Hangi büyük mağazanın, alışveriş merkezinin kapısında, devlet dairesinin, hastanenin girişinde ve üniversitenin “nizamiyesi”nde özel güvenlik yok artık. Sadece özel güvenlikçiler değil, emniyet teşkilatının çokça övündüğü gibi her yerde polisler de var. İnsanın kendisini güvende hissetmesi için tüm koşullar sağlanmış gibi. Ama yine de suç, hırsızlık, kapkaç, mala mülke zarar verme vb. olayların, oranları azalmak bir yana giderek artmakta. Bu kadar güvenlik ideolojisinin salgılandığı bir dönemde yaşanan güvensizlik niye acaba? Dahası kendisini güvende hissetmeyenler kim, yani kimin güvenliği? Devlet esas görevlerinden biri olan toplumsal güvenliği sağlayamayacak durumda mı?
Resmi veya özel güvenlik güçlerinin yaşamın tüm alanına yayıldığı bir dönemde “güvensizlik” ortamından söz edilmesi aslında çelişki değil. Pek çok toplumsal ilişkide olduğu gibi güven ve güvensizlik karşılıklılık ilişkisi içerisinde birbirilerini beslerler. Ancak, güvensizlik ortamına karşı geliştirilen pratikteki uygulamaların, halklar nezdinde içselleştirilebilmesi için bir rıza dolayımına girmesi şarttır. Güvenliğe duyulan ihtiyacın beraberinde getirdiği uygulamalar toplumun her kesimini aynı derecede memnun etmeyebilir ancak bunu sağlamada temel öğe hukuk içerisinde belirir. Güvensizlik ortamından beslenen güvenliğe dair esaslar devlet ve hukuksal ilişkilerde gizlidir.
Hukuki biçim, teknik ve içerik bakımından detaylandırılmış güvenlik olgusunun, modern dönemde devletle ilişkili bir kavram olduğunu söyleyebilmek mümkün. Feodal dönemde paralı askerler ya da şövalyeler vasıtası ile özel olarak sağlanan güvenlik hizmeti, beyin topraklarının sınırlarının muhafaza edilmesi, toprağı terk eden serflerin geri getirilmesi, cezalandırılması vb. eylemler, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelmesi ile biçim değiştirdi. Kapitalist mülkiyetin ortaya çıkışı, emeğin topraktan özgürleşmesi, bireysel hakların edinilmesi ile birlikte güvenlik kamusal bir “hizmet” biçiminde tüzel kişilik olarak devletin asli görevlerinden biri haline geldi. Aynı hattan ilerleyerek güvenlik “hizmet”inin kamusallaştırılmasının kapitalist hukukun ortaya çıkışı ile çakıştığını iddia edilebilir. Bu çerçevede, kapitalist hukukun temelinde büyük ölçüde kişiliğin, özel mülkiyetin, haklar ve özgürlüklerin korunması olarak güvenlik ilkesi yer alır.
Kapitalist devlet tarafından hukuk düzeni dolayımıyla sağlanan güvenlik “hizmet”i, hukukun ideolojik işlevinin de belirginleşmesine katkıda bulunur. Bu ideolojik işlev, öncelikle, prensipte piyasa ilişkilerinin sekteye uğramadan, herhangi bir piyasa dışı müdahaleye maruz kalmadan işleyişini garanti altına alır. Elbette hukuk sadece belirli piyasa işlemlerinin gerçekleşmesini koruma altına almaz, ayrıca toplumsal güvenlik (halk sağlığına ilişkin yasal düzenlemeler, trafik kuralları vb.) de hukukun düzenleme alanına girer. Hukuk, toplumsal düzenleme ya da üretim ilişkilerinin yeniden üretimi işlevini yerine getirebilmek için kolluk güçleri gibi baskı-güvenlik araçlarına ihtiyaç duyar.
Kapitalist devlet biçimlerinin evrensel hukukla kurduğu bağ, masumane değildir. Belirli çıkarlar doğrultusunda “hukuki-ahlaki ideolojiye” ihtiyacı vardır. Burada güvenlik ile ilgili iki tür ideolojik etkinin varlığını saptayabiliriz. Birincisi, genel kamusal güvenliğin sağlanıyor oluşu halkın bütününde var olan düzene itaatin temeli haline gelir. Bu bağlamda toplumsal düzenleme krize girmediği ve aykırı sesler bastırıldığı sürece düzene bağlılık sürekli hale gelir. İkincisi, hukuk düzeninin varlığı potansiyel olarak polisin varlığına ve cezalandırma tehdidine işaret ederek güvenliğin garantörü haline dönüşür.
Kapitalist toplumsal formasyonlarda devlet, hukuk ve hukuki ideoloji arasındaki güvenlik eksenli ilişki hakkında genel bilgilerden sonra neoliberal dönemde bu ilişkinin nasıl dönüştüğüne bir bakalım. Neoliberal dönemde güvenlik hizmetini özelleştiği, piyasanın temel düzenleyici haline geldiği sıklıkla iddia edilir. Bu dönem ayrıca hukukta da bazı dönüşümlere tanıklık etmektedir. Öncelikle toplumsal güçler dengesindeki değişiklikle birlikte hukuku oluşturan yasalar dönüşmeye başlar. Daha öncesinde genel toplumsal düzenleme işlevini gözeten yasalar kısmi düzenlemeleri konu edinmeye başlar. Kriz dönemlerinde tabandan yükselen hareketlerin tasavvur edilen düzeni sarsması, hukuk-ideoloji vasıtasıyla biçimsel düzeyde yürütülen özgürlük güdümlü siyasaları askıya alır; yeniden-düzenleme işlemlerinin karakteri değişir. Poulantzas’ın “Demokrasinin Günbatımı: Otoriter Devletçilik” tarif ettiği kriz ve yükselen taban hareketleri dönemlerinde siyasi iktidar, güvenlik siyasalarını en üst düzeye çıkartarak, kısa vadede oluşan tepkiselliği absorbe etmeye çalışır. Yasalar, yönetmelikler, yönergeler yoluyla; bir bütün olarak “hukuk devleti” egemen sınıfların/sermayenin tekil çıkarları için zayıflatılır.
Neoliberal zamanlar gibi kriz dönemlerinde hukuk da krize girer ve en temel işlevlerine geri çekilir; özel mülkiyetin, özel mülkiyetin işletilmesi için gerekli bireysel hak ve özgürlüklerin korunması. Krizin bir işareti de polis güçleri tarafından korunması gereken kişisel güvenliğin “özel güvenlik”in yardımına gerek duymasıdır. Dahası hukuki ideolojinin de krizde olduğundan bahsedilebilir. Öncesinde her koşulda fiziksel olarak varlığı gerekmeyen “polis” ideolojik işlevini yerine getirebilmek için fiili olarak her daim görünür hale gelmiştir. Cezalandırma sistemi de krize girmiştir, hapisten çıkan bir mahkûm en kısa sürede ya suç işlemekte ya da suça yeniden teşebbüs etmektedir. Sonuç olarak, güvenlik olgusunun ve ideolojisinin bu kadar etkin hale gelmesi tek bir şeye işaret etmektedir; verili toplumsal düzenleme kriz içersindedir. Kamu-özel ortaklığı ile devasa entegre cezaevlerinin yapımının düşünülmesi, buna istinaden trafik cezalarından ölüm cezalarına değin geniş bir cezalandırma prosedürünün gündeme gelmesi, tüm bu anlattıklarımızdan bağımsız değildir.
Nicos Poulantzas, Devlet İktidar Sosyalizm, Çev. Turan Ilgaz, Epos Yayınları, Ankara, 2006
Kaynak: Birgün Kitap