Kimsenin ne adaylığına ne de seçilmesine karşı değilim ama bir yirmi seneden fazladır bir tartışma da yaşanmaz değil bu ülkede. Şimdi ülkemiz Avrupa’da gördüğümüz normal demokratik şartların ve yaşamın sürdürüldüğü bir ülke değil. Üzerinde her an tahakküm kurmuş bir başka ana ülkenin her an demokratik kurallarını, seçimlerini, ekonomisini, hatta seçimlerini etkileyebileceği kırılgan bir yapıya sahip bir ülke. O halde normal bir demokratik yaşama geçilebilmesi için de egemenliğini belirleyecek birçok sahanın dolduruması gerekiyor ve bunun için de ciddi bir mücadele ve örgütlenme süreci yaşanması elzem. Bu istençte ısrarlı olmazsanız ve yaşanılası herşeyin normal olduğu ve de rutin hayatın bir parçası olduğunu kurgularsanız, ülkedeki değişmezlik bir statik yapı kazanarak kendi halkını da yer ve tüketir. Şimdi ülke halkının devrimci bir deneyimi yok. En basitinden bir seçim ortamında halkın iradesinin yerine getirilmesi için bir seçim boykotu bile işlev kazanamıyor, çünkü bu ülkede seçim sonralarında “işgal-mişgal”, “yokolduk gidiyoruz” diye bağıranlar herkesten de önde seçimlerde istedikleri partilerden aday olup meclise girmek ve kendilerini orada garantiye alıp, beş yıl da onlar bu statükodan faydalanma güdüsü taşıyorlar. Veya çok bilinçli solcu olduklarını söyleyenler de aslında baktığınızda seçimlere girip doğruları feryat etme adı altında statükoyu veya işgali bir bakıma meşrulaştırmaya, isteyerek veya istemeyerek çalışıyorlar. Bu ülkenin makus talihi haline gelmiş bu olaylar maalesef. Sanki de hiç müdahale yaşanmamış, sanki de bir gecede buraya Ankara’dan uçaklar inip de seçim kaybetmiş görülenleri galip ilan etmemişler. Madem ki bu ülkede herkes hem fikir ve de bu ülkede Ankara herşeye tahakküm koymuş, her istediği de olmakta, o halde niye seçim? Niye hala daha birbirimizi kandırmaktayız? Madem ki istediğimiz olmayacak ve gene Ankara’nın demografik yapıyı değiştirmesi ile oluşan statik yapısı kazanacak veya Ankara’nın isteklerine boyun eğenler meclise doluşacak, niye seçim? Şimdi bazı arkadaşlar diyor ki seçim çünkü bizim amacımız seçilmek değil, biz ortaya çıkıp doğruları söyleyeceğiz. Yani doğruları söylemek için illa ki seçimleri mi kullanmak lazım? Yani yok mu halka seslenecek başka alternatif? Elbette var ama bana göre seçimin ağırlığı bir başka. Orada adaysınız, veya denecek ki işte filanca şahıs cumhurbaşkanlığına aday. Yani bir başka olur cumhurbaşkanlığına adaylık herhalde. Öyle sanıyorum. Havası var galiba…
Oysa, 20 seneden fazladır ki söylüyoruz. Ankara’nın tüm tahakkümü ve taşıdığı oylarla burada insanların kaderlerine tahakküm ettiği ve buradaki demokratik yaşam içinde olmak üzere halkın da kaderine el koyduğu ve taşıdığı oylarla kaderi etkilediği gerçeği yaşanmakta. Bunu engellemek için sandıklara gitmemek ve hep birlikte hareket etmemiz gerekiyor. Fakat iş seçim ortamına geldi mi beş yıl, işgal ve de egemenlik hatta siyasal irade üzerinde politika yapanlar karşılarında bu ana sorunları unutup, seçim dalaşına dalıp, işgale karşı mücadele, siyasal irade, demokrasi gibi tüm değerleri unutuyorlar. Yazık tabi ki… Gene bundan iki sene önce, daha sonra bana küsüp beni facebook üyeliğinden atan bir hanım arkadaşın da seçimler sırasında seçimlere katılmasının özrünü görmüş ve adeta şaşkına dönmüştüm. Ne diyordu bu arkadaş:
“Ben seçilirsem mesela, arkadaşlarım grev yapıp da meclise yürüyüşe geçtiklerinde, önce meclis penceresinden onlara el sallıyacağım ama daha sonra da yanlarına gidip onlara dayanışma göstereceğim…” Yani bakın niye seçilmek istiyormuş bu hanımefendi anlıyor musunuz? Kendini milletvekili hanım olarak kitlelere tanıtacak ve dayanışma gösterecekmiş. Yani bu ülkede başka sorunlar yok, bu ülkede adam veya hanım gibi gerçekten siyasal iradenin yansıyacağı bir ortam veya düzen yaratma yerine meclise seçilip orada bir beş sene daha halkın feryatlarına rağmen milletvekili güdüsü hakim. Geçenlerde gene Lenin’i kaynak gösterip boykotu eleştiren solcu ve aday bir arkadaştan şu yanıtı aldım. Tabi daha önce ben denizin “Boykot her ortamda yapılmalı” sözüme karşılık gönderdi yanıtını. Yanıtının tümünü buraya alıyorum:
“Ulus Irkad’a ve diğer “Leninci” dostlara sevgilerle:”
1908’de, “sol” bolşevikler, aşırı gerici “parlamento”ya katılmanın gereğini anlamamakta direndikleri için, partimizden çıkarılmışlardır. Aralarında, daha sonra yeniden partiye girmiş olan ve halen de onurla parti üyeliği sıfatını taşıyan eksiksiz devrimciler bulunan “sollar”, özellikle 1905’deki olumlu sonuçlar veren boykot kararından esinlenmekteydiler. 1905 Ağustosunda, Çar, bir danışma “parlamento”sunun toplantıya çağrıldığını bildirdiği zaman, bolşevikler, bütün muhalefet partilerinin ve özellikle menşeviklerin tersine, bu parlamentoyu boykot etmişlerdi; ve bu parlamentoyu, Ekim 1905 devrimi süpürmüş atmıştır. O tarihte, bu boykot kararı, gerici parlamentolara katılmamanın genel olarak doğru bir davranış olduğu için değil, yığın grevlerinin siyasi greve ve sonra da devrimci greve ve en sonunda da çarlığa karşı ayaklanmaya doğru hızla dönüştüğü nesnel durumun doğru olarak hesap edilmiş olmasından ötürü verilmişti. O zamanki tartışmanın konusu, birinci temsili kurumu çağırma inisiyatifinin Çara mı bırakılacağı, yoksa bu inisiyatifin eski iktidarın (sayfa 26) elinden mi alınacağı konusuydu. Bu nesnel duruma benzeyen bir durum olduğu, ve bu durumun aynı doğrultuda ve aynı hızla gelişeceği kesin olmadıkça, boykot, haklı gösterilemez. (ben bold yaptım-MO)
1905’te “parlamento”nun bolşevikler tarafından boykot edilmesi, proletaryaya bazı durumlarda –legal ve illegal, parlamenter ve parlamento-dışı biçimlerden aynı zamanda yararlanıldığı bir sırada– parlamenter biçimlerden vazgeçilmesi gerekebileceğini göstermesi bakımından, devrimci proletaryaya son derece değerli bir siyasi tecrübe kazandırmıştır. Ama, basit bir taklitçilikle, eleştirici ruhu olmadan, bu tecrübeyi, başka koşullarda, başka bir durumda olduğu gibi uygulamaya kalkmak en büyük yanılgıya düşmek olur. Zaten bolşeviklerin 1906’da “Duma”yı boykot etmeleri, pek önemli olmasa da ve kolayca onarılsa da [*1] gene de yanlış olmuştur. Ama, bir yandan devrimci dalganın hızlı bir yükselişinin ve bu dalganın ayaklanmaya varmasının beklenemeyeceği bir sırada ve öte yandan krallığın burjuvaziye dayanarak yeniden dirilişini meydana getiren tarihi durumun legal çalışma ile illegal çalışmayı birleştirmeyi gerekli kıldığı bir sırada, 1907’nin, 1908’in ve sonraki yılların boykotu, vahim ve onarılması zor bir yanılgı oldu. Bugün geriye baktığımızda, geçmişte kalan ama sonraki dönemlerde bağlantısı şimdi açıkça görülebilen bu tarihi dönemi değerlendirirken, bolşeviklerin, 1908 ile 1914 arasında, illegal mücadelenin biçimlerini legal biçimlerle, aşırı gerici parlamentoya ve gerici yasalara tabi bir sürü öteki kurumlara (sigorta sandıkları vb.) katılmayla bileştirme zorunluluğunu en çetin savaşlar pahasına yerine getirmedikleri takdirde, proletaryanın devrimci partisinin sağlam çekirdeğini (geliştirmekten ve daha da güçlendirmekten söz etmiyorum) mevcut haliyle bile muhafaza edemeyeceklerini açıkça görürüz.” (ben bold yaptım-MO) (Lenin, “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı)”
Ben de bu arkadaşa ben de Vladir İlyiç Lenin’in seçimlerin boykot edilmesi üzerinde bir yazısından küçük bir aktarma yapmak istiyorum kendi yanıtım olarak:
“Sol sosyal-demokratlar Devlet Duması’nın boykot edilmesi sorununu yeniden gözden geçirmek zorundadır. Bu yapılırken, bizim bu sorunu daima somut, o günkü politik duruma bağımlı olarak ele aldığımız göz önünde tutulmalıdır. Örneğin (Cenevre’de çıkan) “Proleteri”, daha o zaman, oluşması halinde “Buligin Duma’sı gibi bir Duma’dan bile yararlanmaktan tüm zamanlar için imtina etmenin gülünç olacağım” yazmıştı. Vitte Duması hakkında ise N. Lenin ve Th. Dan’ın “Devlet Duması ve Sosyal-Demokrasi” (1906) broşüründe, N. Lenin’in makalesinde şunu okuyoruz”:
“Gerek nesnel gerek öznel nitelikli tüm bu karmaşık olguları gerçekten dikkate almaya ve değerlendirmeye çalışan biri, sadece. Kafkasya’nın’124’ genel kuralı doğrulayan bir istisna oluşturduğunu görür. Pişmanlık dolu konuşmaların ve boykotu “gençlik ateşi”yle açıklama çabasının olayların en dar görüşlü, en yüzeysel, en basiretsiz değerlendirmesi olduğunu görür.
Duma’nın dağıtılması, boykotun 1906 ilkbaharı koşullarında genelde hiç kuşkusuz taktik bakımdan doğru ve yararlı olduğunu şimdi gayet açık şekilde göstermiştir. O günkü koşullar altında sosyal-demokrasi görevini ancak boykotla yerine getirebilirdi: halkı Çar’ın anayasasına karşı uyarma zorunluluğu, Kadetlerin cafcaflı seçim yalanlarını eleştirme zorunluluğu — her ikisi de (uyarı ve eleştiri) Duma’nın dağıtılmasıyla parlak biçimde doğrulanmıştır”.
Türkiyeli devrimci demokratlardan Gün Zileli de seçimler hakkında şunları söylüyordu; Yeni Harman Dergisi’nin 2011-mayıs sayısından aktarıyorum:
“Ne var ki, Marksistlerin yukarda özetlediğim teorisi ilk büyük darbeyi I. Dünya Savası’nın başında yemiştir. Normal zamanlarda, barış zamanlarında pek mantıklı gibi görünen bir teori, olağanüstü anlarda hiç de geçerli olmadığını kanıtlamıştır. Burjuvazinin size söz hakkı verirken, parlamentoya girmenizi kabul ederken, propaganda olanaklarından yararlanmanıza izin verirken, bütün bunları hiç de babasının hayrına yapmadığı ortaya çıkmıştır. Burjuvazi, verilen bu parlamenter tavizin günün birinde ve kritik bir anda kendisine kâr olarak döneceğini çok iyi biliyordu ve nitekim öyle de olmuştur. Zaten sosyal demokrasinin kapitalizme entegrasyonu bununla da kalmamış, o günden bugüne sosyal demokrasi sistemin önemli dayanağı olarak görev yapmıştır.
Bolşeviklerin Rusya’da iktidara gelmesiyle Lenin II. Enternasyonal’den kopmuş ve Komünist Enternasyonal’i (Komintern) kurmuştur. Komintern, II. Enternasyonal’in burjuvaziye entegre olma politikasına ağır eleştiriler yöneltmekle birlikte, asla seçimler ve parlamento meselesini köklü bir şekilde sorgulamamıştır. Tam tersine, bunu sorgulayan Sol Komünistler daha 1920 yılında Komintern’den dışlanmış ve Lenin seçimleri kökten reddedip devrim çağrısı yapan Avrupa’daki Sol Komünistleri (Sylvia Pankhurst, Anton Pannekoek, Herman Gorter, Amadeo Bordiga) çocukluk hastalığına tutulmakla suçlamıştır.
Nitekim, özellikle sağlam parlamentolara sahip Avrupa ülkelerindeki komünist partiler, yazının başında açıkkladığım Marksist mantığı devam ettirerek seçimlere ve parlamentoya katılmayı sürdürmüşlerdir”.
Tabi ki burada tartışma yapıyoruz ve herkesin özgür bir iradesi var. Yirmi seneden fazladır ki bu konularda tartışmalar yapıyor ve sonunda seçim sathı mailine geldiğimizde gene boykot cephesi yaratılması değil, ısrarla seçimlerı boykot etmeye çalışan YKP’ye karşı bir cephe oluşturup seçimlere girenler de var. Oysa seçimlerin bu ülke halkının yaşamını kötüleştiren ve onun buradaki yaşamını sona erdiren bir etkisi var. Her seçimden sonra ülke halkı daha da yıkılmakta ve daha da ülkesinden kopup göç etmekte ve azalmakta. Tarih seçimleri boykot edenleri de etmeyenleri de muhakkak birgün yazacak. Kırk yıldır seçim olan bu ülkede seçimlerin bir kandırma mekanizması mı yoksa varoluş mekanizması olarak serbest iradenin tecelli ettiği bir ortamı mı yarattığını, diyalektik olarak yazacak. Kırk yıllık süreç, seçimlerin halkı korumadığı, her seçim sonrası yokoluş sürecinin devam ettiğini göstermekte. Hiç kuşkunuz olmasın, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri de aynı kanal içinde akacak ve kader de gerçekleri görmeyenlerden dolayı, korkunç akıbete doğru yol alanlara karşı bir defa daha tebessüm edecek…