Vaktiyle bir arkadaş anlatmıştı: Bir grup solcu gençle sohbet esnasında gençlerin ‘sovyetleri’ sadece bir ülke adı sandıklarına şaşkınlıkla şahit olmuştu. Rus Devrimi, Ekim ihtilali ya da Sovyet Devrimi, adına ne derseniz deyin, söz konusu tarihsel deneyimin belki de en mühim unsuru olan -küçük harfle- Sovyetler, hafızalardan silinmiş, ortadan kayboluvermişti yani. (Bilgisayarda bu satırları yazarken fark ettim ki yazım hatalarını belirten program da ‘sovyetlerin’ ilk harfini küçük yazınca kırmızı bir alt çizgiyle ‘hata’ işareti veriyor. Tam da 1984’te Winston Smith’in çalıştığı ‘Hakikat Bakanlığı’na yaraşır bir durum yani). Açıkçası Sovyet Devrimi uzunca bir müddettir solun ilgi alanında değil. Yukarıda anılan anekdota konu olan bilgisizlik de aslında tam da bu ilgisizlik nedeniyle öyle çok da şaşırtıcı olmasa gerek.
Peki ama günümüzde, yani geç kapitalist, post-fordist, postmodern, neoliberal –adını siz koyun- dünyada S/sovyet deneyimine dair konuşmanın, onu ‘çağırmanın’ ne manası olabilir? Bugün Sovyet Devrimi üzerine bilgilenmenin, tartışmanın bir anlamı olabilir mi gerçekten? İçinde bulunduğumuz ‘tehlike anında’ devrimin anısı bir ‘umut kıvılcımı’ çakabilir mi? Çoğumuz için ‘Sovyet yüzyılı’ çoktan geride kalmıştır, bize çok ama çok uzaktır. 1917 deneyiminden bahsetmek dahi bugün neredeyse bir tür ‘dogmatiklik’, amiyane tabirle ‘odunluk’ olarak telakki edilmektedir. Eskiden türlü menkıbelere, çoğu zaman da eleştirisiz bir sahiplenmeye konu olmuş Sovyet deneyimi bugün basitçe eskimiştir, eskiye aittir. Geçmişte Lenin’e atıf yapmadan adeta bir cümle kurabilmek mümkün değilken bugün Lenin’e, Troçki’ye, Buharin’e ya da Radek’e atıfla konuşmak size mazide çakılıp kalmış bir muhafazakâr/dogmatik muamelesi yapılması için yeterlidir.
Oysa (söylemeye gerek olmamalı ama) her devrimci hareket kendisinden önceki devrimci hareket ve akımların fikir, tartışma ve deneyimlerinden beslenir, onlara geri döner. Onlara atıfla bugünkü deneyimini anlamlandırmaya çalışır. Bu güzergâh kapalı ya da kısırsa devrimci hareketin de anlamlandırma ve hareket kapasitesi sınırlanır, büzüşür. Burada kastedilen tarihe dair bir tür malumatfuruşluğun solcular için elzem olduğu değil elbette. Tam aksine geçmişle kurduğumuz ilişkide geleneksel tarihçinin seyretmekle yetinen tavrına karşı aktif bir angajmanı çıkartmak gerekiyor. Şubatı ve Ekimiyle Sovyet Devrimi’nin bu geleneğin en önemli parçalarından olduğu aşikâr. Oysa bu deneyime dair eleştirel, siyasal ve aktif bir angajmandan çok uzağız. Basitleştirici, topyekûnleştirici şemalara umarsız bir teslimiyetle malulüz. Mesela günümüzde bırakın ‘sokaktaki vatandaşı’, birçok ‘kelli felli’ solcu için dahi, Bolşevikler iktidar delisi bir grup ‘profesyonel’ devrimci/siyasetçiden ibarettir. Kışlık Saray’ın zaptı da Bab-ı Âli baskını gibi bir şeydir herhalde, bir saray darbesi.
Sovyet devrimine dair bu yaygın ve hayli popüler algının ardındaki kaynaklar aşikâr aslında: Sovyet devriminin yozlaşması ve Stalinist diktatörlük, devlet ve elit merkezli Soğuk Savaş devri tarihçiliğince Bolşevik ideolojinin doğal bir sonucu olarak görülmüştü. Bolşeviklerin ‘konspiratif’ örgütlenme teorisinin nihai neticesi bir ‘tek parti diktatörlüğü’ olabilirdi ancak. Buna göre, 1902’de yazılan Ne Yapmalı ile 1930’ların ikinci yarısındaki Moskova duruşmaları arasında bir devamlılık vardı. Böylece toplumsal çelişki ve çatışmalar es geçilerek tarihdışılaştırılmış muhayyel bir ‘Bolşevik teori’, Sovyet tarihinin neredeyse temel itici gücü sayıldı. İnsanlık tarihinde ezilenlerin bu en önemli kalkışmalarından biri bile böylece büyük liderlerin, onların düşünce ve stratejilerinin hâkim olduğu bir anlatıya dönüştürüldü. Bu yaklaşım elbette çokça eleştirildi. E.H. Carr, Moshe Lewin, Isaac Deutcher ve Marcel Liebman gibi bir dizi yazar ve tarihçi, bu tarihdışı anlayışı sorgulayan en önemli çalışmaları ortaya koydular. Son yirmi yıldaysa Sovyetlere dair tarihyazıcılığında toplumu, geniş anlamıyla kültürel pratikleri esas alan, daha ‘aşağıdan’ bir yaklaşım ağırlık kazandı.
Bu gelişmelerin tam tersine Türkiye solunun önemli kesiminde Sovyetlere dair bu eskimiş basitleştirici şema giderek popülerleşti. Böylece Türkiye’de Soğuk Savaş dönemine has Batılı Sovyet tarihçiliğinin kabulleri yaygınlık kazandı. Dolayısıyla da ‘duvarın’ yıkılışının ardından Sovyet deneyimine dair eleştirel bir değerlendirme yapabilme olanağı, şematik bir antibolşevizmin sığ kesinliklerince heder edildi. Böylece 1990’ların başında bu konuda oluşmaya başlayan birikim de unutuldu. Diğer yandan ve tersine, belli çevrelerde de Stalinizmin kendi kendini meşrulaştırıcı ebleh jargon ve kof ezberi de bir tepki olarak kısmen de olsa yeniden yaygınlaştı. Peki S/Sovyet deneyiminin bilgisi gereksiz mi, gereksiz olabilir mi? Tam tersine. Sovyet devrimi, parti ve toplumsal hareket ilişkileri, özyönetim, çoğulculuk gibi güncelliğini her daim muhafaza eden kritik meseleler hakkında (kimi zaman tersten de olsa) her sosyalizm projesi için muazzam zenginlikte bir deneyim birikimi olmaya devam ediyor.
Ancak S/sovyet deneyimine dair bu basitleştirici şemaların solda bunca popülerleşmesi sadece bir tür tembellikle açıklanamaz. Daha doğrusu bu ‘tembelliğin’ daha geniş bir kapsamı söz konusudur. Memleket solunun kendi hafızasına ne denli hoyrat davrandığının da bir emaresidir. Zira egemenlerden, sermayenin ve devletin politik akımlarından bağımsızlık meselesi sadece şimdiyle ilgili politik ve örgütsel bir mesele değildir. Hâkim sınıfların tarihi anlatısından da bağımsız olabilmekle ilgilidir. Kendi hafızamızın körelmesi, başka hafızaların, egemenlerin belleğinin güç kazanması, önünün boş bırakılması anlamına gelmez mi? Paris Komünü’nün vahşice ezilmesinin akabinde düzen güçlerinin yaptığı işlerden ilkinin, isyancıların eylemlerinin beyhudeliğini göstermek için Komün tarafından yıkılan ve İmparatorluk Fransa’sının askeri değerlerini temsil eden Vendome sütununu yıkıntılarından yeniden inşa edilmesi olması, tam da hafıza için verilen mücadelenin önemine işaret eder. Daniel Bensaid’in dediği gibi, “tarih, iktidar gibidir. Görmezden gelinemez. İktidarı almayı reddederseniz iktidar sizi alır. Tarihi kapıdan kovarsanız, o bacadan girer.”
Açıkça tarihi boş verip bir siyasal muharebe meydanı olarak görmeyince siyasal ufuk ve hafızamız da milliyetçilikle liberalizm arasında neredeyse ezeli addedilen bir cendereye sıkıştırılmış oluyor. Başka bir yol, başka bir ihtimal hiç olmamış, olamayacakmış gibi. Böylece ‘ezilenlerin geleneği’ kolonize ediliyor, bastırılıp sessizleştiriliyor. O zaman da Türkiye’de toplumsal direnişin ‘hep’ zayıf olduğu, dolayısıyla tarihsel değişimin itici gücünün daima ‘yukarıdakiler’ olduğuna dair tarihsel anlatılar her yeri kaplıyor. Oysa kendimize ait bir ‘tarihimiz’ yoksa başkalarının tarihine övgüler düzer hale geliriz. Gelecek ufkumuz da başkalarının/yukarıdakilerin ipoteği altına girer. Tarih, bu anlamda hayati önemdedir. Unutmayalım, Nietzsche’nin dediği gibi, “tabii ki tarihe ihtiyacımız var, ama bilimin bahçesinde dolanan aylağın duyduğu ihtiyaçtan daha farklı bir ihtiyaç bu: Yaşamak ve hareket etmek için, hayata ve eyleme durağan biçimde sırt çevirmek için değil.”
(Bu yazının daha uzun bir versiyonu, Mesele dergisinin 22. sayısında yayımlanmıştır.)