Eskiden Türkiye solcuları arasında sık sık “Avrupa komünizminin” eleştirisini duyardım. Daha çok Avrupa Komünist Partilerinin ideolojik-politik çizgilerini eleştiren bu söz, Avrupa’nın pek çok kentinde, feminist gruplarla buluşurken, tartışırken yeniden aklıma geldi. “Yoksa Avrupa feminizmi diye bir şey var mı” diye sordum kendi kendime. Tabii Avrupa kocaman bir kıta. Tüm kıtaya tek bir feminist yaklaşım hakim demek, doğru olmaz. Avrupa ülkelerinde, kentlerinde birbirinden farklı feminist yaklaşımlar bir arada yaşıyor. Ya Türkiye’de? Her yerde öyle.
Yaklaşık yedi aydır, Almanya, Fransa, Belçika, İsviçre, Avusturya’da, feminizm tartışmaları, eylem hazırlıkları, dayanışma buluşmaları gibi vesilelerle, aynı ülke içinde bile birbiriyle iletişimi olmayan farklı feminist gruplarla, devletle birlikte çalışanlarla, bağımsız otonom yapılarla, anti faşist bloğun içinde yer alanlarla, sosyalist, anarşist, ekolojist, anti militarist feministlerle, queer ekseninde karma örgütlenenlerle ya da feminizmle birlikte lezbiyenliği vurgulayan gruplarla birlikte oldum.
Özellikle feminizmi bir yaşam alternatifi olarak deneyimleyen pek çok kadınla karşılaşmak beni çok heyecanlandırdı. Gündelik hayatın örgütleniş sürecini kamusal politikanın önünde tutan, aile dışında yaşam alanları oluşturan, on yıllardır komün geleneğini sürüren, bedenleriyle barışmayı, cinsellikten zevk almayı öğrenmiş, hemcinsleriyle dayanışma ağları kurmuş bu kadınlar için feminizm, eylem-gösteri gündeminden çok hayatlarının anahtarı. 68’li, 70’li yıllardan sonra yaygınlaşan ve hala kendini koruyan pek çok feminist komün varlığını sürdürüyor, kadınlar günlük hayatın sorunlarıyla kolektif olarak boğuşuyorlar. Ama bu varoluş, kendine bir alan yaratmış olsa da, toplumsal ve politik açıdan marjinal bir konumda. Otonom gruplar, mücadelenin kazanımları sonucunda fakat bunlara yenilerini ekleyemedikleri için bürokratikleşen, sistem içine kayan ama pek çok imkanı elinde bulunduran ana akım feminist hareketten oldukça kopuklar. Göçmen kadınlar ise tamamen ayrı örgütleniyorlar. Ciddi bir iletişim alanı, tartışma zemini oluşturmamışlar. Bırakalım Amargi ya da Feminist Politika gibi binlerce satmayı, saydığım ülkelerde üç yüz satan bir feminist politika dergisi bile yok. Emma gibi hareketten kopuk ve oldukça popüler olan dergilerden bahsetmiyorum, hareketin sahiplendiği, tartışmalarını yürüttüğü bir zeminin olmadığını söylüyorum. Oysa feminist politikadaki sıkça bahsedilen daralmanın en önemli nedeni farklı analizleri buluşturamamak değil mi? Örneğin, Avrupa’da göçmen feministlerin ayrı örgütlenmesi, bu analizlerin birbiriyle konuşmamasıyla ilgili değil mi?
Ben, düşünsel ve siyasal gelişimi daha çok Avrupa merkezli bir ülke olan Türkiye’den gelen bir feminist olarak, eski kuşaklarla ve genç feministlerle farklı tespitlerde buluştum. Özellikle feminizmlere nereden ve nasıl baktığımıza dair… Kendi bakışımı anlatırken, aslında kendi tarihim ve içinde yer aldığım mücadele üzerine ikinci kez düşündüm. Karşılaşmalar ve paylaşımlar bu yüzden önemli en çok. Şimdi geriye dönüp yeniden paylaşmak istiyorum.
Bizim kuşak feminizmi değil feminizmleri öğrendi
Batı kaynaklı gelişen, kadınların bedenleriyle ilişkisine, doğum haklarına, aile dışı varoluş arayışlarına, cinsel özgürlük taleplerine odaklanan, erkek şiddetine karşı çıkan ve ilk aşamada Avrupa’da kadınların yaşamında radikal değişikliklere yol açan feminist teori-politika, zamanla dünyada yeni seslere-sözlere kavuşarak monolitik yapısından kurtuldu ve farklı kadınların farklı ihtiyaçlarına karşılık veren bir çeşitliliğe kavuştu. Benim kuşağımın, bölge, sınıf, milliyet, etnisite, cinsel yönelim farklılıklarına cevap veren, çatışarak ve birbirini dönüştürerek yepyeni bir tartışma ve politika alanı yaratan feminizmlerle tanışma şansı oldu. Bu tartışmalar içinde, “tek hakikat” yanılsamasıyla kendini “esas feminist”, “en hakiki feminist” olarak görenlere yönelik eleştirileri, hareket içindeki hegamonik yaklaşımla olan hesaplaşmayı, coğrafyasal ve tarihsel paradigmalara yönelik sorgulamaları okuduk. Avrupa’da çeşitli sömürge ülkelerden gelen “renkli” feministler, Türkiye’de Kürt feministler, harekete yeni kavramlar ve sorgulamalar kattılar. Böylece feminist hareket içindeki ırk, ulus, sınıf ve cinsel yönelime dayalı hiyerarşileri keşfettik. Daha da ileri gittik. Kimlik politikalarının zorunlu sınırlarına, feminizmin öznesi ya da öznelerine, öznenin siyasi inşaasının taşıdığı dışlama potansiyellerine, modern iktidarın kurguladığı özne kavramının ve temelci kurgularının sorunlarına, kadınlar teriminin ortak bir kimliği ifade edip etmediğine, kadınlığın homojen-değişmeyen bir kategori sayılmasının- kadınlar kategorisini istikrarlı bir özne olarak inşa etmenin sorunlarına ilişkin tartışmalara tanık olduk. Evrensel ataerki kavramının somut kültürel bağlamlardaki toplumsal cinsiyet kaynaklı ezilmeyi izah edip etmediğini, ezilme çeşitleri arasında dikey ya da yatay ilişki kurma biçimlerinin politik sonuçlarını, feminizmlerin birbirine ne söyleyebileceğini tartıştık. Feminizmin yeni tanımlarıyla karşılaştık. Cinsiyetçiliğin sorunsallaştırılmasının, farklı toplumsal ve entelektüel zeminlerde kazandığı farklı ufuk ve derinlikleri izleyebildik.
Ben, bunlardan birini idealize ederek, politikayı katı bir ideolojik çerçeveye oturtmanın özgürlükleri kıtır kıtır yiyeceğini düşündüğüm için, bütün yaklaşımların birbirinin içinden geçeceği bir politik ortam hayal ediyorum. Birbirinin içinden geçmek derken, birbirine yüzeyden eklenmeyi, birbirinden beslenerek şişkin, şekilsiz bir varlığa dönüşmeyi kastetmiyorum, çatışmaktan ve öğrenmekten bahsediyorum. Ama sürekli… Soru işaretlerini hiç kaybetmeden.
Soruları, yaklaşımları paylaşmak başkalarının senin içinden geçmesini kolaylaştırır. Şimdi de bu yüzden yazıyorum. İçinizden geçeyim ve içimden geçin diye.
Radikal bir alt üst oluş için…
Kişisel tarihimde, özgürlük düşleri kurarken ve tüm hayatı anlamaya çalışırken, feminist oldum. Kendi dışımdaki varlıklarla ilişkimi sorgularken. Bu sorgulamada cinsiyetçiliğin ne olduğunu ve nasıl işlediğini görmeye başladım. İlk anladığım şey, feminizmin kadın hakları savunuculuğu değil, bir özgürlük felsefesi ve politikası olduğuydu. “Özel olan politiktir” sözü gerçekten hayatımı değiştirdi. Bu sözle sadece geleneksel politikayı sorgulayıp gündemini genişletmiyorsun, aynı zamanda bir zihniyet sorgulamasına girişiyorsun ve felsefeyi, tarihi, bilimi, hukuku, araştırma yöntemlerini, bellek oluşturma biçimlerini, sanatı, imgeleri, yeniden düşünüyorsun. Bu keşif, üniversiteli yıllarımda beni alt üst etti. Önce kendime, ilişkilerime, aşklarıma, sonra savaşa, devlete, toplumsal iktidar mekanizmalarına, politikaya feminist bir pencereden bakarak bir duruş oluşturmaya çalıştım. Ama bu katı bir duruş olmadı hiçbir zaman. Her tartışma içinde, yeni soru işaretleri, yeni çatışmalar ve yeni açılımlarla karşılaştım. Ayrıca boğuştuğumuz uygarlıksal soruna sadece feminizm içinden bir cevap bulmaya, herşeyi feminizme sıkıştırmaya çalışmadım. Sadece feminist olmadım ama aynı zamanda feminist olmanın bana açtığı ufuklardan hep heyecan duydum. Hala da öyle.
Siyah feminist Bell Hooks, Feminizm Herkes İçin kitabında, “Feminizm aslında, eğer gereğince davranırsak, her birimizin hayatını değiştirecek olan sihirli bir değnek gibidir. Evet, feminist hareketler hayatlarımızı değiştirebilir fakat buna ancak ve ancak feminist teorimizi yeniden ve yeniden inşa ederek ve diğer toplumsal hareketlerle birlikte davranarak ulaşılabilir” diyor.
Bence, cinsiyetçiliğin keşfi bir kadının tüm hayatını alt üst edebilir. “Özel olan politiktir!” demek ve bunun politikasını yapmak tüm toplumsal yaşamı tepetaklak etmiyor mu? Bedenin, cinselliğin, ailenin, dilin, gündelik varoluşun yapı sökümüne uğraması nasıl bir devrim yaratıyor! Toplumsal cinsiyetle ilgili iktidar ilişkilerinin rastlantısal ve arızi değil, sistematik olduğunu gördüğünüzde, buna göre politika yaptığınızda ne kadar çok şeyi sarsıyorsunuz… Ama bu alt üst oluşun kapsamı ve sürekliliği, feminist teorinin bu dünyadaki özgürlük arayışlarından ve sorgulamalarından ne kadar beslenerek kendini yenilediğiyle alakalıdır.
Feminizm var, feminizm var. Feminizm adına Amerika’nın askeri işgali de savunuluyor, kadınların askere gitmesi de… Kadınları militarizme, büyük sömürgeci mekanizmalara yakınlaştıran feminist perspektifler de var. Ama cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürü ve baskıyı sona erdirmek için mücadeleye giriştiğinizde karşınıza devasa iktidar yapıları çıkıyor. Devletle, kapitalizmle, doğa üzerindeki tahakküm zihniyetiyle, milliyetçilikle, militarizmle, heteroseksizmle de boğuşmaya başlıyorsunuz. Bu iktidar ilişkilerinin cinsiyetçiliği ürettiğini ve bu üretime dayandıklarını, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin sınıflar, ırklar, kültürler arasında, toplumsal ve siyasal kurumlar tarafından inşa edildiğini görüyorsunuz. Tüm iktidar ilişkilerine sızmış olan cinsiyetçiliğe karşı mücadele ederken, kadınların yaşamlarının, sadece toplumsal cinsiyetlendirme yoluyla değil, aynı anda farklı hiyerarşiler içindeki konumları doğrultusunda belirlendiğini gördüğünüzde, tüm kadınlar için bir kurtuluş perspektifi ya da kadınların tüm baskı türlerinden kurtuluş perspektifi geliştirme arayışına giriyorsunuz. Böylece feminizm, kadınların erkeklerle eşit olmasıyla sınırlanan bir politikanın ötesine hakikaten geçiyor.
Dolayısıyla, iktidar ilişkileri içindeki içkinlik ve mücadele sorunlarını tartışmaya başlıyorsunuz. Tabii bu mesele, genellikle “içkinlik” kavramıyla tartışılmıyor. İktidar ilişkileri arasında çeşitli yatay ve dikey bağlantılar, dolayısıyla hiyerarşiler kuruluyor. Sosyalist politika analizlerdeki “temel çelişki-baş çelişki” tespitini hatırayalım. Sosyalist örgütler, genellikle, toplumsal yapı içinde, neyi temel, neyi baş çelişki olarak tespit ettilerse, politik stratejilerini de ona göre çizerler. Kimi zaman yarı feodal ilişkiler, kimi zaman yeni sömürgecilik ilişkileri, kimi zaman emek sermaye çelişkisini tüm çelişkileri belirleyen dinamik olarak tespit edilir. Seçilen herneyse, doğanın sömürgeleşmesi, heteroseksizm, militarizm ve diğer tahakküm ilişkileri bu temel çelişkiye bağımlı, yapısal olmayan tali çelişkilerdir. Dolayısıyla geleneksel sosyalistler, politik gündemlerini, tüm çelişkilerin iplerini düğüm gibi içinde saklayan temel ve baş çelişkilere göre belirlerler. Feminist politika ayrışmalarında da, cinsiyetçiliği genel iktidar yapılarıyla bağlantılandırmak arayışıyla, benzer bir düşünce sistematiği kuruluyor. Bu nedenle, cinsiyetçiliğin temel çelişki olduğunu savunan, yani cinsiyetçiliği tüm toplumsal çelişkilerin merkezine yerleştiren yaklaşımın yanında, temel ya da yapısal olarak gördüğü çelişkileri feminizmde birleştirmeye çalışan analizler-politikalar oldukça yaygın. Sosyalist feministler, anarko feministler, eko feministler, ekoanarko feministler, ekososyalist feministler, anti militarist feministler, cinsiyetçilikle başka bir iktidar sistemi arasında kurulan yatay bağlantılar üzerinden kendilerini tanımlıyorlar.
Örneğin, feminist tartışmalarda, patriarka ve kapitalizmin birbirlerine nasıl eklemlendiklerine dair önemli analizler yapıldı. Bu eklemli bağı, temel-yapısal çelişki olarak tespit eden sosyalist feministlere göre feministlerin anti kapitalist olması şarttır. Anarko feministler de benzer tespitler yapıyorlar. Peki, anti kapitalizmin başka yolu yok mu? Mesela ben, anarşizmle sosyalizmin flörtünden güzel çocuklar doğacağına inanıyorum halimce. Ama hangi modeli savunduğumuz ya da aradığımız, ayrı bir tartışma. Beni feminizm açısından ilgilendiren, tahakküm yapılarına karşı geliştirdiğimiz analiz ve politikalar. Kapitalist sistem içinde hiçbir varlık için özgürlük olmaz! Kapitalizm, emeğimizi, bedenlerimizi, tüm varlıkları, tüm yaşamı ve gezegenin kendisini paraya ve metaya çevirmeye çalışarak iğdiş eder. Evet ama bu kadar mı? Militarizm? Irkçılık? Milliyetçilik? Heteroseksizm? Doğa üzerindeki insan tahakkümü?
Doğa örneğinden devam edelim. Kadınların sömürülmesiyle doğanın sömürülmesi arasına önemli ve bence yapısal bağlantılar var. Marilyn French “Ataerkillik, erkeğin hayvanlardan ayrı ve onlara üstün olduğu kabulüne dayalı bir ideolojidir” diyor. Çünkü kadın bedeni aynı zihniyetle ele geçirilmiş, hizmete koşulmuş, araçsallaşmış, sahiplenmiş ve kapitalizmle birlikte metalaşmıştır. Ama doğanın sömürgeleştirilmesi ve insan merkezcilik, kapitalizmden önce başlayan, tüm uygarlığı sorgulamamızı gerektiren bir süreçtir. İnsan, kendi aklının alabileceği bir doğa tasavvur ederek tüm varlıkları kendi zihnindeki kategorinin kalıplarına sokmuş, doğaya egemen olma misyonunu uygarlığın temel paradigması olarak belirlemiş, bu misyonu üstlenen erkek, doğayı kendi başına değersiz görerek onu “akılcılıkla” planlamış, boyun eğdirmiş ve erkek-insana hizmet eden bir düzene kavuşturmaya yönelmiştir. İnsanın, çeşitli dualizmlerle kendini diğer varlıklardan ayırarak uygarlık kurduğunu, özgürlük arayışlarının de genel olarak bu sınırlara tosladığını görebiliyoruz. Çünkü bildiğimiz özgürlük perspektiflerinde insan, merkeze alınıp diğer varlıklar “çevre” kategorisine sıkıştırılıyor. Dolayısıyla toplumsal paylaşım olunca insanın diğer varlıklarla ilişkisi kendiliğinden düzelmiyor ve radikal uygarlıksal dönüşüm tartışmalı hale geliyor. Bu nedenle sadece sosyalist ve anarşist olmak yetmiyor. Toplumsal ekoloji vurgusu, insanın kendi dışındaki varlıklarla kurduğu ilişkiyi sorunsallaştırıyor ve yeni bir yaklaşım geliştiriyor. 70’lerin sonlarında yeşil hareket ve feminist hareketten etkileşimle orta çıkan eko feministler, doğa ve kadın sömürüsünü temel çelişki olarak gördüklerinden, halen politik hatlarını buna göre çiziyorlar.
Bu durumda feminizmin temel gündeminin ne olacağı oldukça tartışmalı bir konu haline geliyor.
Feminist politikada hangi sorun öncelikli olmalıdır? Beden mi? Ev içi ya da kamusal emek mi? Cinsellik mi? Aile mi? Savaş mı? Militarizm mi? Doğanın tahakkümü mü? Homofobi mi? Sembolik iktidarlar mı? Bir anlamda, temel çelişkiyi nerede tanımlarsanız hattınızı ona göre belirliyorsunuz. Patriarka ve militarizm, patriraka ve heteroseksizm, patriarka ve kapitalizm, patriarka ve doğa sömürüsü, patriarka ve milliyetçilik… Ya da sadece patriarka.
Ben soruyu şöyle sormak istiyorum: Bu konuda öncelik belirlemek, sorunlu değil mi?
Anti militarist ve feminist Cynhthia Cockburn’un aktardığına göre, Filistinli feministler, bu soruya şöyle yanıt veriyorlar:
“Hangi konular öncelikli? Kimleri hedeflemeliyiz? Ve hangi düzeyde. Bunlar çok karmaşık. İlkesel olarak her türlü ezilmenin aynı düzeyde görülmesi gerektiğine inanıyorum, “ezilmenin hiyerarşisi” olmamalı. Filistin meselesinde, aile içi şiddeti, işgalden bahsetmeden ele alabilir misiniz gerçekten? (…) Tecavüzü lanetliyorsanız, başlı başına bir tecavüz olan işgali de lanetlemelisiniz. Tecavüz de, işgal de kimliklerimizi zayıflatmaya, yok etmeye, boyun eğdirmeye yöneliktir.”
Toplumsal cinsiyet ilişkileri sınıfsal, etnik, militer ilişkilerin, insan-doğa ilişkisinin yanıbaşında bulunuyor, onlarla kesişiyor, onları karmaşıklaştırıyor, hatta bazen onlara üstün geliyor. Erkek-insan merkezli dünya görüşü de, sadece kadınları değil, ikincil konuma itilmiş çeşitli erkeklik biçimleriyle ilgili olarak da inşa ediliyor: Tahakküm altında olan her varlık doğayla özdeşleştiriliyor, doğa da tüm ezilenlerle birlikte dişil özellikler alıyor. Hala dünya egemen sisteminin zihni, düzensizliğin, marjinalin ve öteki dünyanın rasyonel bir biçimde düzeltilmesi önkabuluyle işlemiyor mu? Batının doğu üzerindeki egemenliği, siyahların köleleşmesi, çeşitli kültürlerin ilkel sayılarak müdahaleye açık görülmesi, deliliğin kontrol altına alınması, çocukların tüm karar mekanizmalarından dışlanması, yoksulların hizmet aracı haline getirilmesi bu zihniyetle beslenmiyor mu?
Son yirmi yıldır gelişen tartışmalarda, üniter bir toplumsal cinsiyet kuramı geliştirmeyen, toplumsal iktidar ilişkileri arasında yatay ya da dikey hiyerarşi koymadan bunlar arasındaki bağlantıları kuran, durumların, çelişkilerin içkinliğini gören, daha bütünlüklü ve bence daha radikal perspektifler, kadınların ezilmesinin, sadece karşı cinsle ilişkinin, sömürüye dayalı bir ekonomik sistemin ve bir politik temsilin sonucu degil, bunun çok daha fazlası olduğunu söylüyorlar.
Zeynep Direk, Amargi’nin önceki sayılarında dile getirdiği şu tespitiyle feminizme çok daha geniş bir alan açıyor örneğin:
““Sınıf”, “ırk”, “milliyet”, “cinsiyet” kategorilerinin birbirinin içinden nasıl işlediğini anlamak için temelci önermelerden vazgeçmek gerek. Belki de biricik temelin, varolanı farklılığı içinde ifşa/inşa eden, dünyayı dünyalaştıran varlık anlayışı, bunun da aşkınlık ve özgürlük olduğunu düşünmelidir, fakat bu aşkınlık ve özgürlüğü hem savaşın ondaki kaçınılmazlığı hem de cinsiyetçilik bakımından sorgulamak gerekir. Varolanların varlığını bulanık ve pek de ne anladığımızı düşünme gereği bile duymadan anlamak, dünyada olmaklığımızda kendi imkânlarımızı anlamaktan, geleceğe fırlatmaktan başka bir şey değildir. Bunu yaparken bize intikâl edenin, devraldığımızın içinde duygulanımsal bir biçimde ayarlanmış olarak bulunduğumuzu idrak etmeliyiz ve bu ayarlanmayı ırkçılık, cinsiyetçilik, sınıf, milliyet vs., gibi kategoriler itibariyle sorgulamalıyız. Yoksa dünya nasıl başkaca dünyalaşabilir?”
Ben, özgürlüğün bütünlüklü bir proje olduğuna ve ancak tüm varlıkların katılımıyla gerçekleşeceğine inanıyorum. Bir arada bulunduğum kadınlarla ırk, sınıf, etnik köken, cinsel yönelim, din ve diğer özellikler açısından farklı konumlardayız. Onlarla birlikte özgür olabilmek için, tüm ayrımcılıkları ve iktidar ilişkilerini reddeden, herkes için adalet isteyen, her insanın hayatının bir değeri olduğunu savunan bir politikayı savunuyorum. Sadece devletten, erkeklerden, sermayeden değil, tüm tahakküm yapılarından ve şiddetten bağımsız bir feminist politikanın, kadınlar için toplumsal alanda eşitlik sağlamanın ötesinde, süregiden cinsiyetçi söylemi, mevcut hiyerarşik düzenlemeleri, iktidar yapılarını ve kendi hayatlarımızı-anlayışlarımızı-alışkanlıklarımızı da dönüştürebileceğini düşünüyorum. Bir feminist olarak, kimsenin kimseye hükmetmediği, ilişkilerimizi şekillendiren yaşam felsefesinin müştereklik esası üzerine inşa edildiği bir dünya için, barış ve olanaklar dünyası için mücadele ediyorum.
Biliyorum ki, feminist dönüşüm tek başına böyle bir dünya yaratmaz. Ama feminist mücadele olmadan da böyle bir dünya yaratılamaz. O halde, kendimi sadece “feminist” olarak tarif etmiyorum. Ama feminizmime başka ekler de koymuyorum. Ekolojist feministler, anti militarist feministler, sosyalist feministler, anarşist feministler… Bunların yanında sadece feminist olmak, biraz çıplak mı duruyor? Kendi feminizmimi diğerlerinden ayırmak için illa bir ek mi koymalıyım başına? Ekolojistim ama kendime eko-feminist demiyorum. Çünkü benim feminizmim, doğa üzerindeki insan tahakkümünü sorgulamamda yardımcı oluyor. Anti militarizm, ekoloji, anti kapitalizm, anti heteroseksizm… bunları feminizmim başına ek olarak yerleştirsem, uzun bir paragraf olur… Biz Amargi yayın kurulunda, buna “akrobatik feminizm” diyoruz… Böyle deyip paragrafı kısaltmak mümkün belki.
Adını “akrobatik” koyalım ya da çıplak bırakalım, bu perspektifi eşeleyen bir feminizmin radikal bir politikanın önünü açacağını düşünüyorum.
Şakayla ifade ettiğimiz bu kavram, belki de farklı feminizmlerin birbirine dokunarak dönüşebildiği bir hareketi ifade ediyordur. Ben bu akrobasiye olanak tanıyan şeyin, cinsiyetlindirilmiş varolanın ezilmesinden yola çıkarak her biricik varolanın ezilmesini tüm aciliyeti içinde düşünme çabası olduğunu hissediyorum. Aslında özgül bir ezilme biçimini anlama çabamız, bizi diğer ezilme biçimleriyle ve ezilme nedir sorusunun ta kendisiyle ilişkiye sokmuyor mu?
Akrobasi zor zanaat!
O halde, “özel olan politiktir” demek,sadece özel olanla ilgilenmek değildir. Askeri, bürokratik, örgütsel vb. sosyal ve politik kurumların yeniden biçimlendirilmesi, bireysel yaşamlarımızın dönüştürülmesi kadar gereklidir. Cinsiyet temelli ayrımların militarizme, insan doğa çelişkisine, sınıf sömürüsüne ve kendi benliğimize, arzularımıza, “ayarlanmışlığımıza” nasıl sızdığını görmek, aynı zamanda değiştirme yöntemine de kapı açar.
Evet, böyle bir feminist politikayla, öncelikle ben değişiyorum. Mesela, kadınlarla aramdaki “farklılık” adı altındaki iktidar ilişkilerini sorguladıkça, birlikte özgürleşmek için, kendimi de değiştirme mücadelesine girişiyorum. Feminist mücadelenin yarattığı en önemli geleneklerden biri olan “Kadın dayanışması” başka nasıl mümkün olabilir?
“Kadın dayanışması” geleneği aslında, genel anlamda toplumsal kurtuluş açısından çok önemli bir şanstır. Kadın dayanışması, kadınların kendi arasındaki iktidar ilişkilerini sorguladıkları, bu anlamda tüm toplumsal hayata dair söz söyleme ve kapitalizme, heteroseksizme, ırkçılığa, doğa sömürüsüne, milliyetçiliğe, militarizme karşı politika geliştirme imkanı veriyor.
Melek Göregenli’nin, Amargi sayfalarında söylediği gibi, hem özgüllükleri gören,iktidar yapıları arasındaki analitik farklılıkları teslim eden hem de bunlar arasındaki bağlantıları kuran bir politika…
“ Butler’dan devam edersek, dişil olanın özgüllüğü, diğer her açıdan tümüyle bağlamından kopartıldığında, bir yandan –kadınlık- “kimliğini” kurup bir yandan da tekil bir kimlik mefhumunu yalanlayan sınıf, ırk, etnisite ve diğer tüm iktidar ilişkileri, eksenlerinden, hem analitik hem de siyasi olarak tümüyle ayrı tutulmuş olur.”
Yani bu politika, yaratılmış kategoriler üzerinden bir kimlik inşa etme mücadelesi değildir. Aksu Bora’nın yine Amargi sayfalarında ortaya koyduğu gibi, çünkü feminizm kadınları politik bir varoluşa davet eder:
“Aslında feminizm bu imkâna sahiptir, çünkü cinsiyet ilişkilerini politik ilişkiler olarak tarif ve bu ilişkilerin özneleri olan kadınları, bu halleriyle politik özneler olmaya davet eder. Bunu yaparak bir “kimlik politikası”na dönüşmekten uzak durabilir, çünkü cinsiyet rejimi içinde konumlanmış birer politik özne olarak tanımlayarak, kadınları toplumsal/siyasal kimlikler içinde dondurmak yerine aralarındaki farklılıkların nasıl kurulduğunu ve bu farklılıkların üretilmesinin esas mekanizmasını, yani erkek egemenliğini analiz edebilir.”
Diğer yandan, feminist analizler, uygarlık sorgulaması içinde yepyeni bir perspektif kazanıyor. Bilim ve felsefe alanındaki tartışmalar, varolan mücadelelerle biçimlenen daha özgürlükçü bir yaşam biçimine teorik bir dayanak yaratıyorlar. Özellikle Einstein’in özgül ve genel görelilik kuramı ve Kuantum fizik teorisi, Newton’cu paradigmanın geçerliliğini sarstıktan sonra, yeni evren tasarımı gerçekliğe bütünsel ve bağlamsal bir yaklaşımla gerçekleşmeye başladı. Böylece Batı akılcılığının, Aydınlanmanın ve modernist-düalist paradigmanın hakimiyetine yönelik eleştiriler yepyeni dayanaklar kazandı. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyeti katı ve tamamlayıcı olarak algılayan geleneksel anlayışın yerine “doğa-insan”, “beden-akıl”, “kadın-erkek” dualizmini, özcü analizleri sorgalayan ve varlıklara katı bütünler olarak değil, birbirine içkin yapılar olarak bakan perspektiflerle özgürlük perspektifinin, dolayısıyla feminist politikanın çerçevesi de genişliyor.
Ama bu Göregenli’nin de söylediği gibi, özgüllükleri ve analitik farkllıkları kavrayan bir politika olduğu için, “kimlik politikası”na düşmemek adına, kadınlara mahsus örgütlenmekten vazgeçilmiyor. Kadın-erkek arasındaki somut iktidar ilişkisi sürerken, kadınların politik varoluşu başka nasıl mümkün olabilir ki?
Tabii böyle bir feminizmin tek hedefi, kadınları politik varoluşu olmadığı için, tüm hayatı olduğu gibi, erkekliği de analiz ediyor. Erkekliğin ve kadınlığın tek, doğuştan ve kaçınılmaz olduğunu savunusunun eleştirisi olan feminizm, erkeklere bu yükten kurtuluş yolu da çiziyor.
Böylece, kadınların deneyimlerinden yola çıkarak, sadece kadınlar için değil, tüm varlıklar için hayati önem taşıyan analizler ve yöntem önerileri, feminizmle birlikte gelişiyor.
Bence, dünyaya feminist merakla yaklaşmak, satır aralarını, arka planı, reality show’ların boğduğu hakikati anlamaya çalışmaktır.
Benim yakın durduğum, zihnimi aydınlatan, hayatımı zenginleştiren, herşeye hayretle bakmamı kolaylaştıran feminizm, böyle genişleyen, soru işaretlerini hiç kaybetmeyen bir teori ve politikayla, söylemsel iktidarın, sembolik sistemin yapı sökümünü yapmak, bu alandaki iktidar mücadelesine müdahalede bulunmak, iktidarın şifrelerini çözmek ve anlamlara yönelik bir eleştiri ortaya koymaktır.
Tabii “özel olan politiktir” dedikten sonra, erkekliğin paradigmalarını kırdıktan, hakim politikanın eleştirisini yaptıktan sonra, yeni bir yöntem ve etik yaklaşımı da filizleniyor. Bu filiz, herşeyi didik didik etmeyi, görünmeyeni, arkadakini, sessiz olanı dikkate almayı, hedeflere ve “zafere” değil, yolun kendisine odaklanan bir politikanın ışığı oluyor. Çatışkıların çözümüne, isyanın yöntemine ilişkin, hiçbir varlığa zarar vermemeyi ön koşul sayan yeni bir etik yaklaşım, yeni bir tarih ve bilim anlayışı, sosyal ilişki kültürü ve anti hiyerarşik örgütlenmeler, bu nedenle feminist politikanın en önemli kazanımları oluyor.
Bu kadarla iş bitse, yine iyi… Bu politika, yeni bir dille, yeni bir örgütlenmeyle, yeni bir ilişki kültürüyle, içiçe geçen bunca iktidar ilişkisini, birbirlerini örtmeden ama birlikte gösteren, slogancı olmayan bir söyleme ihtiyaç duyuyor: Feminizmi diğer gündemlerin içine sıkıştırmamak, savaşa ya da milliyetçiliğe karşı feminist bir eylem yaptığımızda yeni birşeyler söylemek… Evdeki cinsel şiddetle militarizmin bağlantısını kurmak mesela!
Yani zor iş feminist politika… Bir yere yapışmayınca, çakılı kalmayınca, yani akrobatik olunca daha da zor!
Kaynak: http://www.pinarselek.com/public/page_item.aspx?id=658