Gezi eylemlerinin ölçüsüz bir şekilde bastırılmasının sonucu olarak, yeni Türkiye rejiminin meşruiyeti Haziran 2013 süresince ciddi bir darbe almıştır. Hükümetin, Kürtlerle olan barış müzakerelerinde ilerleme kaydetmekteki yetersizliği ile birlikte bu baskı ve neticesi siyasi krizle sonuçlanmıştır. Şimdi ise tartışma bu krizin Başbakandan, iktidar partisinden mi yoksa partinin son on yıl boyunca kurduğu tüm rejimden (liberal aydınlar ve Gülen Cemaati işbirliğiyle) mi kaynaklandığı. İçeride ve dışarıda, yeni rejimin bazı yandaşları, Erdoğan’dan yana taraf alarak, liberallerin önemini eski konumuna getirerek ve ülkedeki dini güçler arası dengeyi sağlayarak bu zararı düzeltmenin yollarını arıyorlar.
Dünyaca nüfuza sahip hoca Fetullah Gülen’in açıklamarı ve beraberinde Gülen yanlısı aydınların yazıları, Gezi hareketinin “marjinal” olduğu iddia edilen pozisyonu ve Başbakan Erdoğan’ın otoriterliği arasında bir ara yol sunar gibi görünmektedir. Tüm bunlar krizin çözümünde bir esas teşkil edebilecek midir gerçekten? Protestolar boyunca Gülen ve Erdoğan yanlılarının söylemlerini incelemek bazı ipuçları sağlayabilir.
Gülen yanlısı söylem: Protestocuları gayri-insanileştirmek
Gezi protestolarının ilk birkaç gününde, Gülen yanlısı gazete Zaman (bir milyondan fazla satıyor) protestocuların taleplerine anlayış gösterdi. Hatta bazı genç Gülencilerin isyana katıldıklarına dair dahi dedikodular çıktı (hatta Zaman protestolara katılan bir gencin görüşüne yer verdi http://www.zaman.com.tr/yorum_anneler-ve-evlatlar_2105461.html). Fakat birkaç gün içinde bu anlayış çabucak yerini Erdoğan’ın bakış açısını yakinen takip eden bir manşete bıraktı: Gülenciler Taksim Meydanı’nın başlardaki “masum” aktivistlerin taleplerini yansıtmayan “marjinal” gruplar tarafından işgal edildiğinde ısrarcı oldu. Erdoğan ve Gülenciler bariz bir şekilde sol sendikaları, partileri, birlikleri ve aydınları “marjinal” diye nitelemede uzlaştılar. Fakat Gülen bunun da ötesine gitti.
Yarım saatlik bir konuşmada Gülen protestocuları mantıksız ve gayri-insani olarak tanımladı. “Onlara acımalıyız” dedi. Şiirsel diliyle protestoları tarihsel bağlamda değerlendirdi ve olayları Osmanlı-Türk devletinin gücü bakımından (muhafazakarların en sevdikleri konu) ele aldı.
“Nesiller başı boş yetiştirildi. Bu nesiller doğruyu yanlıştan ayıramaz. Onları kontrol etmek, insani bir çizgiye getirmek, yeniden yüce bir devlet olma yolunda ilerlemelerini sağlamak için ne yapmalıyız?”
Gülen hicvinin geri kalanında, protestocuları devleti dış düşmanları karşısında zayıflatmakla suçladı. Piskologları ve pedagogları milli birliğin sağlanabilmesi ve güçlü bir devlet kurulabilmesi için “ortak neden” bulmaya çağırdı. Hoca, (toplumsal yapı ve siyasetten ziyade) marazi bireylerdeki sosyal huzursuzluğun nedenlerini araştırmakta yalnız değil, bu konuyla nesillerdir ilgilenen otorite yanlısı uzmanlar var (Nazi devletinden Stalinist devlete ve aradaki diğer devletlere kadar). Bugüne kadar Gülen cemaati, bu psikolojik tahlillerdeki ününü belki de daha yerel geleneklere, özellikle de 80’lerin darbe yanlısı akademisyenlerine ve Gezi isyanını Facebook neslinin hasarlı beyin yapısına atfederek örtbas eden ideolojik nesillerine borçlu.
Gezi ile olan sahte balayından sonra Zaman’ın sayfaları protestocuların verdiği “zarar” olarak iddia edilen rakamlar ve fotoğraflarla doldu. İlk günlerde aktivistlere ılımlı bir anlayışla yaklaşan köşe yazarları (özelde değil genelde) onların aleyhine döndü ve hastalıklı şeyler yazmaya başladı. Kadrolu olmayanlar tarafından yazılan bazı görüşlerde (bir dizi yeni haber ile birlikte – örneğin Gezi protestolarının bir darbe planının parçası olduğu gibi) komplo teorileriyle meşgul oldular fakat olayların bariz bir şekilde yanlış okunması diğer muhafazakar gazetelere de ekmek kapısı oldu. Aslında, Gülencilerin Erdoğan’ın otoriterliğine dair ısrarlı eleştirileri, Erdoğan yanlılarının Gülen’in (Birleşik Devletler, İsrail ve Türkiye “derin devleti”, küresel finans kapitali ile birlikte) protestocuları kışkırttığı veya suç işlemelerinde payı olduğuna dair komplo teorilerinin yolunu açtı!
Temmuzun başlarında Cemaat’in asıl çizgisi (ve kendini orta yol ve aklın sesi olarak gösterme girişimi) oldukça açık hale geldi. Gülen yanlısı gazetecilerin başında gelenlerden birinin sözlerinde “Gezi velvelesi”nin İstanbul sakinlerinin endişelerini kötüye kullandığı yazıyordu. Protestocuların asıl amacı şehri sevmek ve ona saygı göstermek değil Türkiye’yi yönetilemez kılmakmış. Hükümetin bu girişim karşısında durma ve buna karşı savaşma hakkı varmış fakat aynı zamanda vahim hatalar da yapmışlar. İktidar partisiyle olan bu uzlaşma tonu (ve Gezi protestolarının asıl sebebini görmezden gelerek komplocu tonundaki hafif değişikliklerle), Hoca’nın isyanın tanısına dair komplo teorilerinin üstü kapalı onaylaması olan Başbakan’ın “gelenekleri” ile barışık yeni bir nesil yetiştirme konuşmasıyla (derin bir uluslararası komplodansa İslami eğitimin eksikliğinin bir sonucu: yukarıda değindiğim konuşmada Gülen ayrıca isyanın sebebini “dini ve manevi temelleri”nden uzak yetişen nesle bağlıyordu) devam etti.
Bu uzlaşma kesinlikle Gülen Cemaati ve yeni rejimin Erdoğan kanadı arasındaki çatlağın iyileştiği manasına gelmiyor fakat yine de bizlere bu iki çekirdek arasındaki ideolojik yakınlık ve daimi etkileşimin Türkiye’nin yeni düzeninin bileşeni olduğunu hatırlatıyor.
Tarihsel arka plan: İslam, devlet ve laik muhafazakarlığın Evliliği
Bu etkileşim ve iç tartışmaların ortasında rejimin direncine akıl erdirebilmek için Gülen Cemaati’nin tarihine kısaca göz atalım. Türkiye’de 1970’lerin sonundaki birçok boy dini topluluktan biri olan Gülenciler, Kenan Evren’in 1980 darbesine verdikleri destek sayesinde üne kavuştular. İş hayatı ve sivil faaliyetlerinde Turgut Özal’ın (1980 darbesi sonrasında mümkün olan) neoliberal politikalarından yararlandılar. Cemaat, 1980 ve 1990’larda rejim karşıtı İslami güçlerle ölümcül bir savaşa kilitlendi. Bu süreç, 1997′deki anti-İslamcı askeri müdahale ve 1999 asker yanlısı koalisyon hükümetine verdiği destekle doruğa ulaştı. Tüm bu yıllar boyunca Cemaat aynı zamanda ordunun Kürt gerillalarına karşı olan savaşını da destekledi.
Ordu İslamcılarla beraber onlara da rahat vermemeye devam ettikçe Gülencilerin tutumu değişti. Koalisyon hükümetiyle geçen birkaç yılın ardından Cemaat taraf değiştirdi ve güçlerini kendilerini Gülen’in dini, sosyal, ekonomik ve siyasal anlayışına oldukça yakın olan bir yere taşıyan bir dağılmış İslami parti (şu anda iktidarda bulunan AKP) ile birleştirdi. Fakat bu birleşmeye rağmen Cemaat ve eski-İslamcı AKP arasındaki gerilim sürdü. Bürokrasideki pozisyonları nasıl bölüşeceklerine dair çıkan sürtüşmelerin yanı sıra fikir bazlı anlaşmazlıklar da yaşanıyordu. Son on yılda, iddialara göre, Cemaat sadece laik ulusalcıları değil, aynı zamanda eski-İslamcıları da yargı ve emniyet güçlerinden ayıkladı. Gerilim, Gülencilerin Türk istihbaratının ana kurumunu (MİT) ele geçirmeye çalıştığı iddiasıyla açığa çıktı.
Anaakım İslami medyanın neredeyse tamamı Cemaat’in son on yıl boyunca gücünü böylesine genişlettiğini yalanladı. Fakat Cemaat’in bariz bir şekilde Başbakan’ın çağrılarından (MİT’e olan operasyonun başlangıcı olarak) istifade etmesinin ardından işler ciddiye bindi. Erdoğan yanlısı Yeni Şafak ve diğer medya kurumları açık ve kesin olarak Cemaat’e saldırdı ve Cemaat’i gücü tekelleştirmekle suçladı. Hükümet yanlısı kaynaklar, Cemaat’in yakın zamanlarda başbakanı tutuklamaya çalıştıklarını (hatta darbe planladıklarını) iddia etti. Gezi protestolarının büyümesinden hemen bir gün önce bu kaynaklar, Erdoğan’ın Gülen’in Türkiye’nin tek yöneticisi haline gelmesini önlemek için karşı atağa geçtiğini ima etmişlerdi.
Rejimin Erdoğan kanadının da son aylarda dikkatleri çektiği gibi, Gülen’in yayılmacılığı toplumsal projelerinin küresel (İslamcı reformistler olarak “hoşgörü” ve “kapsayıcı olma”yı savunan) görüntüsüyle uyuşmuyordu. Yine de Cemaat aslında, otoriter muhafazakarlık sınırları içinde oldukça hoşgörülü ve kapsayıcı. Radikal İslam karşısındaki mücadelesi, laik ve Müslüman olmayan figürlere aktif desteği (ve devam eden birleşmeleriyle), devletin baskıcı aygıtlarına olan eli bol desteği Cemaati’n (diğer İslami grupların aksine) güçlü bir devlet kurabilmek için oldukça esnek, faydacı, kapsayıcı ve hoşgörülü olduğunu açıkça belirtir. Bu bağlamda Cemaat, İslami bir hareketten ziyade öncelikle muhafazakar bir hareket olarak ele alınmalıdır.
Hoca ve aydınlar
Sadece batılılarda değil Türk solu ve laik okuyucularda da Gülenci otoriterliği ve muhafazakarlığı İslam ile açıklamaya dair güçlü bir eğilim var. Fakat muhafazakarlık, kendini dini dayanaklarla meşrulaştırsa dahi aslında herhangi bir dine ihtiyaç duymayan modern bir dünya görüşüdür. Bunun en güçlü kanıtı Gülen’in çevresindeki, Hoca’nın dini inançlarını değil ama bakış açısını paylaşan laik aydınlardır. Bunun en güzel örneklerinden biri Türkiye’nin en muhafazakar aydınlarının başında gelen Etyen Mahçupyan. Son on yıldır ilerici politikalara karşı (yanı sıra Cemaat’in ilerici olmayan düşmanlarına karşı) mücadelenin ön sırasında yer aldı. Mahçupyan’a göre Gezi protestocuları “sorumsuz”, “yeni yetme”, “yabancılaşmış.” Bunlar liberal-muhafazakar sosyal bilimlerin 1950 ve 1960’lardaki insan hakları hareketini ve ardından gelen öğrenci hareketini kötülemede kullandığı ana fikirler.
İnsan bu, laik veya dindar, saygıdeğer hocaların ve aydınların, Gezi hareketi tarafından düzenlenen forumlardan herhangi birini gözlemleyip gözlemlemediğini veya insanların birbirlerini bir diğerinin rütbesine, yaşça büyüklüğüne, sınıfına, konumuna rağmen saatlerce dinlediği herhangi bir toplantıda oturma sabrını gösterip göstermediklerini merak ediyor. Onların “insan” olma ve “olgun” olma anlayışları muhtemelen böyle eşitlikçi deneyimlerle çatışıyor. Ama yine de gerontokratların (Taksim protestocularına çocuk ve bebek diyen kart abiler) haklı olduğu bir nokta var; Gezi hareketi kendi siyasal olgunluk ve sorumluluk modelini (muhafazakar ve liberal olmayan) kurmak zorunda. Fakat bunu muhafazakar büyüklerinin gölgesinin uzağında yapacak.
Tüyler ürperten aşırılık mı?
Öyleyse bu liberaller neden Gülen Cemaati’ne (ya da Abdullah Gül’ün iktidar partisini kontrol etmesi gibi Gülen ve onun bakış açısıyla muhtemelen daha uyumlu yarı üstü kapalı Gülen çözümlerine) bu kadar çok umut bağlıyor? Bunun iki büyük sebebi var. Birincisi liberaller bu yeni hegemomik rejimin bir parçası olmayı umuyorlar ve Gülen çizgisini de bunun garantisi olarak görüyorlar. Başbakan, Gülen’in zararına daha fazla güç toplarsa, liberallerin kısmen ve sürmekte olan tasfiyesi şiddetleneceğini düşünmüş gibiler. İkinci olarak Gülen’in daha fazla güçlenmemesi durumunda iktidar partisinin tarihteki İslami temellerine geri döneceğinden korkuyorlar.
Hükümet içindeki bazı grupların aşırı sağ kanada kaydığına dair işaretler var fakat tam olarak liberal aydınların resmettiği şekilde değil. 1970’lerin ve 1980’lerin İslamcılığına “geri dönüş”ten ziyade bazı eski İslamcılar hakikaten daha faşist bir yol çiziyorlar. Anti-kapitalist ve anti-emperyalist söylemlere başvurmaları o yılların İslami konseptinin tekrarı gibi görünüyor. Fakat o zamanlar anti-kapitalizm ötekileştirilmiş ve savunmacı sınıflarla işbirliği içindeki yukarıya doğru hareketli kesimlerin söylemiydi. Tam aksine, şimdi ise yerleşik dindar üst sınıfın söylemi. Bu manada açıkça çıkarcı ve sahtekar (elbette Yeni Şafak gibi hükümet yanlısı bir gazetede bile son on yılın neoliberalleştirmelerine rağmen anti-kapitalizm ve anti-emperyalizme saplanıp kalan bir çift gazeteci gibi istisnalar var). Hükümetin komplo teorilerine göre, Gezi protestolarının arkasındaki asıl aktör “faiz lobisi.” İronik bir şekilde, geriye kalan İslami partilerin de (AKP’nin 2001′de ayrıldığı) belirttikleri gibi bu hükümet, AKP’nin kuruluşuyla doğrudan bağlantılı olan ve yoğun bir şekilde yararlandığı finans kapital olan sözde faiz lobisinin ürünü.
Dahası, 1970 ve 1980lerin İslami anti-kapitalizmi komplo teoriler karışımını, (büyük işletmelerin gelişmesinin, küçük endüstrinin üretkenliğini azaltmak için üretilmiş Siyonist komplosu oluşu) acemice yapısal analizleri ve (gelişimselci ve Owenci) önerileri içeriyordu. Artık Türk-İslamcı rejim, küresel ve ulusal kapitalist çıkarlarla karışık bir şekilde bağlı olduğu için, bu tip İslamcılığa doğrudan geri dönüş imkansız hale geldi. Geriye kalan ise kapitalizmin, sözde “siyasal İslam”dansa Türkiye’deki faşist gelenek çizgisine oldukça yakın olan, anti-Türk ve anti-İslamcı bir komplo olduğu eleştirisidir.
Erdoğan yanlısı gazeteciler ve aydınlar işte bu yüzden Gezi protestolarını bu “derin” kapitalizmin bir dışa vurumu olarak gördüler ve protestocuları, onları ezmeleri için milyonları harekete geçirmekle tehdit ettiler. Başbakan’ın bizzat kendisi bu sözleri teşvik etti ve böylelikle kalabalık “Yol ver geçelim, Taksim’i ezelim” tezahüratını yaptı.
Böylece Türkiye’deki İslami söylem iki ana dalgaya daraldı; komplocu aşırı sağcılık ve muhafazakar pragmatizm. Elbette bu daralma zaten olacaktı fakat Gezi Direnişi 1) Yeni Şafak’ı Zaman’dan uzaklaştırdı ve Akit gazetesine yöneltti, 2) Yeni Şafak’taki eleştirel kalemlerin sesini kıstı ve onları hükümet yanlısı komplo teorilere taraf olmaya zorladı (ben bu yazıyı bitirirken gazetede öne çıkan laik liberallerden biri işten atıldı). Doğal olarak hareketin iç zorlukları ve sorunlarıyla meşgul olan Gezi aktivistleri bu yöneten grup içindeki değişikliklere dair fazla haber alamadılar.
Sahte mesih
Kısacası, liberallerin sezdiği tehlike gerçek çıkarken, “İslam’ın yeniden siyasallaşması” ya da İslamcılık’ın geri dönüşü gibi bir durum yoktu. Şunu da eklemeliyiz ki reçeteleri tanılarından da daha yanlıştı.
Basitçe Erdoğan’ın otoriterliği ve Gezi hareketinin bitmek bilmeyen militanlığına orta yol sunmaktansa Gülen hareketi, Türk-İslam demokratik otoriterizminin asıl üreticisidir. Erdoğan bu yerleşmiş üstün devlet ideolojisinden ödün verdikçe Gülen ve müritleri, onu doğru yola çekecektir. Bir başka deyişle rejimin Gülenleşmesi aldatıcı bir orta yol çünkü zaten Gülen Cemaati son on yıldır otoriter-demokratik rejimin tam ortasında. Yeniden Gülencileşme belki de liberallerin (ve diğer rejim yanlısı ideolojik, dini ve etnik azınlıkların) postunu kurtarabilir fakat Gezi isyanının büyüttüğü katılımcılık, demokrasi, polis şiddeti ve kamu mallarının bitmek bilmeyen özelleştirmeleri gibi konuların çözümü olamaz. Türkiye’deki vatandaşların mesihlere güvenmekten ziyade, Gezi İsyanı’nın amaçlarına açıkça kendini adamış yeni kurumlar yaratmaya ihtiyacı var.
[Jadaliyya’daki İngilizcesinden Deniz Özge Gürsu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]