Kıbrıslıtürk halkıyla Türkiye halklarının arasını açma ve nifak sokmadan başka bir anlamı yoktu bunların. Kaldı ki Kıbrıstürk halkının kendi geleceğini belirleme hakkı bu şekilde darbe de yemekteydi.Tüm bunlar  12 Eylül’ün Kıbrıs’a yansımalarıydı…

 

28 HAZİRAN 1981 SEÇİMLERİ VE SONRASI

1981 yılındaki seçimlerde resmen TC devleti kaba müdahalelere girişmiştir. 12 Eylül faşist yönetiminin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen muhalefetin 1981 seçim başarısı üzerine adaya gelerek NATO karşıtlarının ve devrimci unsurları bağrında taşıyan partilerin hükümete gelmelerine müsaade edilemeyeceğini açıkça belirtmiştir. Bu dönemde KKTC’nin ilan edilmesi 12 Eylül askeri cuntasının KKTC’nin ilanındaki rolünü belgelemektedir.

1985 seçimleri arifesinde özellikle göçmen kitlelerin UBP’ye karşı tepkilerinin yükselmesi üzerine, bu tepkilerin toplumsal muhalefet kanallarına akışını önlemek için TC Elçiliği müdahaleyle YDP (Yeni Doğuş Partisi: Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu, yarı faşist bir parti)’yi kurdurtmuştur. Zamanın Büyükelçisi İnal Batu’nun köy köy dolaşarak YDP’nin kurulması için bir parti militanı gibi hareket ettiğine pek çok kimse tanık olmuştur. YDP daha sonra UBP’ye yedek lastik rolü üstlenmiş ve 1990 yılına kadar UBP’nin hükümette tutunmasına yardımcı olmuştur.

1986’da dayatılan “ekonomik paketin” ise Özal’ın adaya gelişiyle birlikte resmiyet kazandığı ve “TC imali bir paket” olarak ifade edilen bu paketin aslında, “siyasal, ekonomik” boyutlar taşıdığı daha sonraki uygulamalarla açığa çıkmıştır. Büyük ölçüde sanayi potansiyelini bağrında taşıyan Sanayi Holding’i tasfiye etmek için paralel bir uygulama ile Dev-İş ve “İşçi muhalefeti” yok edilmiştir. Memurlar baskı altına alınarak KTAMS parçalanmış ve memurların bir devlet sendikası olarak kurulan sendikalara transferleri için müdürler, bakanlar harekete geçmişlerdir. Dahası yürüyüş, gösteri, toplanma, dernek oluşturma değişiklik yasa tasarıları hazırlanmış, grevli-toplu sözleşmeli sendika kurma hakkı yasalarla da kaldırılmak istenmiştir. Ancak daha sonra fiilen yasaya gerek kalmadan istenilen sonuçlara ulaştıkları için sözkonusu tasarılar Meclisin rafları arasında tozlanmaya terkedildi.

1990 seçimlerinde UBP (Ulusal birlik Partisi) milletvekilliği listelerinin dahi TC’nin müdahaleleri ile oluşturulduğu sokaktaki insanın bilgisinde bile vardı.

Tümüyle bir bütün olarak şartların TC ile Kuzey Kıbrıs devleti arasında kurumlaşan ilişkiler sonucu olduğu belirtilmelidir. Yardım heyetinin sürekliliği, bütçe, TL’nin varlığı, okullar, KİT’lerin yapısı, polis ve askerin örgütlenmesinde TC Genelkurmayının rolü, Halk Bankası, Ziraat Bankası, Köy işleri gibi kuruluşların ayrım yaratan kredi uygulamaları, Kıbrıs’taki acentelerin Türkiye pazarına bağımlılıkları, eğitim, okullar, ikili andlaşmalar, protokoller, Elçiliğin ilişkileri ve örgütlenme biçimi ile iktidar misyonu üstlenmiş olması; bütün bunlar müdahalelerin sürekli ve her an olduğunu gösterir. Bu kaba ve aleni biçimde açığa çıkan müdahaleler, bütün bu kurumlaşan ilişkilerden güç alarak gerçekleşmekte ve yapılmaktadır.

Halk kesimlerine, devlet örgütlenmesinin bütün kademelerine kadar hakim olan ideoloji, Anavatan-Yavruvatan içiçeliği-birliği ideolojisidir. Bu ideolojinin ise perde gerisinde TC devletinin çıkarları vardır. Kıbrıs’ın veya Türkiye halkının geleceğinin, çıkarlarının bu ideolojide yeri yoktur.

Sorun bu olunca, Kuzey Kıbrıs’a müdahaleler, ANAP’ı da, 12 Eylül rejimini de aşmakta ve TC’nin Kuzey Kıbrıs’la her alanda kurumlar düzeyinde girdiği ilişkilerde aranması gerektiği açığa çıkmaktadır.

1980, 12 Eylül öncesi ve sonrası olgular bunu yeterince kanıtlamaktadır. 1974’ten sonra işgücü andlaşması örtüsü altında Kuzey Kıbrıs’a yapılan nüfus yığınağı, Ecevit’in CHP’sinin hükümet olduğu dönemdir. KİT’lerin yönetiminde TC temsilcilerinin ağırlığı oluşturmaları yine aynı dönemlerde sağlanmıştır.

BRT ( Bayrak Radyo Televizyonu), basın, törenler, okullar, ders kitapları, askeri örgütlenme, polis, elçilk, TL, bütçe, ideoloji, yani bugün için daha açık müdahale aracı olarak işlev gören herşeyin varlığını 1980 öncesinde de yine müdahale aracı olarak görmek mümkündür. Bu nedenle aradaki farklılıkları Türkiye’de hükümete gelen şu veya bu partide aramamamız gerekir.

Türkiye’de devlet 1980 Eylül öncesinde farklı egemen güç odaklarının temsilcilerini bağrında taşıyan, çok merkezli, çok başlı bir yapıya sahipti. 12 Eylül askeri darbesi ile bu yapı ortadan kaldırılarak ordusundan polisine, bürokrasisine ve hatta MİT’ine kadar tek merkezli, tek başlı bir yapı yaratılarak, tekelci, çok uluslu güçlerin istemlerini dile getirmek ve uygulamak için anayasal çerçevesi ile birlikte kurumlaştırılmıştır. Hükümetler, hükümetlere gelen partiler, yürütme organları olarak bu yapıyı temsil ederler. Rolleri içinde yer aldıkları çerçeve ile sınırlıdır.

12 Eylülle birlikte TC Devletinin yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak Kıbrıs’a müdahalelerin arttığı açıktır. Bu müdahaleler partileri, hükümetleri aşmakta ve tümüyle TC devlet yapısı ve bu devletin, Kuzey Kıbrıs’la her alanda girdiği kurumsal ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile sorun, bu olunca TC ile Kuzey Kıbrıs arasındaki her türde kurumsal, müdahaleci ilişkiyi ortadan kaldırmak, Kıbrıs’ta barış ve demokrasinin elde edilmesi için temel sorun olarak gündeme geliyor.

12 Eylül’ün Kuzey Kıbrıs’a etkisi bir başka boyutta daha yaşanmıştır. Kıbrıs’ta 1981’den sonra hızla görülen depolitize yön süreci ile 12 Eylül arasında büyük bir bağıntı olduğu, başlı başına bir konu olarak mutlaka incelenmelidir.

12 Eylül Kıbrıslı Türkleri en canlı oldukları bir dönemde vurdu. O dönemde muhalefet partileri, dernekler, sendikalar etkili ve faal bir durumdaydılar. Darbe geldiğinde yapılan ilk iş Türkiye medyasını Kıbrıs Solu’na karşı genel bir saldırıya geçirmekti.

 

12 EYLÜL KUZEY KIBRIS SOLUNU DA BUDADI

12 Eylül’ün aşırı görüşlere karşı yapılmış gibi takdim edilmesine rağmen birkaç gün sonra bunun aslında solu budamak için yapıldığı herkesce hissedildi.

Kıbrıs Türk halkının dinamik kesimlerine karşı 12 Eylül zihniyetiyle Türk medyası da kullanılarak bir propaganda başlatıldı. Bu propaganda bombardımanında Türkiye’deki bütün olumsuzlukların sorumlusu soldu ve solun her türlüsü düşmandı. Bu tema basın ve TRT’de işlenmeye başlandı. Türkiye’deki sağ terörü devlet yarattığı için ilk başta terör önlenmiş gibi görüldü. Çünkü sola saldırmaktan geriye çekildi. Solun kendini savunma mecburiyeti ortadan kalktığı için de bir nitelik değişikliği ortaya çıktı ve olaylarda azalma görüldü. Kıbrıslı Türklere “Geçmiş hatalıydı, verilen özgürlükler çoktu, sol vatan hainidir” gibi düşünceler enjekte edilerek 12 Eylül zihniyetinin Kuzey Kıbrıs’ta etkin olması için herşey yapıldı. 1981 seçimlerinden sonra muhalefet mecliste çoğunluğu elde etti. Fakat “Sol güçlendi, tedbir alınmalıdır” denilerek 12 Eylül normları Kıbrıs’ta güçlendirildi.

1981 Seçimlerine hazırlık çalışmalarına denk düşen 12 Eylül , Kıbrıs’taki iç dinamikleri de zorlamaya başladı. Toplumcu Kurtuluş Partisi yanında yeralan Doktor Küçük TKP’den uzaklaşmaya başladı. Bu arada Generaller Doktor Küçük’ü ziyaret edince gazetesi de karşı kampanyaya katılmış olur. Doktor Küçük’ün o dönem şöyle dediği belirtilir:

“Solun dünyada artık bir çözüm olmadığı anlaşıldı. Onun için hakkınızda düşüneceğim” (Bk. 14 Eylül 1990, Yenidüzen Gazetesi, Ropörtaj Alpay Durduran).

Generaller tarafından Denktaş’la barıştırılan Doktor Küçük sol’u düşman görmeye başladı.

Seçime çok az bir süre kala Halkın Sesi Gazetesinde TKP’nin (Toplumcu Kurtuluş Partisi’nin) programını ele alan “Kırmızı Kitap” adlı bir dizi başlatıldı. Bu diziyle sol yıpratılmaya çalışıldı. Seçim tartışmalarının içinde adaya gelen 12 Eylül Darbecilerinden Nurettin Ersin Paşa siyasi parti ileri gelenlerini Kolordu Komutanlığı’na çağırdı.

Alpay Durduran o günü şöyle anlatıyor (Bak Eylül 1990, Yenidüzen Gazetesi, 12 Eylül ve Kıbrıs, sf. 6):

“-Evet, Seçime az kala bir Kırmızı Kitap hikayesi çıkardılar. Seçim tartışmalarının içinde Sayın Nurettin Ersin, Evren’in sağ kolu Kıbrıs’a geldi ve bizi Kolordu Komutanlığında bir toplantıya çağırdı. Bizi dediğim siyasi parti ileri gelenlerini. Orada ilginç bir durum yaratıldı. Bir çember oluşturuldu ve çemberin ağzına da Sayın Nurettin Ersin oturdu. Başladı bir takım sorular sormaya:

-Sizin isminiz?

-Mücahitlik yaptın mı?

-Nerede?

-Gördünüz mü bu mücahit.

Bu sorularla orada bulunan herkesi mücahit ve milli kahraman ilan etti.

Ondan sonra dedi ki madem herkes milliyetçidir, bütün partiler Atatürkçüdür, hizmet partisidir, böyle sağ-sol diye ayrılmanın anlamı yoktur.

Ondan sonra bir yemek verildi. O yemekte de ayni şeyler söylenmeye başlandı. Tabi muhalefetten bazı kişiler bizde şöyle yolsuzluklar vardır, böyle iskan rezaleti vardır dediler. Bu eleştiriler Ankara’dan gelenler tarafından:

“Bunlar bizde de vardır, ufak-tefek şeylerdir” dediler.

Nurettin Ersin o gece sert bir şekilde konuşuyordu. Vuruşanlar, sağ bölünme, sol bölünme, memleket bölündü gibi sözler sarf ediyordu. Konuşmanın seyrinden zamanın Büyüelçisi İnal Batu rahatsız olmuş olacak ki “ama efendin burda Kıbrıslılar birbirlerini öldürmediler” diyor. Doktor Küçük Elçinin sözünü keserek, “ama burada da Halk-Der var…” Top, tüfek elde saldırmaya hazır insanlar varmış gibi konuşuyor. Sanki suç işlemeye hazır örgüt varmış gibi…

Evet, terör olmamışsa, olacakmış gibi.

Nurettin Ersin daha da heyecanlanıyor, daha ateşli konuşuyor. Ben açıklama yapacak oluyorum, başka bir general beni teskin ediyor. Doktor Küçük’ün söylediğine kulak vermeyin, cevap vermeyin diyor. Nihayet heyecan son raddesine çıktığında Nurettin Ersin ayağa fırlıyor ve şöyle bağırıyor:

“Burada da 12 Eylül’ü yapmadığımıza pişman mı olmamız lazım? Biz mi söyleyelim size partileri kapatın diye? Siz niye kapatmıyorsunuz. Biz bunları yapardık ama ne yapalım ki adınıza toplum dedik.”

Burada bir gerçek ortada durmaktadır. Kıbrıs sorunu dolayısıyla, Kıbrıs Türk Toplumuna toplum demek, ayrı bir varlık olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır generaller. Yoksa Kıbrıs sorunu olmasa böyle birşeye de gerek yoktu. Kıbrıs Türkiye’nin bir ilçesi olarak görülecekti ve 12 Eylül burada da uygulanmaya başlayacaktı. Fakat ne yazık ki Kıbrıs sorunu vardır ve Kıbrıs Türk toplumu da ayrı partiler, ayrı bir statü ve hukuku olması gerekmektedir. Bu dıştan dayatma nedeniyle Kıbrıs Türklerinin ayrı bir varlık olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır.

 

OYSA 12 EYLÜL 1980 VE 28 HAZİRAN 1981 SEÇİMLERİ ELEŞTİRİDEN GEÇİRİLMELİYDİ

Bütün bu gelişmelerden sonra TKP başkanı olan Durduran’a ve sol kesime karşı bir temizleme harekatı başlanır ve bu da gene aşağıdaki açıklama doğrultusunda sonlanır:

“Politikada ‘farklı siyasi kimliği’ ile ön plana çıkan Yeni Kıbrıs Partisi (YKP) Parti Meclisi üyesi Alpay Durduran, bir dönem liderliğini yaptığı Toplumcu Kurtuluş partisi (TKP) Genel Başkanlığı döneminde yaşadıklarını, “KKTC”’nin ilanıyla ilgili hatıralarını ve diğer siyasi olayları Kıbrıs Gazetesi’nden Dilek Çetereisi’ne anlattı.

Solcu olduğu için peşinen “damgalı” olarak büyüdüğünü ve yönetim tarafından hep dışlandığını söyleyen Alpay Durduran, 15 Kasım 1983’te KKTC’nin ilanına onay vermeyen ve bu karar mecliste ayakta alkışlanırken ayağa kalkmayan tek milletvekiliydi.

Durduran, “Ben onaylamadım. Hayır deme hakkı bize verilmedi zaten. Kimseye oyun nedir denmedi. Başkan ‘ayakta alkışlayarak oybirliği ile evet diyoruz’ dedi ve ayağa kalktı. Millet de ayağa kalktı ama ben kalkmadım” dedi.

Durduran, TKP’nin KKTC’nin ilanıyla ilgili “çizgi değiştirmesinden” dolayı parti başkanlığını bir hafta önceki kurultayda bırakmış, yetkiyi yeni başkan İsmail Bozkurt’a devretmişti. KKTC’nin ilan ediliş sürecinde TKP’nin başında İsmail Bozkurt vardı.

Alpay Durduran, TKP Genel Başkanlığı’nı 1983’e dek sürdürmüş, partisiyle ters düştüğü için de 1989 yılında Mustafa Akıncı’nın başkanlığı döneminde TKP’den ihraç edilmişti. Durduran’ın TKP’den ihracında Türkiye’yle ilişkileri zora sokmak gerekçe gösterilmişti.

Hâlâ bugün tartışılmakta olan bu süreçle ilgili Alpay Durduran, “Bir hafta önceki kurultayda TKP devlet ilanına oybirliği ile karşı çıkılacağını kararlaştırmıştı” diyerek daha sonraki bir haftada ne değiştiğini bilemediğini, ancak önceden bir tezgahın dokunduğunu ve “parti içi hücrelerin harekete geçtiğini” söylüyor.

Alpay Durduran, kurultaydan bir hafta sonra, Rauf Denktaş’ın kendilerini saraya çağırarak “tehdit” ettiğini, devlet ilanına “evet” demeyenlerin bu toplumda yeri olmayacağını söylediğini iddia ederek, bunun üzerine TKP’deki bazı arkadaşlarının soluğu “elçide” aldığını anlatıyor.

“Bu süreçte demek arkadaşlarımız başka şeylere angaje olmuşlar” diyerek TKP’nin KKTC’nin ilanıyla ilgili karar değişikliğini “beni sattılar” sözüyle yorumladı.

Partiyi kurtarma ve siyasete devam edebilme endişesiyle TKP’nin devlet ilanına “evet” dediğini savunan Alpay Durduran, parti başkanlığından bir darbe ile gittiği yönündeki iddiaları da doğrulayarak, bu konuda İsmail Bozkurt ve Mustafa Akıncı’nın ismini teyit etti”.

Peki buradaki iddiaların muhataplarının ne yapması lazımdı. Bu iddialara karşı bir özeleştiri vermeleri gerekiyordu. Ne yaptılar ? Bana gore işi geçiştirdiler. Nasıl?(Bk. Havadis Gazetesi (11.3.2015)

“Durduran’ı biz atmadık o kendini attırmak için her şeyi yaptı” denildi.

“Mete Tümerkan: Sayın Bozkurt ile yaptığımız röportajda “Durduran kendisini bir işe alırsanız sizinle birlikte çalışır, anlaşılan Sayın Akıncı kendisini almadı ve araları açıldı” gibi bir şey söylemişti. Siz de bu konuda düzeltme yapacağınızı belirtmiştiniz. Ne diyeceksiniz?

Mustafa Akıncı: Ben 1987 yılında genel başkan oldum. İlk elimi uzattığım insan Durduran oldu. Çünkü bana karşı rakipti ve kaybettiydi. Allah rahmet eylesin Erbil Refik, o ve ben üçümüz bir araya geldik, konuştuk ama olmadı. Ben genel başkan olduktan hemen sonra Durduran aidat ödememeye başladı. Şimdi bir konu daha var. Durduran “Akıncı ve arkadaşları beni partiden attı” dedi. Bana göre kendi kendilerini attırdılar. Yani Akıncı ve arkadaşları “Hadi Durduran’ı partiden atalım” diye bir yaklaşım sergilemediler. Çünkü ben 1987’de başkan oldum. Durduran’la ilgili olay 1989’da oldu. Ama o güne gelinceye kadar ne yapıldı. Kendisini atmamız için her şeyi yaptı. İşin gerçeği budur. Yani ayrı bir örgütlenmeye gittiler. Durduran ve arkadaşlarının her zaman savunduğu bir şey vardı. Konular parti içinde tartışılır, karar alınır ve o karar uygulanır diye… Öyle bir şey olmadıydı. Parti organları ile Durduran ters düşmeye başladı. Ve parti meclisi Durduran’a güvensizlik önergesi vermek durumunda kaldı. Onu onaylamak zorunda kaldı ve bu süreçler böyle gelişti”.

Ve bunca Kıbrıstürk halkının azap çekmesine sebep olan olay iki kelime ile kapatıldı:

 

“Durduran CIA casusudur”

İyi öyleyse, çok kazanacaksınız ve çok hayır edecek ve bu toplumu çok hayır ettireceksiniz.. yoksa bir 35 yıldır bu toplumun siyasal iradesinden tutun varlığına, egemenliğine karşı işlenen bunca cinayete rağmen bir özeleştiri yapmak gerekirdi. Ben bu olgunluğu bekliyordum. Sonunda suçlu da bulunmuştur. Son 35 senenin suçlusu bunca cinayete karşı onurlu bir duruş sergileyen oldu. Ama bununla birlikte kendi bindikleri dalları kesip 35 senedir yere düşmeye devam edenler bu defa kafaları üstüne düşerek kendilerini de yokettiler. Kutlarız…

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin