Londra Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Okulu’ndan Gilbert Achcar ile Ortadoğu’daki son siyasal durum üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Röportaj: Erhan Keleşoğlu
E.K: Arap devrimleri veya sizin tabirinizle Arap devrimci süreci ile başlamak istiyorum. Arap devrimlerinin başlamasından itibaren üç seneye yakın bir süre geçti. Ancak genç Arap devrimcilerinin tüm ümitlerine karşın, Suriye’de kanlı bir iç savaşa, Irak ve Suriye’de IŞİD olgusuna, Libya’da karışıklığa, Mısır’da en az Mübarek kadar zalim bir rejime tanıklık etmekteyiz. Ne oluyor? Bir karşı devrim mi?
G.A: Tam da bu yüzden olanları başlangıcından itibaren uzun vadeli devrimci bir süreç olarak tanımlamıştım. Böyle süreçler kesinlikle çizgisel, hep ileriye, nihai zafere doğru giden bir seyir izlemezler, işler böyle yürümez. Devrimci süreçler her zaman kaotik olagelmiştir. Devrim ve karşı devrim arasında çok uzun sürebilen bir diyalektik ilişki vardır ve bu ilişki tarihteki devrimci süreçlerde gördüğümüz üzere iç savaşa varan çatışmalarla çok kanlı da tezahür edebilir.
Bölgesel kalkışmayı değerlendirdiğimizde dönüm noktasının Suriye rejiminin devrime direnci olduğunu söyleyebilirim. Suriye rejimi kesinlikle karşı devrimin bir parçasıdır. Bu rejimin ilerici olduğunu düşünen algılama biçimi bence hatalıdır. Bölgesel anlamda bu isyanın karşı çıktığı diğer rejimlerin temel özelliklerini taşımaktadır. Suriye rejimi kitlesel kalkışmaya direndi ve iki sene kadar önce yanına Hizbullah’ı ve İran’ı da alarak karşı saldırı başlatma kabiliyetini gösterdi. Bu süren devrimci süreç açısından dönüm noktası teşkil ederek bölgesel karşı devrimci güçlerin karşı saldırısının da önünü açtı. Mısır’da askeri yönetimin iş başına gelmesini bu bağlamda görmeliyiz. Ancak karşı devrim her yerde muzaffer olamadı; örneğin Tunus’ta bir karşı devrimden bahsedemeyiz, hala geçiş süreci sürüyor ve mücadele devam ediyor. Nasıl evrileceğini kestirmek zor ancak şu an itibarıyla Mısır’da olduğu gibi doğrudan karşı devrimci bir hal söz konusu değil. Libya’da da kaotik bir durum var. Libya’da karşı devrimin imkânı yok çünkü rejim tamamıyla tasfiye edilmiş durumda, bu anlamda diğerlerinden farklı olarak Kaddafi rejiminin geri dönüş olasılığı yok. Şu anda reaksiyoner güçler ve ilerici güçler arasında süren bir mücadele var. Bu ucu açık, çok kaotik bir süreç.
E.K: Libya doğu ve batı Libya olarak bölünebilir mi?
G.A: Uzun vadede herşey mümkün ancak hâlihazırda masada öyle bir durum yok. Daha ziyade yerel içerikli mücadeleler söz konusu; bu anlamda doğu batıya karşı diyemeyiz, daha karmaşık bir süreç işliyor. Diyebiliriz ki tüm Ortadoğu için bir karşı devrimci saldırı uğrağından geçiyoruz. Ancak bu kendi içerisinde tezatlar barındıran bir süreç. İki temel karşı devrim gücünden bahsedebiliriz. Bunlardan ilki eski rejimlerdir (ancien regime), diğeri ise ılımlı Müslüman Kardeşler’den daha aşırı IŞİD’e uzanan bir yelpazedeki İslamcı-köktenci akımlar tarafından temsil edilmektedir. Karşı devrimin bu iki kutbu Suriye’de ve Mısır’da da gördüğümüz gibi çatışma halindedir. 2011 ayaklanmalarının tüm devrimci potansiyeli bu iki kutup arasındaki çatışmanın arasına sıkışmıştır. Bu sıkışmanın asıl nedeni ilerici güçlerin başarısızlığıdır; bu güçler iki karşı devrimci kutbun karşısında üçüncü bir taraf yaratma noktasında başarısız olmuşlardır. Karşı devrimin karşı atağa geçme kabiliyetini elde etmesinin temel sebepleri arasında bu başarısızlık bulunmaktadır. Devrimci sürecin geleceği de ilerici güçlerin karşı devrim karşısında devrimci bir kamp inşa edip edemeyeceklerine bağlı olacak. Bu kampı inşa etmek yerine, Tunus’ta, Suriye’de, Mısır’da olduğu gibi birbiriyle rekabet halinde olan karşı devrimci güçlerle geçici ittifaklar kurarak arada kısıldılar. Gelecek, ilerici güçlerin bağımsız bir yapı ve güç olarak kendilerini inşa etme yeteneğine bağlı; eğer bu yaşanmazsa bölgeyi kasvetli günler bekliyor. Şu anda Suriye’de ve Irak’ta olanlara bakın. Suriye’de bir yanda katil bir rejim var; karşısında da en az onun kadar cani IŞİD vb. köktenciler. Alternatif bir ilerici seçenek açığa çıkmazsa bu tablonun değişmesi olası değil.
E.K: Söz konusu çatışma içerisinde ilerici bir seçenek ortaya çıkmazsa kendimizi nasıl konumlandıracağız? Örneğin Suriye’de bir yanda Alevileri, Hıristiyanları ve diğer azınlıkları koruduğunu söyleyen bir rejim var; diğer yanda ise köktenciler. Eğer seçeneksiz kalırsak kimin yanında yer alacağız?
G.A: Kolera ve veba arasında seçim yapamazsınız. İki tarafa da karşı olmak zorundasınız ve bunu da açık seçik dile getirmek zorundasınız. İki taraf da karşı devrimcidir. Aslında ikisinin de ortak noktaları var; Suriye rejimi IŞİD’in ortaya çıkışına sevinmişti. Böylece Esad Batı’yla kurduğu ilişkide kendi pozisyonunu “biz aslında sizinle müttefikiz, size de düşman olan güçlerle savaşıyoruz ve onlara göre size daha yakınız” söylemiyle tarif ediyordu. Rejim başından itibaren bu tür köktenci grupları teşvik etmek için elinden geleni yaptı. Olan bitenden gayet memnunlar. Rejim ancak yakın zamanda IŞİD’le çatışmaya başladı; böylece Batı’ya ortak hareket imkânı hatırlatılmak istendi. Oysa IŞİD’le çatışanlar hep diğer Suriyeli muhalif gruplar olagelmişti. Eğer ilerici bir kamp olacaksa bunun rejimle olduğu kadar mezhepçiliğe, köktenciliğe de mesafeli olması gerekiyor.
E.K: Mezhepçilik hakkında ne düşünüyorsunuz? Mezhepçiliğin arkasında hangi nedenler bulunuyor? Nasıl örgütleniyor? Örneğin Suriye’de?
G.A: Suriye’de köktenci örgütler aynı zamanda mezhepçiler. Ne kadar köktencilerse o kadar da mezhepçi oluyorlar. Sünni köktencilikten söz ediyorsak bunun dereceleri var. En reaksiyoner köktenciler vahhabiler ve vahhabi ideolojisine yakın sertlik yanlısı selefi akımlardan gelenler. Yani El-Kaide, IŞİD vb. örgütlenmeler. Vahhabizmin Şii nefreti ve bu anlamda mezhepçiliği kat’idir, tartışılmaz. Bir diğer yanda İslam devleti kurma hedefi olan daha ılımlı köktenci unsurlar var. Örneğin Müslüman Kardeşler. Bu örgüt açıkça mezhepçi bir söylem takınmaktan kaçındı. O yüzden mezhepçilik hangi grupla ilgili konuştuğumuza bağlı olarak değişim gösteriyor. Nesnel verilere dayanarak konuşacak olursak Suriye, Lübnan ve Irak’a göre mezhepçiliğin boy vermesine daha az uygun bir ülke. Bunun nedeni demografik dengelerdir. Suriye’de ezici bir Sünni çoğunluğu var. Bundan dolayı buradaki çatışma hiçbir zaman Sünnilere karşı Aleviler olarak şekillenmedi. Şüphesiz rejim Alevilerin çoğunluğunu yanına almış durumda; mezhep ayrılıklarından faydalanıyor. Bu anlamda rejim bir numaralı mezhepçidir. Özellikle orduyu yanında tutabilmek için mezhep farklılığını istismar etmiştir. Bunun ötesinde Sünnilerin bir kısmı da rejimin tarafındadır. Öyle olmasa çoktan yenilmişti, Aleviler nüfusun sadece yüzde 10’uyken Sünniler yüzde 70’inden daha fazla. O sebeple Alevilere karşı Sünniler yaklaşımı doğru değil, gerçek çok daha karmaşık.
Irak ve Lübnan’da ise dinsel gruplar arasında birbirine daha yakın bir güç dengesi var. Bu da Lübnan İç Savaşı’nda gördüğümüz gibi (önce Hıristiyan-Müslüman sonra da Şii ve Sünni gruplar arasında yaşanan) çatışmanın kolaylıkla mezhepsel-dinsel bir temele oturmasını sağlıyor. Irak’ta ABD işgalinden sonra mezhepçi boyut hızla ön plana çıktı. Rejimin istismar ettiği mezhepçilik daha önce de vardı ancak işgal sonrası mezhepçilik siyaseti teslim aldı. Toplumsal olarak ilerici ve siyasal olarak demokratik bir programı ortaya koyabilen seküler ilerici güçlerin yokluğunda kendiliğinden gelişen sonuç mezhepçiliğin hâkimiyeti olmaktadır. Mezhepçilik önce Osmanlı, sonrasında Batılı emperyalistler, bağımsızlığın ardından da iktidara gelen diktatörlükler tarafından sürekli istismar edilmiş ve işlenmiş bir olgudur. Bu ülkelerin kültürüne içkin değildir tam tersine Osmanlı millet sistemi de İngiliz-Fransız sömürgeciliği de mezhepsel ayrımlardan istifade etmiştir. Diktatöryel rejimler de benzerini uygulamıştır. Dolayısıyla mezhepçilik siyasal bir araç olarak imal edilmiştir. Bundan kurtulmanın yolu bambaşka bir siyaseti inşa etmektir; ne yazık ki bunun güven veren bir örneğini göremiyoruz. Özellikle Suriye’de bunun bir potansiyeli vardı. Ancak sorun kendilerine ilerici diyen güçlerin rejim karşıtı, ancak kendisini reaksiyoner güçlerden de ayıran bağımsız bir hattı inşa etmedeki başarısızlığıdır.
E.K: Peki öyleyse bundan sonra ne olacak? Örneğin IŞİD veya isim değişikliğiyle İslam Devleti ayakta kalabilecek mi?
G.A: IŞİD’in savaştığı rejimlere karşı, İran’ın, ABD’nin hatta temsil ettiklerinden korkan Türkiye’nin hilafına uzun vadede hayatta kalabileceğini düşünmüyorum. Türkiye’nin ve Katar’ın bu konuda farklı oyun planları da olsa potansiyel olarak herkes için tehdit arz ediyor. Irak’ta IŞİD’in başarılı olmasının arkasında Sünni aşiretlerin Maliki’nin ordusundan kurtulma adına örgüte kapıyı açması yatıyor.
E.K: Peki sonrasında IŞİD’ten kurtulabilecekler mi?
G.A En sonunda tabii ki kurtulabilirler. 2004 senaryosunun bir tekrarı bu. O tarihte Sünni aşiretler El-Kaide’yi desteklemişlerdi. O zamanki önderleri Zarkavi ve diğerlerinin Şii karşıtı çok benzer bir söylemi vardı. 2006’da, yani iki sene sonra ABD politikasını değiştirdi. Uyanış (Sahve) örgütlendi ve genel olarak Sünnilerin Irak siyasetindeki rolünün artırılması amaçlandı. Ancak bu değişimden sonra aşiretler El-Kaide’ye biatten vazgeçti ve örgüt 2008’de Irak’tan silindi. Bu da ABD’nin çekilebilmesine imkân verdi; aksi halde arkalarında El-Kaide’yi bırakarak gitmeleri mümkün değildi. 2011’de çekildiklerinde El-Kaide’nin bittiğini düşünüyorlardı. Amerikalılar çekilmeye karar verdiğinde esasen Sünni aşiretler çok da mutlu olmamıştı. ABD’nin kalmasını istiyorlardı çünkü siyasal sistem içerisinde Sünnilerin payının teminatı konumundaydılar. Denklemden çıktıkları anda nüfuzu artacak tek unsur İran ve onun destekçisi Maliki’ydi. Maliki son derece mezhepçi ve antidemokratik bir yönetim sergileyerek Sünni aşiretleri siyaset dışına itti. Bundan dolayı onlar da 2004’te aldıkları tavra geri döndüler, bu sefer IŞİD’i desteklediler. Irak El-Kaidesi artık yoktu. IŞİD, El-Kaide önderi Zevahiri ile ters düşmüş ve örgütten ayrılmıştı. Suriye’deki Nusra Cephesi şu an resmi temsilci sayılıyor. Ancak IŞİD, geçmişte Zarkavi’nin temsil ettiği Irak El-Kaidesi fikriyatına şu andaki El-Kaide’den daha yakın durumda. Mevcut durum kısaca bu. Irak’ta herkes Sünni aşiretlerin yeniden kazanılması gerektiğinin farkında ancak bunun önündeki en önemli engel Maliki. Bu sebeple üzerinde bir baskı oluşturulmaya çalışılsa da İran’ın da desteğiyle hala iktidarı bırakmamaya uğraşıyor. Maliki gidinceye kadar durumu tersine çevirmek ve IŞİD’ten kurtulmak mümkün gözükmüyor. O giderse ve Sünniler adil şekilde sistemin içinde yer alabilirlerse sorunun çözümünde yol alınabilir.
E.K: Bu anlamda İran ve ABD arasında sorunun çözümü için bir işbirliği gerçekleşebilir mi?
G.A: Maliki İran’ın tarafında bir aktör. Onun bir koalisyon hükümetince alaşağı edilmesi İran’ın etkisini azaltacaktır. Bu da İran’ın hoşuna gitmiyor. Ancak nihayetinde bunun pazarlığını yapabilirler. Bu Washington ve Tahran arasındaki pazarlığa bağlı.
E.K: Anlaşabilirler diyorsunuz?
G.A Evet, tabii bu ihtimal dışı değil. Müzakere devam ediyor. Ayrıca Sistani gibi İran taraftarı olmayan Şiilerden de Maliki’ye çekilmesi yönünde bir baskı geliyor. Oyunun kurallarını anlamış durumdalar, İran’a taviz verilmeden Maliki’den kurtulmak istiyorlar. O yüzden ihtimallere açık bir durum var. Bu anlamda IŞİD halifeliğinin bin sene sürebileceğine ancak Bağdadi gibi çılgınlar inanabilir.
E.K: Kürtler hakkında ne düşünüyorsunuz? Bağımsızlık vakti geldi mi?
G.A Mühim mevzulardan birisi Iraklı Kürtlerin IŞİD saldırısı fırsatından yararlanarak Kerkük’ü ele geçirmesi oldu. Bildiğiniz üzere bu mesele, Araplar ve Kürtler arasında çok sıcak tartışmalara konu olmuştu. Kerkük meselesinde Şii ve Sünni Araplar birleşir. Buradaki ayrım mezhepsel değil etniktir. Araplar ve Türkmenler gibi diğer azınlıklar da Kürtler’in Kerkük’ü almasına karşıydı. Kürtler Irak’ta askeri açıdan en güçlü grup durumundalar. Irak ordusunun IŞİD karşısında Musul’da nasıl çözüldüğünü gördük. Kerkük’ü bu güçle aldılar ve onları oradan çıkarabilecek bir kuvvet yok. Barzani, dağılmakta olan Irak’ın içinde bulunduğu durumun bağımsızlık için uygun zaman olduğunu düşünüyor. Eğer Türkiye buna karşı çıkarsa bunu yapabilmeleri zor ancak Türkiye’nin karşı olmadığını görüyoruz. Aksi halde Iraklı Araplar ve Türkler arasında, dışa kapalı bir bölgede sıkışacaklardır. Bu çıkmaz bir sokaktır. Esasında bu Kürt mücadelesinin en temel sorunu olagelmiştir. Tarihin ironilerinden birisidir; Kürt Ulusal mücadelesinin liderleri, her zaman sınırın diğer tarafında kardeşlerini ezen güçlerle işbirliği yapmışlardır. Kürtlere korkunç bir şekilde zulmeden, Irak’tan da beter olarak yurttaşlık bile vermeyen Suriye rejimi ile PKK ilişkisi böyleydi. Benzer şekilde Irak’taki Kürt liderler değişen zamanlarda İran’la, Saddam Hüseyin Irak’ıyla, Türkiye ile işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdir. Mustafa Barzani’nin Şah döneminde İran’la girdiği ittifak ilişkisi, Şah’ın onları arkadan hançerlemesiyle Kürtlere çok pahalıya mal olmuştu. Tüm bu tarih çok trajiktir ve Kürt halkı açısından çok feci neticelere yol açmıştır. Bu süreç devam ediyor. Irak Kürdistan’ı Türkiye ile çok ilişkiler kurdu. Türkiye sermayesi büyük yatırımlar yaptı. Bir nevi Türkiye’nin yarı-sömürgesi haline geldi. Bu da Türkiye’nin tavrında değişikliğe yol açtı çünkü bu tarzda bir devlet Türkiye tarafı için bir tehdit arz etmemektedir. Kaldı ki Öcalan artık ayrılma talebinden vazgeçmiştir. O nedenle Türkiye bu durumu idare edebilir. Piyasalara doğal gaz ve petrol satışı yapabilmek için Kürdistan Türkiye çıkışına bağımlıdır. Oysa aynı durum Irak için geçerli değildir. Irak Türkiye ile bağımlılık ilişkisi içerisine girmez.
E.K: Peki Kürtler Kuzey Suriye ve Lazkiye üzerinden alternatif bir çıkış rotası belirleyemezler mi?
G.A: Bunu mümkün görmüyorum. Barzani’nin son çıkışı tamamıyla Türkiye’nin tavrına bağlı. Türkiye hükümetinden yeşil ışık gördükleri sürece bu tutumu izlemeye devam edeceklerdir. Bu ışığın rengi değişirse Kürtlerin bağımsızlık lafzı sözde kalır. Irak Kürdistanı Türkiye tarafından destek olunmadığı sürece bağımsızlığını ilan edemez.
E.K: Peki ABD nasıl bir siyaset izler?
G.A: ABD, Türkiye ve Irak’ın ikisinin birden karşı olduğu bir kararı desteklemez. O sebeple Türkiye’nin kararı çok önemli.
E.K: Öyleyse Türkiye Kürdistan’a evet derse ABD hayır demez, böyle mi anlamalı?
G.A: Evet kesinlikle. Özellikle Irak’ın geri kalanının çözüldüğü durumda ABD karşı çıkmayacaktır. Kosova’nın ayrılmasına verdikleri desteği hatırlayın. Bu tip konularda gayet esnekler. Kendi çıkarlarına uyuyorsa ayrılmayı destekler, uymuyorsa karşı çıkarlar. Sudan, Kosova destek verdikleri örnekler.
E.K: Ancak bazı Amerikalı çevreler Kürtlerin Irak’ta Şiiler’i dengeleyen unsur oldukları; böylece İran’ın Irak’taki nüfuzunun artmasını engellediklerini öne sürerek Amerikan hükümetinin bağımsızlık karşıtı siyaset izlemesi gerektiğini savunuyor. Ne dersiniz?
G.A: Hiç katılmıyorum, mantıklı gelmiyor. Irak Kürdistanı İran’la ilişkilerde tarafsız davranıyor çünkü İran başlarına büyük sorunlar açabilir. Talabani vb. isimlerin de İran’a yakınlığı düşünüldüğünde katılmıyorum söylenenlere. İran nüfuzunu geriletmenin yolu Şiiler içerisinde hiç de azımsanmayacak güçte olan İran karşıtlarıyla ortaklaşmaktır. Irak’taki çatışmanın ulusal veya mezhepsel temelde olmasına göre işler değişir. Örneğin Mukteda Sadr gibi önde gelen Şii liderler ulusal kimliği yani Arap kimliğini mezhepsel kimliğin önünde görmektedir. Ulusal kimlik baskın gelirse İran nüfuzu azalır. Şii kimliği baskın olduğu sürece, en önemli Şii gücü olan İran’ın nüfuzu da artacaktır.
E.K Son olarak İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısını sormak istiyorum. İsrail’in saldırısının arkasındaki stratejik hedef nedir? İlerici güçler olarak İsrail saldırganlığını nasıl alt edebiliriz?
G.A: Bence İsrail’in niyeti gayet açık. Bizim de kınamamız gereken; nihayetinde Filistinlilere de zarar veren üç Yahudi gencin kaçırılıp öldürülmesi olayının ve roket saldırılarının İsrail harekâtıyla ilgisi yok; bunlar bahane. Çok açık ki bu farklı amaçlarla, önceden planlanmış bir saldırı. Ana hedef Filistin Yönetimi ve Hamas arasında varılan anlaşmayla kurulan birlik hükümetini sekteye uğratmak. Hamas bu anlaşmayla duruşunu ılımlılaştırmıştı. Temsilci dahi vermediği birlik hükümeti siyaseten Filistin Yönetimi’nin bir uzantısı olacaktı. Hamas tüm bunları kabul etti. İsrail’in saldırmasının nedeni bu. İsrail’in aşırılık yanlılarına saldırdığına dair söylemi tümüyle ikiyüzlü. Hamas, Mısır’da olanlar sebebiyle yaşadığı sıkışmışlıktan ötürü yumuşama zorunluluğunu hissettiği için İsrail saldırıyor. Mevcut Mısır hükümeti Müslüman Kardeşler karşıtı bir siyaset izlediği için Hamas çok zayıfladı ve bir uzlaşmaya gitme ihtiyacı duydu. Ayrıca İsrail’in Batı Şeria’da yaptıkları ile başladı olanlar. Kaçırılan üç genci arama bahanesiyle Şalit Anlaşmasıyla salıverilen eski mahpusların büyük bir kısmı tekrar tutuklandı. Netanyahu anlaşmayla bıraktığımız insanları istediğimiz anda yeniden içeri alabiliriz mesajını vermek istedi. Olanlar Gazze’de yaşayanlar tarafından gayet iyi idrak edilmiş durumda ve bu sefer yaşananlardan ötürü Hamas’ı suçlamıyorlar. İsrail’in önceden planlayarak başlattığı bu saldırı öncesinde, Gazze’de Hamas’ın desteği azalmaktaydı; şimdi yeniden yükseldi.
Bana İsrail’in nasıl alt edilebileceğini sormuştunuz. Bu bir strateji meselesi. Aynı zamanda liderlik sorunu da söz konusu. Trajik bir durumla karşı karşıyayız. Bir yanda işgalci güçlerle işbirliği yapan Filistin Yönetimi var. Diğer yanda ise maksimalist talepleriyle siyaset yapma yeteneğinden yoksun köktenci-İslamcı Hamas var. Bence Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde hatta İsrail’in içerisinde yaşayan Filistinliler için de şiddet aracını kullanmak çok mantıklı değil. Çünkü İsrail’in ezici bir şiddet aygıtı var. Öyleyse strateji mutlaka kitlesel siyasal mücadeleye dayanmalı. Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin siyaseten en güçlü olduğu zamanlar birinci İntifada sırasındaydı ve bu direniş esnasında silah kullanmamışlardı. Sadece taş vardı; temelde barışçıl bir direnişti. İsrail’in Filistinlilere küçük olsa dahi verdiği tüm tavizler birinci İntifada’nın kazanımıydı. Bugün Filistinlilerin ihtiyacı benzerdir. İlk İntifada, özörgütlenmeye dayalı olan, kadınların yüksek katılımının sağlandığı çok farklı bir mücadeleydi. İkinci İntifada’nın askerileştirilmesi Arafat’ın büyük bir hatasıydı. Arafat bu tuzağa düşerek İsrail’e mazeret verdi. Batı Şeria’da ilk defa bütün askeri gücünü ezici şekilde kullanabildi. Uçaklar, tanklar her şey. 2005’ten beri de bunu Gazze’de de yapıyorlar. Gazze’den geri çekilmeleri Gazzeliler için bir tehditti çünkü onları daha iyi ezebilmek için geri çekilmişlerdi. Artık güvenlikten doğrudan İsrailliler sorumlu değildi. Böylece defalarca orayı bombalayabildiler. Bir tezat oluşturacak şekilde Gazzeliler açısından İsrail ordusunun içeride olması daha güvenliydi. Çünkü onları o şekilde bombalamaları mümkün olamayacaktı. Bu bir tuzak. İşgal gerçeği devam ediyor. Bölgeyi kontrol ediyorlar. Ancak bölgeden çekilerek bombardıman için ellerini serbest hale getirdiler. Bu sebeple Filistinlilerin stratejisi İsraillilere herhangi bir şekilde mazeret vermemek olmalı. Kullandıkları ilkel roketler tamamıyla etkisiz. İsraillilere mazeret sağlamaktan başka bir işe yaramıyorlar. Roketler olmasa İsrail’in bombardımanı gerçekleştirmesi çok zor olurdu.
E.K: Peki Gazzeliler kuşatmayı nasıl kırabilir?
G.A: Kitlesel mücadeleyle, açlık greviyle ve benzerleriyle. Örneğin birkaç sene öncesinde Mısır sınırına çok kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirdiler ve sınır duvarlarını yerle bir ettiler. Bu tarz bir mücadeleyi kastediyorum. Böyle bir mücadele İsrail için de, Mısır için de çok ciddi problemler yaratır. Roketlerden çok daha etkili olur. Tekrar söyleyeyim İsrail’in saldırmasının nedeni bu roketler değil. Ancak İsrail’e mazeret verilmemeli, bu bir tuzaktır. Yineleyecek olursak bir strateji meselesi ile karşı karşıyayız. Tüm bölgede ilerici güçler işleri lehe çevirecek akıllı bir strateji inşa etmekte sorun yaşıyor.
E.K: Son olarak İsrail’e yönelik Boykot ve Yaptırım Kampanyası (BDS) hakkında ne düşünüyorsunuz?
G.A: BDS kampanyası iyi güzel de öncelikle Filistin’in içerisinin tahkim edilmesi gerekiyor. Ancak işgal altında yaşayan Filistinlilerin kitlesel mücadelesiyle birlikte yürütülürse maksimum fayda sağlanabilir. Silahların kullanımı bu anlamda da kampanyadan istenen düzeyde verim alınmasını engelleyecektir.