Türkiye’de siyasetin tansiyonu yükselirken Başbakan Erdoğan’ın “biz ve ötekiler” şeklinde kurguladığı ayrımcı dil de giderek sivriliyor. “Ötekiler” kimi zaman Aleviler oluyor, kimi zaman Zerdüştler, kimi zaman da “beyaz Türkler”. Erdoğan sermaye fraksiyonları arasında da belirgin bir ayrım yapıyor: Anayasa değişikliği referandumu öncesinde katıldığı bir televizyon programında, İstanbul sermayesi ile siyasi olarak anlaşmazlık yaşadıklarını belirttikten sonra şunları söylemişti: “İstanbul sermayesi Anadolu sermayesini aralarına istemiyor.. Fakat isteseler de istemeseler de Türkiye’de sermaye artık ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı” (Hürriyet, 11 Eylül 2010).
AKP’nin tek parti iktidarı döneminde (Başbakan’ın “Anadolu sermayesi” olarak nitelediği) İslamcı burjuvazinin, daha önceki dönemin laik burjuvazisinden farklı bir kültürel oluşum olarak serpilip, görünür hale geldiği biliniyor. Öte yandan, Erdoğan hükümetinin kararlı bir biçimde yürüttüğü neoliberal politikalar yoluyla Türkiye’de yeni bir toplumsal düzen inşa edildiği de bir gerçek. Bu dönemde, kamu ekonomisi neredeyse tümüyle tasfiye edilerek, küresel ölçekte serbest mal ve sermaye hareketlerine dayalı yeni birikim rejiminin mükemmel biçimine ulaşıldı. Neoliberalizm ile İslamcı sermayenin mutlu birlikteliği, Neşecan Balkan, Erol Balkan ve Ahmet Öncü’nün hazırladığı Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP başlıklı derlemede mercek altına alınıyor.
On farklı akademisyenin katkılarıyla oluşan bu çalışmada, yazarların belli tezler/saptamalar üzerinde uzlaştıkları söylenebilir. Nüanslar elbette var ama kavramsal birlik ve yaklaşım ortaklığı göz önüne alındığında bütünlüklü ve editoryal açıdan başarılı bir kitap çıkmış ortaya.
Öncelikle, AKP’nin kitlesel bir İslamcı parti olarak ortaya çıkışı, Müslüman coğrafyadaki İslamcı hareketlerin yükselişiyle bağlantılı olarak ele alınıyor. Bu konuda “uluslararası bir ufuk taraması” yapan Burak Gürel, İslamcılık kavramını Guilain Denoeux’ye benzer biçimde, “İslam’ın bireyler, gruplar ve örgütler tarafından siyasi hedefler doğrultusunda araçsallaştırılmasının bir biçimi” olarak tanımlıyor. Buna göre, İslamcılık “İslami gelenekten ödünç alınarak yeniden sahiplenilen, yeniden icat edilen kavramların üzerinde temellenen bir gelecek tasavvuru aracılığıyla bugünün toplumsal sorunlarına siyasi yanıtlar” üretmekte (s. 20-21). Gürel İslamcılık’ın yükselişini, Türkiye’nin yanı sıra Suudi Arabistan, Pakistan, İran, Cezayir ve Mısır örnekleri üzerinden inceliyor.
Sermaye örgütlerinde taraflaşma
Bir diğer önemli saptama, Türkiye burjuvazisinin bağrında, Batıcı-laik kanadın TÜSİAD ve onun desteklediği TÜRKONFED, İslamcı kanadın ise MÜSİAD, TUSKON ve ASKON etrafında temsil edildiği, sınıf içi bir çatışmanın cereyan etmekte olduğu. Bu tez, Sungur Savran ve Kurtar Tanyılmaz’ın yazılarında özellikle belirgin. Yazarlar bu iki burjuva kanat arasında “silahsız bir iç savaş” yürütüldüğü görüşündeler. (Derlemede yer alan başka yazılarda “gerilim” ya da “hizipleşme” olarak ifade edildiği de oluyor.) Özgür Öztürk haklı olarak, tarafların birbirine ilk bakışta göründükleri kadar uzak olmayabileceğini de hatırlatmış (s.184). Nitekim TÜSİAD üyeleri arasında muhafazakâr gruplar (Çalık, Boydak) olduğu gibi, hem TÜSİAD hem de MÜSİAD üyesi olanlar da var (Ülker grubu, Kale grubu).
1990 yılında kurulan ve Refah Partisi’nin hükümet ortağı olduğu dönemde güçlenen MÜSİAD, İslamcı sermaye örgütleri içinde en eskisi ve kuşkusuz en etkilisi. Kurucu üyelerinin çoğunluğu tekstil, inşaat ve gıda ve hizmet sektöründe faaliyet gösteren KOBİ’lerden oluşan örgüt, büyük sermaye egemenliğine karşı bir itiraz olarak doğdu.
“Türkiye kapitalizmi dünya ekonomisi ile bütünleştikçe, Anadolu’nun daha küçük ölçekli kapitalistleri uluslararası sermaye ile yakın bağlar kurdular. Düşük emek maliyetlerinin yardımıyla Konya, Gaziantep, Denizli ve Kayseri gibi yeni sanayileşen kentlerdeki birçok KOBİ ihracatçı veya yabancı üreticiler için taşeron haline geldiler. Dünya görüşlerinde, Erbakan’ın Milli Görüş’ünü giderek demode haline getiren tedrici bir dönüşüm gerçekleşti. Dolayısıyla, İslamcılar için yeni ve ‘küreselci’ bir yaklaşım gerekliydi ve AKP, İslam ile neoliberal kapitalizm arasında böyle bir sentezi gerçekleştirecek aday olarak ortaya çıktı. Bu yeni sentez büyük burjuvazinin laik kesimleri için de tercih edilir nitelikteydi ve AKP onların taleplerini karşılamada açıkça başarılı oldu” (s.209).
On civarında MÜSİAD üyesinin aynı zamanda AKP’nin kurucu üyesi olduğunu, yaklaşık yirmi MÜSİAD’lının 2002 seçimlerinde AKP listesinden parlamentoya girdiğini hatırlamak, bu iki örgütün organik bağlarını görünür kılmak açısından önemli.
2005 yılında kurulan ve kurumsal sitesinde 55 bin girişimciyi temsil ettiği söylenen TUSKON ise Gülen cemaatine yakınlığıyla biliniyor. Sociology of Islam dergisi editörlerinden Joshua D. Hendrick, kitapta yer alan “Küreselleşme, İslami Aktivizm, ve Türkiye’de Pasif Devrim” başlıklı makalesinde Fethullah Gülen hareketinin yükselişini, Türkiye ve ABD’de yaptığı bir saha araştırmasına dayanarak irdelemiş. Hendrick, Fethullah Gülen tarzı “ılımlı İslam” modelinin aydın çevrelerinde çok aranan bir meta haline geldiğini; Avrupa ve Amerika’nın etkili gazetecileri, akademisyenleri ve siyasetçilerinden büyük övgü ve destek aldığını; Gülen Hareketi ile AKP’nin “başarılı” bir mevzi savaşı yürüttüklerini belirtiyor.
Fırsat ve tehdit
Peki, 17 Aralık yolsuzluk operasyonuyla kıran kırana bir iktidar mücadelesine dönüşen bu “ortak çaba” aslında neyi hedefliyordu? Hendrick’e göre AKP ve Cemaat, Türk toplumunu İslamileştirmekten” çok, “toplumsal olarak muhafazakâr fakat iktisadi açıdan liberal dünya görüşü ile Türkiye ekonomi politiğinde Müslümanların payını artırma çabasında olan bir ‘kapitalist Türk-İslam ahlakı’ yaratmayı” amaçlıyorlardı (s.376).
İçinde bulunduğumuz siyasi gündem bakımından, “kapitalist Türk-İslam ahlakı” oldukça tartışmalı ve müphem bir kavram olarak görünse de “pay” meselesinde epey yol alındığı görülüyor. Veriler, İslamcı sermayenin son yirmi yılda oldukça hızlı bir büyüme gerçekleştirdiğine işaret etmekte. Evren Hoşgör, bu kesimin AKP iktidarında yakaladığı büyük fırsatları şöyle sıralıyor: Kamu Yönetimi Reformu sayesinde AKP’li belediyeler üzerinden muhafazakâr işadamlarına verilen kamu ihalelerinde önemli derecede artış olmuştur. Hükümetin yoksul öğrencilere sağladığı burs ve diğer yardımlar sayesinde cemaatler ve diğer enformel ilişki ağları etrafında kurulan özel okullar yüksek kazançlar elde etmişlerdir. İslamcı sermaye aynı zamanda (hükümetin desteği ve baskılarıyla) medya sektöründeki payını da artırmıştır. Katılım bankalarına İslami prensiplere göre işleyen ayrı bir İslami-mevduat sigortası oluşturma yetkisi verilmiş ve böylece, bu bankalar pazar paylarını iki katına çıkarmışlardır (s. 241).
Gerçi tüm bunlar, “İstanbul sermayesi” olarak da adlandırılan TÜSİAD örgütünün hakimiyetini yitirdiği anlamına gelmemekte.. MÜSİAD’ın Milli Gelir içindeki payı yüzde 15 iken, TÜSİAD’a üye kapitalistlerin denetimindeki şirketlerin payı yüzde 40 civarında seyrediyor (s. 165). Kaldı ki araştırmacıların da belirttiği gibi, AKP hükümetinin tavizsiz uyguladığı, büyük sermayenin önünü açan neoliberal politikalar (özelleştirme, kentsel dönüşüm, sağlık ve eğitim hizmetlerinin metalaştırılması, doğal kaynakların yağmalanması, emek piyasasının esnekleştirilmesi vb.) TÜSİAD tarafından da büyük destek ve takdir görmüştü. En azından 2002-2007 arasındaki ilk iktidar döneminde; ekonomik, politik ve ideolojik düzeydeki ihtilaflar açığa çıkana dek..
Erol Balkan ve Ahmet Öncü’nün, tartışmalı “orta sınıf” kavramını neoliberal değerler ile yaşam biçimleri üzerinden ele aldıkları makale ayrıca kayda değer. Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, yeni sınıf oluşumları ve aralarındaki ilişkinin yakın tarihimizi nasıl şekillendirdiği hakkında ciddi bir tartışma zemini sunuyor.
Bu yazı Radikal kitap ekinde yayınlanmıştır.