Bu yazıya vereceğim tek referans, Haluk Selam Tufanlı’nın bir vicdani retçi olarak Güvenlik Kuvvetleri mahkemesinde yargılandığı sırada neden vicdani retçi olduğunu mahkemeye anlatırken yaptığı açıklamalar olacaktır; çünkü esas tarih bazen mahkeme salonlarında yazılıyor, çünkü esas kaynak bazen sokaklar, çünkü esas teori pratikte örülü…
Zorunlu askerlik “görevini” yapmış biri olarak nasıl olur da vicdani retçi olduğu sorgulanırken Haluk, onu vicdani retçi yapan unsurun tam da zorla yaptırılan askerliğe içkin olduğunu söylüyor. Peki onu seferberlik hazırlığı çalışmalarına katılmayı vicdanen reddetmeye iten nedenler neydi?
Herhangi bir otorite figürüne hesap vermek zorunda kalmış herkes bu tedirginliğe aşinadır; biz söyleriz de onlar duyar mı? Salt “bilmemezlik” hallerinden mi bütün bu zulüm, baskı ve nefessizliğimiz? Yoksa bütün mesele çok da iyi bilip bunun üzerine kurguladıkları bir iktidar savunması mı? Eminiz bazen bunun cevabından, bazen emin olamıyoruz. Yüzleşiyoruz biz de, her derde deva diye… Bu dava hepimizin işte.
Yüzleşme
Haluk: “Askerlikle vicdanımın ters düşmesinin bir sebebi de kadınların devamlı olarak aşağılanması, hakarete uğramasıdır.”
Savcı: “Nasıl yani? Kadın mı var askerlikte de hakarete uğrar?”
Haluk devam ediyor ve anlatıyor:
- Askerlere zimmet edilen silahların onların namusu, karısı olduğu ve bu yüzden silahları hiç yanlarından ayırmamaları gerektiği anlatılıyor.
- Emirler yerine getirilmediği taktirde askerlere fiziksel ya da psikolojik şiddet uygulanırken, “kız gibisin” vb sözler söylenerek kadınlara hakaret edecek sözlerle baskı uygulanıyor.
- Askerlere zorla her sabah erkek şiddetini besleyen marşlar söyletiliyor; “sarışını, esmeri, kumralı farketmez çünkü biz piyadeyiz, piyadeler affetmez…” Söylemeyenlere ceza veriliyor.
Savcı: “Ben iddia ederim ki sen hayal dünyasında yaşıyorsun.”
İçine kaçıp kaçıp durduğumuz, arada bir de bildiğin kurduğumuz bir hayal dünyamız var, doğrudur. Keşke iddia ettiğiniz gibi, o hayal dünyasına tam zamanlı taşınabilsek. Arkamıza bile bakmazdık. Teşekkür ederiz, almazdık…
Ama gündüz düşleri, bakarak olma halleri, kendimize yarattığımız nefes alma anları dışında etrafımızı sardığınız cinsiyetlendirilmiş kurumlarınızla ayık bayık başbaşayız. Yukarıdaki üç maddeye bakın, dördüncü de benim küçük bir kız çocuğuyken ağzıma uzunca bir süre dolanmış olan “komşu kızını zapteyle, yaylalar yaylalar, bizim oğlan aşıktır, bilo bilo yaylalar” “şarkısı” olsun, askerde söylendiğini bildiğimi hatırlıyorum.
Bir toplumun bütün erkek üyelerinin bir senesini böylesi öğretilerle başbaşa geçirdiğini düşünün; ya parçası olacaksın ya da sponsoru, çıkış yolun yok. Erkekliğe adım diye nitelendirilen ritüellerden en önemlilerinden biri olan askerlik ve bu kurumun bu bağlamda öğrettiklerini sırasıyla sayacak olursak katillik, şiddet teknikler, tecavüz marşları, kadınların erkeklerin malı ve korumaya muhtaç olduğu algısı…
Sadece kişilerin değil, kurumların da cinsiyeti var; askerlik en vahşi egemen erkeklik fabrikası olarak heybetli bir fil gibi öylece duruyor odamızın ortasında. Toplumun kadını aşağılayıcı, erkek şiddetini normalleştirici diğer unsurları da göz önüne alındığında, kadına şiddet uygulayanın değil, uygulamayanın parmakla gösteriliyor olması oldukça olağan değil mi? Anlaşılmalıdır ki, erkek şiddeti vakaları, ki bunun kurbanları sadece kadınlar değil aynı zamanda egemen erkeklik tanımına sıkışmayı reddeden “öteki” erkekler de olabilir, şahsına münhasır, psikopat vakalar tarafından uygulanmamaktadır. Hayır, o cinayet bir anlık cinnet anında gerçekleşmemiştir ve hayır, o adamın gözü o anda dönmemiştir. Bilinçli bir şekilde, hergün tekrarlatarak ve zorla tecavüz marşları söyletilmiş, söylemeyen ceza çekmiş bir toplum yarısı, nesillerce… En kısa sürede en fazla düşman nasıl öldürülür öğretilmiş, yıllarca… Ve bu yok etme kültürü kurulmuş böylece. Ne olmasını bekliyorduk ki, gün be gün örülmüş bu kadın düşmanı, yaşam düşmanı kurum merkezinde dururken bölünmüşlüklerimizin? Örülen bu militarist kültürde şiddet uygulamayan erkek şiddete maruz kalıyorsa, ne olmasını bekliyoruz halâ?
Mecliste vicdani ret konusu görüşüleceğinde kadın aktivistlerin de oturumu izlemesi bazı çevreler tarafından garipsenmişti, Kıbrıs’ta Vicdani Ret İnisiyatifi’nden Rahme ve Hazal’ın vicdani retçi Halil ile birlikte 15 Kasım törenlerinde “yurt ödevimiz barış, vicdani ret hakkımız” pankartı açması, en iyi haliyle “vay be, bizim hakkımızı kadınlar arıyor, helâl olsun” yorumlarını yaptırtmıştı. Bu tür yorumlar da aslında içinde yaşamaya zorlandığımız militarist kültürü kavramaktan ne denli uzakta olduğumuzu ve militarizmin bu bağlamda başarısını ortaya koymaktadır. Naçizane söylemek gerekirse, kadın vicdani retçiler ve vicdani ret aktivistleri olarak yapmaya çalıştığımız salt bir başkasının hakkını, bizimle alâkasız bir hakkı savunmak değil, hem sistematik olarak şiddet gördüğümüz bu hayatta ve hem de içinde onurlu yaşadığımız bu hayalde aynı anda kalmaya çalışmaktır, hepsi bu.
Tegiye Birey – YKP-fem Aktivisti
Kaynak: 29 Kasım’da Yenidüzen’in eki Gaile’de yayınlandı