Denktaş’ın pek çok kez dile getirdiği siyasi itiraflarından birisi de, görüşmeler sürecinde en korktuğu şeyin, kendisinin “evet” dediği bir çözüm önerisine, görüşmeci Rum liderin “hayır” dememe ihtimaliydi.
Sanırım benzer şekilde Makarios’un geleneksel maximalist politikalarından kaynaklı olası bir antlaşma sonrasında, antlaşmaya karşı içeriden gelebilecek “Elen Milliyetçi” bir karşı çıkışla muhatap olmak istemeyen Kiprianu ve Klerides de, Denktaş’ın “evet” dediği çözüm önerilerine “hayır” demeye meyyaldiler.
Bu nedenle Denktaş’ın görüşmelerde korktuğu başına gelmedi. Çünkü, istemeyerek de olsa “evet” dediği BM önerileri için “yetmez ama hayır” demek için Kıbrıslırum lider ve siyasal partiler hazırda bekliyordu ki bu durum, Denktaş’ın, bir yandan “bakın beni suçluyorsunuz ama onlar da çözüm istemiyor” diye nutuklarına fırsat verirken, diğer yandan da gönlündeki “Taksim”i gizleyebilmesine olanak sunuyordu.
Böylece maximalist taleplerle çözümsüzlüğün suçunu karşı tarafın üzerine atan taraflar, özellikle de görüşmelerin başında karşı tarafa avantaj sağlamak için, diplomatik girizgahlarını, daima birbirlerini karşılıklı suçlama (Blame Game) diplomasisi üzerine kurdular.
Annan Planı öncesinde de bu böyle olmuştu.
Giderek ivme kazanan ve ağır ağır adanın her iki coğrafyasındaki siyasi gündemi işgal eden içinde bulunduğumuz günlerde de bu siyasi gelenek bozulmadı.
Geçtiğimiz Kasım ayında Rum Hükümet Sözcüsü Hristos Stilianidis’in; “suçlama oyununa girme gibi bir niyetlerinin olmadığını” iddia ettiği ve Anastasiadis’in de “Kıbrıs sorununun çözümü amacıyla özlü müzakerelere katılmaya hazır olduğunu pek çok kez dile getirdiğini” dillendirmiş olduğu, Eroğlu’nun da arada bir “iki devletlilik temelinde bir çözüm” diye konfederasyonu ısıtıp-ısıtıp ortaya attığı günden beridir, taraflar arasında “blame game” savaşı, aslında çözüm istemeyen karşı tarafmışçasına, suçu ötekine atma dalaşı devam etmektedir.
Zaten Davutoğlu’nun en son adaya yaptığı ziyaret de, bu oyuna katkı sağlamaktan başka bir amaca hizmet etmemiştir.
Nitekim Davutoğlu’nun önce Yunanistan’a giderek Yunan Dışişleri Bakanı ile görüşmesi, sonra Lefkoşa’yı ziyareti, Kıbrıs Sorunundaki siyasi hareketliliği ve heyecanı artıracağı bilinmeyen bir şey değildi. Davutoğlu’nun gelişiyle biletini kesmiş Avustralya’ya uçmak üzere BM Kıbrıs Özel Temsilcisi Downer bile, uçuşunu bir gün erteledi. Ve de TC Dışişleri Bakanı, Kıbrıslırumların daha önce Slovak Elçisi davet etti diye “işgal bölgesinde olduğu gerekçesiyle papara kopardıkları”ndan beş beteri bir olay gerçekleşti.
Nasıl mı?
Davutoğlu, Downer görüşmesi, Kıbrıslırumların tanımadığı ve en küçük resepsiyonlarda görmeye dahi tahammül edemedikleri ve yabancı ülke diplomat ve siyasilerinin resmi temas etmelerine tahammül göstermedikleri TC Elçiliğinin ikametgahında gerçekleşti.
İş işten geçtikten sonra Anastasiadis ve hükümeti bu konuda “hır-gür” etti ama bu kez, iki tarafın çözüme soğuk bakan bildik-tanıdık milliyetçi kişi, basın ve örgütleri dışında olayı pek duyan, yazan ve önemseyen olmadı.
Downer, Noel tatili için yolcu edilirken, Davutoğlu da önceki meslektaşı TC Dışişleri Bakanları gibi “blame game” diplomasisinin tadına bakan bir TC Başbakanı olarak eksik kalmadı. Eroğlu, hükümet ortakları Yorgancıoğlu ve Denktaş ile UBP’nin hazır bulunduğu (bu arada TDP şikayet edeceğine böyle bir suça ortak edilmediğine şükretsin-hp) toplantı sonrasında, “iki taraflı, iki kurucu devletin iradesine dayalı bir iradeden neşet eden bir egemenlik anlayışına dayalı bir çözümü” dillendirerek, böylece “blame game”in bir sonraki safhası için Anastasiadis, teşvik ve tahrik edilmiş oldu.
………………………..
Bazen “blame game” savaşları siyasetçileri “sazan balığı gibi her gördüğü oltaya atlama” misali komi-trajik durumlara da düşürür. Davutoğlu’nun adayı son ziyareti, Downer’ın adadan ayrılışını bir gün iptal ederek Davutoğlu ile görüşme ihtiyacını hissetmesi… Bir anda oluşan siyasi atmosfer ile Anastasiadis’in aniden Kıbrıslırum siyasal liderleri alarm geçirmesi ve bir kulağı Davutoğlu’nun yapacağı açıklamada saatle süren bir toplantı gerçekleştirmesi…
Ancak Davutoğlu’nun, yukarıda aktardığımız “iki devlete vurgu yapan açıklaması”ndan, Downer’ın da Anastasiadis’e daha önce “ortak metinde ısrarcı olan sensin” anlamına gelebilecek önceki açıklamalarından sonra aniden oluşan heyecanın, bir balon gibi yine aniden sönmüş olması…
Böylece Anastasiadis kendi payına düşene razı oldu ve basın önüne geçerek beklenen karşı salvosunu yaptı.
Davutoğlu’nun açıklamalarında bir farklılık (sanırım Davutoğlu’nun yaptığı açıklamayla Eroğlu’nu cesaretlendirdiğini anlatmak istedi-hp) görmediğini söyledi. Karşılığında da, dilini biraz daha sivrilterek “ancak Kıbrıs’ın işgalden kurtulma önkoşulları yaratacak bir çözüme onay verebileceklerini” aksi takdirde, “kısır bir diyalog” olarak nitelendirdikleri görüşmelere başlamayacaklarını açıkladı.
…………………………………………………………..
Ama çoğu zaman siyasette karşılıklı suçlamalar öyle bir yoğunlaşır ki; bunlar çözüm sancılarının da işaretleri olur.
Krizi ateşlemek için karşı tarafı suçla, sonra tırmandır ve derinleştir. Sonra da, “ne yapalım çözüm kaçınılmazdı” diye, daha önce milliyetçilik ile tahrik edilen tarafları ve bu arada maçı seyretmekte olan ya da sokağa dökülmüş (şimdilik benim de dahil olduğum siyasi marjinaller dışında öyle bir şey de yok ya-hp) kalabalıkları maçın sonucuna, pardon antlaşmaya öyle bir hazırla ki… Onlar adına atacağın imzalarla şenlensinler…
Şimdilik karşılıklı suçlamalarla taraflar hızlarını aldı ve “blame game”in de sonuna geldik mi?
“Tam geldik” diye düşünüyordum ki, bizim kimi “sosyalist”lerin hala umut bağladıkları ve Kıbrıs Sorununun çözümünü tamamen teslim ettikleri AKP kurmayları ile Hoca Efendi’nin cemaati arasında bir süre önce çekilen kılıçlar, şakırtılar arasında bir savaşa terk etmiş durumda hal-i endamını…
Ne diyelim? Kıbrıs sorununda çözüm iradesini bir türlü eline alamayan “beslemelerin” kaderi mi nedir?
Buna da yakalanacaktık!..