Bu bölümle 22. Sayıya gelmiş bulunuyoruz. Sonuçta milliyetçiliğin Kıbrıs’ta esas bölünmenin nedeni olduğunu da gördük. Milliyetçilik olmasaydı olamaz mıydı? Evet, iyi bir önderlik veya milliyetçiliği ırkçı değil ama demokratik bir milliyetçilik olarak benimseyen liderlikler bizi bunca çatışma ve bölünmelerden kurtarabilirdi. Gücünü “Yeryüzü memleketim, milletim insanlık” idealinden alan demokratik liderlikler akan bunca kanın önlemini elbet alabilirdi. Ama ne yazık ki Kıbrıs’ta oluşan Türk ve Rum milliyetçilikleri aslında gerici milliyetçiliklerdi ve daha fazla kendi burjuvazilerinin Pazar savaşına katkıda bulunmak için kendi dışlarında bulunanları dışladılar ve tepkisel milliyetçilikleri de oluşturdular. Sonuçta ırkçı ve gerici milliyetçilikler bizi birleştirme yerine maalesef böldü. Ben bir bölge analizi olarak Sayın Demir Küçükaydın’ın şu analizlerinin bizim için de uygun olduğunu düşünüyorum:
“Bölge İçin Sonuç
Ulusu, soya, dine, kana, dile, tarihe göre tanımlayan gerici ulusçulukların hiç birisinin bölgenin sorularına bir çözüm getiremeyeceği çok açıktır. Yapılması gereken, ulusun tanımından dili, dini, soyu, kültürü, dili dışlamaktır. Dili, dini, ulusu, soyu ve tarihi olmayan; ulusu yurttaşlara; yurttaşları haklarına göre tanımlayan bir demokratik ve cumhuriyetçi yapı bir çıkış sunabilir. Bölgede, Devrimci ve Demokratik dönemin kaynaklarına dönerek; ABD’nin ve bölge egemenlerinin ihtiyacı olan gerici, dile, dine, etniye, tarihe dayanan ulusçuluğa karşı, tıpkı Amerika’daki Kuzey eyaletlerinin Güney eyaletlerine karşı savaştığı gibi savaşacak, gerici ulusçuluk karşısında demokratik ve cumhuriyetçiliğe dayanan bir ulusçuluk gerekmektedir.
Bu gün var olan ulusların ve ulusçuların hepsi böyle demokratik bir ulusçuluğun karşısındadır. Amerika bu gerici ulusçuluğun en büyük teşvikçisidir.
O halde, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Şiilerin, hasılı tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden ve soylardan insanların, ulusu dile, dine, soya, kültüre göre tanımlamaya karşı çıkanlarının bir araya gelmesi gerekmektedir. Türkiyeli işçiler ve halk, ulusu Türk soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Türklerle bölünmeden, Kürdistanlı işçiler ve halk, ulusu Kürt soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Kürtlerle bölünmeden; Iraklı, Suriyeli veya başka ülkeli işçiler ve halk; ulusu Arap soyu, dili, kültürü ve tarihi ile tanımlayan Araplarla bölünmeden; Yahudiler ulusu Yahudi soyu, dini, kültürü ve tarihiyle tanımlayan Yahudilerle bölünmeden ne her hangi bir ülke demokratikleşebilir ne de bölgenin parçalanmışlığı ve kanaması durdurulabilir.
Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri
Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun genel olarak dünya ekonomisi ve zengin ülkeler; özel olarak bölge ve geri ülkeler bakımından çok farklı anlamları vardır.
Bu gün çağımızda, globalleşme öylesine gelişmiştir ve zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine açılmıştır ki, ileri ülkelerdeki, en demokratik ulusçuluk bile, dünya çapındaki bir ırk ayrımcılığının, dünya çapındaki bir apartheit sisteminin aracı olmaktadır. Amerika ya da Avrupa mı? Bunlar kendi içlerinde, ulusun tanımından bütün dinsel, dilsel tanımları dışlarlarken, dayandıkları ulusçuluk, dünyanın yoksullarının bu hudutların dışında kalan gettonun duvarları içinde tutulmasının aracı olmaktadır. Bu, en ilerici tanımlara dayanan, bütünüyle demokratik karakterdeki ulusçuluğun ve ulusal sınırların bile üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde gerici karakterinin bir yansımasıdır.
Klasik uygarlıklar çağında, dünya ticareti henüz çok küçük ve lüks mallarla sınırlıyken bile, ticaret yolları Çin, Hint, İran ve Orta Doğu-Akdeniz alanlarında imparatorlukları gerektiriyordu. Bu gün ise globalleşme akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır. Malların çoğu dünyanın başka ülkelerinden gelmekte ve bizzat o malların kendileri de başka ülkelerde üretilmiş mallardan oluşmaktadır. Böyle bir dünyada, ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar demokratik kriterlere göre tanımlanmış olursa olsun, ulusal devlet hiçbir zaman sorunlara bir çözüm getiremez.
Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada tek çözüm, dünya çapında bir imparatorluk olabilir. Kapitalizmin ve emperyalizmin çözüm önerisi budur. Ama bu çözümün kendisi bir çelişkidir. İmparatorluk ancak başkaları parçalanmış ve bölünmüş, güçlerini birleştiremez durumdaysa mümkündür. Yani dünyayı bir imparatorluğun egemenliği altında birleştirmek onu olabildiğince küçük, iradesiz ve güçsüz parçalara bölmekle olur. Bu eğilim ister Avrupa’nın ABD tarafından eski ve yeni diye bölünmesi girişimlerinde, ister Irak’ta siyasi olanın dinler, diller ve etnilere ve onların dengelerine göre tanımlanmasında açıkça görülmektedir. Bu hiçbir zaman bir çözüm olamayacağı gibi, aynı zamanda çok kan ve acı demektir.
Buna cevap ise, ömrünü çoktan doldurmuş ve bu imparatorluğun stratejisine hizmetten başka bir işe yaramayan, dile, dine göre tanımlanmış uluslar hiç olamaz. Bunun bir tek cevabı vardır: politik olanın tanımından ulusal olanı kaldırmak. Tüm ulusal sınırları havaya uçurmak. İnsanların hak ve görevlerine göre oluşmuş demokratik bir dünya cumhuriyeti. İş gücünün serbest dolaşımı.
Bu bakımdan, gerek dünya çapındaki sorunlar bakımından; gerek zengin ülkelerin işçileri bakımından, en demokratik bir ulusçuluk bile bir gerici programdır. Çünkü, artık o Ulusçuluk, tüm mallar ve sermaye serbest dolaşırken, iş gücünün serbest dolaşımının önünde bir engeldir. Dolayısıyla dünya çapındaki apartheit sisteminin bir aracı olarak, zengin ülkelerden olmayan insanları yoksulların toplandığı bir rezervatta tutmanın aracı olarak işlev görmektedir.
Dünya çapında ve ileri ülkeler açısından program, ulusun tanımından dili, dini, soyu dışlamak değil (ki zengin ülkelerde bu büyük ölçüde gerçekleşmiştir), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına son vermek ve ulusçuğu, layık olduğu yere, dinlerin arasına, inanç alanına, özel alana yollamaktır.
Bu pratik olarak bütün sınırların kalkması anlamına gelir. Aslında dünyanın yoksulları şimdiden ayaklarıyla bu programa oy veriyorlar. Denizlerde, dağ doruklarında, nehirlerde; yayan ya da derme çatma kayıklarla, gemi ambarlarında, tırlarla bin bir yoldan o ulusal sınırları ve duvarları aşmaya, hapsedildikleri rezervattan ya da dev Bantustan’dan kaçmaya çalışıyorlar.
Bu anlamda dünya çapında iş gücünün serbest dolaşımı; gittiği yerde çalışan ve vergi verenin tüm sosyal ve siyasal haklara sahip olması, her demokrat ve sosyalistin, her işçinin savunması gereken asgari bir programdır. Ama zaten bu program, fiilen, ulusal devletlerin sonu ve ulusal olanın özel ve inanç alanına tıkılmasından başka bir şey de değildir.
Ne var ki, böyle bir program, zengin ülkelerin emekçi ve işçilerince savunulmamaktadır. Savunulmamasının nedeni de şudur: Böyle bir programın gerçekleşmesi, zengin ülkelerin düzeyinde belirli bir düşmeye yol açar. Hem zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki eşitsiz mübadeleden doğan değer transferi son bulur; hem de zengin ülkelerde iş gücünün fiyatının düşmesine yol açar. Kimse daha kötü sonuçlar için mücadele etmeyeceği hatta onlara karşı direneceği için, gelişmiş ülkelerin işçileri böyle bir demokratik programa karşı durma eğilimindedirler.
Ama zengin ülkelerin işçileri ve ücretlileri istemedikçe yeryüzünden kapitalizm kalkmayacağından, bu aynı zamanda insanlığın çıkmazını da göstermektedir. Yoksul ülkelerin işçileri dünya çapında eşitlikçi bir düzeni; ulusal sınırların kaldırılmasını isteyebilir ama yapamaz; zengin ülkelerin işçileri ise yapabilir ama istemez.
Bu açmaz, dünyadaki ezilenlerin karşısında bulunduğu en büyük açmazdır ve bu açmaz çözülmedikçe, bırakalım sosyalizmi insanlığın yaşaması bile mümkün görülmemektedir.
*
Ama üçüncü dünyada, yani zengin ülkelerin dışında, İmparatorluğun bölme ve güçsüzleştirme stratejisine karşı, devrimci ve demokratik ulusçuluk hala bir savunma mevzii olarak ve birleştirme potansiyeliyle, emperyalizmin böl ve hükmet stratejisini boş düşürmek için ilerici ve kurtuluşçu bir işleve sahiptir. Örneğin, Orta doğuda, ABD veya Avrupa gibi bir Demokratik Cumhuriyetler birliği, hem bölgenin insanlarına daha büyük bir refah, daha kansız bir yaşam sunar; hem de ABD ve diğer emperyalistlerin planlarına karşı koymak için daha büyük bir güç ve irade birliği sağlar.
Ve o zaman belki Tarih böyle daha uzun bir yoldan, bu günkü yaşam düzeyleri ve gelirler arasındaki derin bölünmüşlüğe bir son verip, dünyanın ücretlilerinin ortak bir programda birleşmesinin koşullarını yaratabilir”.
Halbuki yöntemsel ve mantıki olarak, ulusçuluk, ancak, kendi dışındakine göre tanımlanabilir. Kıbrıs’ta ulusçuluğu bu şekilde yorumlama anlayışı maalesef olmamış, hatta Sovyetler Birliği’nin 1926’lardan sonraki yeniden biçimlenişi de bu görünüşü bir o kadar daha kuvvetlendirmiş ve sağın ulusçuluk tezleriyle solunkiler örtüşmüştür. Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır. Ama bu politik olanın örneğin özel olandan ayrı olarak politik olan diye bir alan olduğu anlayışını varsayar. Yani ulusçuluk, örneğin politik olanın ulusa göre tanımlanamayacağını ve özel olana ait olduğu, bir inanç ve vicdan sorunu olduğunu savunan bir anlayışa göre. Ulusların doğuşunda politik olanı ulusal olan değil, ulusal olanı politik olan belirliyordu. Ulus politik olanın kapsadığı yurttaşlardan oluşuyordu. Maalesef Kıbrıs’ta iki halkın ulusçu yapılanması da 1789 Fransız İhtilali sonrasındaki gerici ulusçulukun veya Alman ulusçuluğunun etkisinde kalmıştır. Dünyadaki gibi politik olan ise, başlangıçtaki devrimci ve demokratik ulusçulukta, dil, dine, soya, kültüre göre değil, bütünüyle tesadüfi denebilecek, krallık ya da sömürge idaresinin sınırlarına göre belirlenmekteydi. Yani başlangıçta ulusal olanın sınırları kendini politik olanın sınırlarına göre belirlerken, sonradan ortaya çıkan dile, etniye, dine dayanan gerici ulusçulukta, bunlara göre tanımlanmış ulusun sınırlarının politik olanının sınırlarını belirlemesi gerektiği gibi bir sonuca ulaşılmış ve bu ön yargı bugün tartışılmaz bir yaygınlık kazanmıştır. Kıbrıs’ı da etkileyen bu olmuştur.
Böylece, başlangıçta ve demokratik karakterli dönemde, ulus politik olana göre belirlenirken ve din, dil, soy, ırk tarih vs. Onun belirleyenleri değilken, gerici dönemde politik olan ulusa göre belirleniyor gibi görünmeye ve kabul edilmeye başlar. Ulusçular olduğu için uluslar ortaya çıkarken; uluslar olduğu için ulusçular varmış gibi görünür. Tıpkı tanrıları yaratan insanın, kendini tanrıların yarattığına inanması gibidir bu. Ulusları yaratan ulusçular; ulusların kendilerini yarattığına inanmaktadırlar.
İşte Kıbrıs bu anlayışla bölündü ve esas gerçekçi analizler maalesef sol ideolojik temeldeki zayıflıklarla da beslenerek Kıbrıs’ın bölünmesini kuvvetlendirdi. Elbette böyle koşullar altında emperyalizm de bu tip bir ülkeyi ki milliyetçilik dominant faktör oluyordu, provoke edip bölecekti.
“İşçilerin önlerindeki ilk görev bulundukları devletlerin ulusu bir dil, din etni, soy ile tanımlamalarını ve bürokratik, militer ve baskıcı mekanizmalarını ortadan kaldırmaktır. Yani Engels’in dediği gibi, Demokratik Cumhuriyet’tir”.
“Bu ise her şeyden önce binlerce yıllık bu devlet cihazlarının parçalanmasını; tıpkı 1791-93’de birinci Paris Komünü’nde veya 1871’de İkinci Paris Komünü’nde veya Amerika’da veya ilk İslam’ın çıktığı Mekke’de olduğu gibi, ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, onlara hizmet eden basit, ucuz, toplu yaşamanın ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir devletin, artık devlet olmayan bir devletin, kurulmasını gerektirir”.
BİTTİ