yazılariktibasDhaka’dan İstanbul’a yol geçer - Bilge Seçin Çetinkaya
yazarın tüm yazıları:

Dhaka’dan İstanbul’a yol geçer – Bilge Seçin Çetinkaya

333 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Geçtiğimiz günlerde Bangladeş hazır giyim ve tekstil işçilerinin protestoları ile sarsıldı. Nasıl sarsılmasın? O memleketin ihracatının %76’sını hazır giyim oluşturuyor. Büyük bir çoğunluğunu kadınların oluşturduğu dört milyon kişi bu sektörde çalışıyor. Ve dünyanın en düşük ücreti alıyorlar. Yani dünyanın dibi. Bir işçi cehennemi. 78 TL (28.48 avro-3000 taka)olan asgari ücrette 2006 dan beri herhangi bir iyileştirme yapılmamıştı. Şimdi, bütün o protestolar yoğun polis şiddeti, işçilerin sokak ortasında vurulmasından sonra %77 oranında bir iyileştirme yapıldı. Siz bütün iyi niyetinizle belki orada hayat da ucuzdur diyeceksiniz, belki bu zam durumu değiştirir? Ne de olsa artık asgari ücret 137 TL(50.32 avro-5.300 taka ). Ama bu Bangladeşli bir işçinin hayatını sürdürebilmesi için gereken paranın %21’i. Asya Taban Ücreti İttifakı’nın hesaplamalarına göre ancak aylık 712 TL (259.80 avro-25.687 taka) kazanan bir işçi mütevazi ama onurlu bir hayat sürdürebilir. Ancak böyle bir ücret alırsa geçtiğimiz aylarda olduğu gibi binler halinde ölmemek için çatırdayan binalara girmeyi reddedebilir.

Peki bu olup bitenin bizimle ne ilgisi var? İlgisi var hem de çok derin bir ilgisi var. Sizin de dikkatinizi çekmiştir mutlaka. Memlekette bir giyim kıyafet ucuzlaması aldı başını gidiyor. Ha bire kıyafet alıyoruz. Ucuzundan. Adım başı mağaza açanın haddi hesabı yok. Hele ki Türkiye’den çıkmış “yerli” markaların yurtdışında mağazalar açması birer “milli gurur” vesilesi olarak “markalaşma” olarak konuşulup duruyor. Yıllardır uluslararası markalara üreten, onların taşeronluğunu yapan yerli sermayemiz biriktirdikleri ile kendisi mi bir marka oluyor? Kapitalizmin bir rüyası gerçek mi oluyor? Heyecanlanmayın. Tam öyle olmuyor.

Anladığımız bu markalaşmanın iki kaynağı var. Birincisi, 2006 yılından beri sevgili devletimiz böbürlenerek ifade ettiği şekli ile dünyanın ilk ve tek devlet destekli markalaşma programını yürütüyor: Turquality. On yılda on dünya markası yaratacak. Eee? Yani bir marka, destek programına girince patent almaktan pazarlamaya, mağaza açmaya, fuara katılmaya “Türk markalarının pazara giriş ve tutunmalarına yönelik gerçekleştireceği her türlü faaliyet ve organizasyonlara ilişkin giderler… Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu’ndan karşılanır” . Anlaşılır bir dille yazayım gidip bir ülkede mağaza açıyorsun. Kiralama giderleri için yıllık 600.000 dolar’ı geçmezsen yarısını devlet veriyor. Dedin ki “kiraladık içini yaptıracağız” yıllık 300.000 doları geçme yine yarısını devlet veriyor….bunca yıllık vatandaşıyım söyle cömertliğini görmedim. Bize varsa yoksa gaz cömertliği. Neyse.

Gelelim ikinci kaynağa. Bu “Türk kalitesi” programına dahil olmuş Türkiyeli hazır giyim markaları da tıpkı dünyanın diğer yerlerindeki benzerleri gibi, üzerine basabilecekleri yere basıyorlar. Emek maliyetinden kısmanın yolunu buluyorlar. Yani çoğu emeğin en ucuz olduğu yerde Bangladeş’te üretim yapıyorlar. Mavi, De Facto, Colin’s, LTB bu markalardan. Ettikleri karlar devasa. Böylece yüzlerce ve yüzlerce mağaza, gelsin reklamlar gitsin sponsorluklar. Mağazaları iyi ışıklandıralım ki Bangladeş’te çökmüş binalar ve açlık sınırının altındaki ücretler dikkat çekmesin.

Hadi bunlar böyle. Peki “Türk kalitesi” bu mu olmalı? Madem Turquality diye bir iddianız var, onu bari doğru düzgün yapsanız. En azından Bangladeşli işçilerle din kardeşisiniz. Turquality şartnamesinin içine, tedarik zinciri ile ilgili politikalar arasına en temel insan haklarından birini bari koysaydınız. Zira sizin global dünyanızda bile kalite en azından artık bununla birlikte tartışılıyor. Yani sizin için mal üreten işçilerin açlıktan, binaların üzerlerine yıkılmasından, yangından ölüp ölmediği ile ilişkili olarak.

İşte bu bizim “dünya markası olma yolunda yürüyen markalarımızın” gerçeği. Kendini kendinden başka denetleyeni olmadığı halde, zahmet edip “ama bizim işyerlerimiz çok güvenli” falan demelerini bekliyoruz. Hoş, onu bile demediler henüz. Üç maymunu oynamaya devam ediyorlar. Ama biz o vakte kadar boş durmayacağız. Zira üzerine kan sıçramış kıyafetler giymeyi hak ettiğimizi düşünmüyoruz.

De Facto’nun İhsan Ateş’i Sevenhill’in Hüseyin Özbek’i, Collezione’nun Ekrem Akyiğit’i, Mavi’nin Sait Akarlılar’ı, Batik’in Ziyal kardeşleri, Colin’s in Nurettin eroğlu’su ve LTB’in Hüseyin Çakoğlu’su. Sizin için üretim yapan işçilerin güvenliğini garanti altına almak için Bangladeş Bina ve Yangın Güvenliği Anlaşması’nı imzalayıp, gereklerini yerine getirin. Elinizi de çabuk tutun! İlla imza kampanyası ile mi söyleyelim:

http://www.change.org/tr/kampanyalar/kan-sıçramış-kıyafetler-giymek-istemiyoruz

Birgün

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin