iktibasçeviriKriz, yeni bir dönem başlatıyor- John Bellamy Foster
yazarın tüm yazıları:

Kriz, yeni bir dönem başlatıyor- John Bellamy Foster

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

John Bellamy FosterGünümüzde Büyük Buhran dönemini andıran ve İkinci Büyük Buhran dönemi olarak adlandırılabilecek şiddette ekonomik krizlerle karşı karşıya kalınıyor.

Bu krizlerin tarihsel gidişat üzerindeki etkileri su götürmez; fakat gezegenin geleceğini tehdit eden felaketler, krizleri bile gölgede bırakıyor. Hâl böyle olunca, bizim de dâhil olduğumuz pek çok canlının gelecekteki akıbetinin ne olacağı meselesi gündeme geliyor. Tam da bu sebepten dolayı, çıkmaza giren kapitalist ekonomi ile gittikçe daha tehlikeli hâle gelen ve esasında kapitalist gelişimin sonucu olarak ortaya çıkmış bulunan iklim felaketleri arasındaki bağlantının irdelenmesi bugün her zaman olduğundan çok daha elzemdir.

“Yeni dönemi başlatan krizler” ifadesini burada kullanmamın sebebi, ekonomik ve ekolojik çelişkileri ortaklaştıracak, toplumu temelden sarsacak somut koşulları yaratacak ve tarihsel gidişat içerisinde yeni bir üretim modelini ortaya çıkaracak şartların oluşturulması için yol açmaktır. Bu yoldan ilerlenerek, sistem içi krizlerin ötesine geçilip kapitalizm tarihi sonlandırılabilir. Jason Moore’un da söylediği gibi bahsettiğimiz krizler; geç ortaçağ dönemi ile on yedinci yüzyıl arasında feodalizmden kapitalizme geçişte birincil rol oynamıştı. Geçmişte yeni bir dönem başlatan bu kriz, aynı anda hem çevresel hem de ekonomik ve toplumsal düzlemde dönüşüme sebep olmuştu. Devamlı nükseden kıtlık koşullarında, veba salgınlarının arkasının kesilmediği, köylülerin isyanları sebebiyle toprağın işlenemediği, savaşlarla dolu bir dönemde krizler sayesinde dönüşümün önü açılmıştı. Geçmişte feodalizmden kapitalizme geçişe neden olan böylesi bir krizin bugün de mevcut olduğunu ifade edebilirim. Yeni bir dönemi başlatacak bu krizin günümüzde ortaya çıkışında, kapitalist sistemin sömürüde sınır tanımayan politikaları ile gelir dağılımını yerle bir etmesi başat rol oynuyor.

Kapitalist üretim ve değişim sürecinin sadece bir meta üretim aşamasından ibaret olmadığını iddia edenlerin aksine. Buna örnek olarak C-M-C döngüsü gösterilebilir. Meta (C), para (M) karşılığında elde edilebilecek somut-nitel kullanım değeri. Para (M) ise meta (C) karşılığı verilen ve başka bir kullanım değerine sahip olan cisim. Yani sistem tamamen tüketim üzerine kuruludur. Buna karşın Marx, sistemin “sermayenin genel formülü” olarak da tanımladığı üzere M-C-M biçiminde işlediğini söyler. Buna göre para (M) iş gücü ve meta karşılığı değişim değeri bulunan ve daha fazla para karşılığı satılacak yeni bir metanın (C) üretimini sağlayacak olandır. (M′ = M + Δm veya artı değer) Yani kapitalist üretim sürecinde esas olan kullanım değeri-var olan ihtiyaçlar değil değişim değeri, diğer bir deyişle sermayenin kâr etmesidir. Sonuç olarak, bu sistemde gidişatın sonu yoktur; yani sermaye her zaman için daha fazla para kazanmanın-artı değerini arttırmanın yollarını arar. M’, üretim süreci içerisinde önce M’’ biçimine, sonrasında M’’’ haline gelir ve birikim-sömürü döngüsü böylece sonsuza kadar devam eder

Tekelci kapitalizm yapısı gereği, tabii kullanım değeri sadece kapitalistlerin kullanım değerine dönüşür. Burada bahsedilen “kullanımdan” kasıt elbette sadece kapitalistlerin değişim için kullanacağı değerden ibarettir. Üretimin gittikçe arttırılması sonucu metaların israfı ve yok edilmesi söz konusu olmaya başlar. Bu durum askeri teçhizattan araba modellerinin mütemadiyen yenilenmesine ve metaları haddinden fazla ambalajlamaya kadar uzanır. Marx’ın üretim sürecine dair oluşturduğu formül burada devreye giriyor. M-CK-M’ formülünde ifadesini bulan CK, sadece kapitalistlere ait değişim değeri anlamına geliyor.

Günümüzde devasa boyutlara ulaşmış bulunan finansın tarafından temsil edilen sermaye, genel formülünü M-C-M’ biçiminde oluşturuyor; yani spekülatif sermaye etkinlik kazanıyor. Burada M-M’ olarak formüle edildiği üzere, kullanım değerinin üretim süreci tamamen devre dışı kalıyor ve para daha fazla paraya ulaşmanın doğrudan kanalı haline geliyor.

İktisatçıların “reel ekonomi” veya meta üretimi ile GDP’yi bağdaştıran anlayışı, bugün tekelci-finans sermayesinin irrasyonel mantığı tarafından devre dışı bırakılıyor. Böylece “reel ekonomi”, finans-sermaye çıkarlarına ve ardı arkası kesilmeyen finans balonlarına bağımlı hale getiriliyor. Finans sermayesi, meta üretimi ile kullanım değerini kapsayan reel ekonomiden bağını kopararak nüfuzunu gittikçe arttırıyor.

Dünya genelinde hüküm süren kapitalist kâr mekanizmasını gizleyen örtü kaldırıldığında, geride lakan, yokluk ve yoksulluk içinde – gıda, su, kıyafet, barınma, istihdam, sağlık ve zehirli olmayan bir çevrede yaşama hakkı gibi – en temel ihtiyaçlarını-haklarını bile karşılamaktan uzak koşullarda yaşamaya çalışan yüz milyonlarca hatta milyarlarca insan görünür oluyor. Tüm bu sefaletin sebebi sermaye birikiminin neden olduğu çelişkilerdir. Yeni gelmişken belirtmekte fayda var: iklimbilimcilerin “gerçek zenginlik” kavramından kasıtları, doğada kendiliğinden bulunan, doğrudan doğadan temin edilen ve üretim ya da sürdürülebilirlik adı altında hem bugünün hem de gelecekteki nesillerin yaşam haklarını gasp eden doğa sistemleri mantığı ile hiçbir ilgisi bulunmayan süreçtir. Değişim ilişkilerinde eşitsizlik devam ettiği müddetçe hem doğaya hem de işçiye saygı duymak mümkün olmaz; çünkü uluslararası ekonominin yoksul halkları soyup soyguna çevirme çabaları buna müsaade etmez. Yoksul halklar, emperyalizmin küresel piramidinde en üstte yer alan zengin devletlerin daha da zenginleşmesi için sistematik olarak sömürüye maruz kalırlar. Bu halkların doğal kaynakları kullanım hakkı da ekonomik anlamda artı değerleri de piramidin en üstünde yer alan ülkeler tarafından gasp edilir.

Tekelci-finans sermayesi, mantıksızlığı sebebiyle bulunduğu her yerde reel-somut ilişkilerle yani reel üretim süreçleri ve zenginleşmeyle çelişiyor. Buralarda tekelci sermaye ile kullanım değeri, insanlığın refahının artması, hatta yaşamın ta kendisiyle ayrılıklar derinleşiyor. Bunun sonucunda oluşan sosyoekonomik bitkinlik gittikçe şiddetlenerek yaygınlaşıyor. Samir Amin, Three Essays on Marx’s Value Theory (2013) kitabında “kapitalist ekonominin rasyonelliğinin” yirmi birinci yüzyılda “insanlığın” ve genel olarak dünyanın “karşısına” “akıl dışı bir toplumsal düzen” olarak çıktığını yazıyor. Bu saptamanın önemini kavramak için kapitalizmin yeni bir dönemi başlatacak krizinin hem ekonomik hem de ekolojik boyutlarda derinlemesine irdelenmesi şarttır.

İktisadi Dönüşümler

Yeni bir dönem başlatacak olan krizin ortaya çıkmasına sebep olan, birbiriyle bağlantılı üç ekonomik etmen olduğu söylenebilir: tekelleşme, ekonomik duraklama ve finansallaşma. Bu etmenler dünya genelindeki işgücü arbitrajı ile bağlantılıdır. On dokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başında tekelci kapitalizm, sermayeyi merkezileştirerek biriktirmenin önemini fark etti. Bu anlayış doğrultusunda, günümüzde tekelciliğe benzeyen veya oligopol olarak adlandırılabilecek tekelci güçler meydana geldi. Bu güçler, fiyatlandırma, verimlilik ve yatırım alanlarında merkezi bir kuvvet oluşturdu. Ekonominin üretime dayalı alanlarında oldukça etkili olan bu kuvvet, tekelin kârını elinde bulunduran birkaç devasa firma tarafından idare ediliyor. Aynı şey finans alanı için de söylenebilir. Burada da ABD’nin en büyük dört bankası ülkenin bankacılık varlığının neredeyse yarısına sahip durumda. 2007 yılında, Büyük Finans Krizi’nin ortaya çıktığı dönemde, ABD’nin en büyük 200 şirketi ekonomide brüt kârın %30’undan fazlasını elde etmişti. (Bu oran 1950 yılında %13 idi.) Yine bu dönemde dünyanın en büyük 500 şirketi dünya genelindeki bütün gelirin %35-40’ını elinde bulunduruyordu. ( Bu rakam 1960 yılında %20’den daha düşüktü.) Uluslararası arenada rekabetin kızışmasından bahsedilirken kastedilen şey esasında tekelci şirketler arasındaki rekabetin gerek fiyatlar konusunda gerekse fiyat dışındaki mevzularda anlaşarak rekabet etmesidir. Yani ortada bir danışıklı dövüş söz konusu.

Dünya genelinde hüküm süren bu şirketler kâr oranlarını arttırmanın keyfini sürerken eşitsizliğe ve sermayenin artı değeri gasp etmesine dair problemler de katmerleşiyor. Bunun sonucu olarak sermaye birikimi özellikle kapitalist ekonominin merkezlerinde yavaşlıyor. Bu nedenle, hızlı büyüme yerine ekonominin durgunlaşması tekelci kapitalist ekonominin “her zamanki” hâlidir. Mevcut durumun etkisi, (savaşlar, çığır açıcı yenilikler, satışı arttırmaya yönelik çabalar ve finansallaşma gibi) olağanüstü tarihsel olayların yaşandığı dönemlerde azalır.

Paul Sweezy’nin “sermaye birikim sürecinin finansallaşması” kavramıyla kastettiği şey, tekelci sermayenin son birkaç on yılda ekonomik durgunluğu arttıracak biçimde uyguladığı süreçtir. Ekonomide artı değerin tamamını elde bulundurmanın zorluğunu fark eden büyük şirketler ile varlıklı yatırımcılar, gittikçe artan oranda finansal alana yöneldi; çünkü bu alanda yüksel spekülatif kazançlarını garanti altında tutabiliyorlardı. Finans kurumları, kendilerine yönelik talebin artması sonucu (çürük tahvil, sermaye piyasası türev araçları, satın alma veya satma hakkı, serbest yatırım fonları gibi) bir dizi yeni, tuhaf spekülatif seçenek öne sürmeye başladı. Bu da kredilendirmenin/borçlandırmanın artmasına sebep oldu. General Electric ve General Motors gibi meta üreten şirketler bile finans kârından pay almak amacıyla finans alanına yatırım yapmaya başladı. Bunun sonucunda finansal balonlar oluştu. Bu balonlar ekonomideki gidişatın devamlılığını sağladı; ancak bunun bedeli sistemin tamamının önemli ölçüde kırılganlaşması oldu. Yeni finansal yapılar, üretimi boyunduruk altına alarak, karar alma süreçlerinde etkinleşerek ve finans piyasalarının nüfuzunu arttırarak kendi sistemini oluşturdu.

Tekelci-finans sermayesinin oluşturduğu sistemin mantığı, geleneksel anlamdaki sermaye birikiminin merkeze oturduğu reel sermaye birikiminin yerinin tamamen finans çevrelerinin takdirine dayalı bir düzene dönüşmesinden ibarettir. Yani; M-C-M’ formülünün yerini M-M’ alıyor. Bu ihtimali Marx ortaya atmıştı. Keynes ise bunun gerçekleşmesinden korkuyordu.

Sistem, uluslararası düzlemde işgücü arbitrajına dayanıyor. Çok uluslu, devasa şirketler dünya genelinde nerede en ucuza işçi çalıştırabileceklerse endüstriyel üretimlerini oraya taşıyor. Bunun sonucu olarak, üretim süreçleri büyük oranda, ekonomisi ihracata bağımlı bulunan pek çok ülkenin olduğu, Güney yarımküreye kayıyor. Emperyalist ilişkiler, dünya genelinde, ekonomik eşitsizliği şiddetlendirecek süreçlerin örülmesi sonucu gelişiyor. (Buralarda ücretler arasındaki fark, verimlilik farkından daha fazladır.) Yani sistem tamamen emperyalistlerin çıkarına bağımlıdır. Bu şartlar altında kişi başına düşen gayrı safi milli gelirin gelişmekte olan ülkelerde (Çin hariç) G7 ülkelerinin (Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Almanya, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya ve Kanada) yalnızca %6,7’sine tekabül etmesine şaşırmamak gerekir. Bu rakam 1970-1989 yıllarında ait. 1990-2006 yılları arasında (yani Büyük Finansal Krizden hemen önce) ise bu oran %6,6’ya gerilemiş durumda.

Ekolojik Dönüşümler

Yeni bir çağın kapısını aralayacak krizin ekolojik boyutlarını (ki bu boyutlara tekelci kapitalizmin etkileri de dâhildir) en iyi şekilde anlamanın yolu Marx’ın doğa ve toplumun yapısı üzerine yaptığı incelemeden geçiyor. Marx’a göre üretim, “doğanın evrensel yapısındaki” toplumsal sürecin bir parçasıdır. Buna göre, kullanım değeri “tabii dünyanın” sağladığı bir olanaktır ve “insanların ihtiyaçları” doğrultusunda üretim süreçlerinden geçerek toplumsal kullanım değeri kazanır. Buradan “doğa ile insan arasındaki evrensel ilişkiye doğadaki koşulların insan yaşamına etkisine” dair sonuçlar çıkar.

Marx’ın “doğal madenleri işlemekten” kastı; “sudaki balığı yakalamak (…) veya yıllanmış ormanlardan temin edilen kerestedir. Ya da çekirdekten yetiştirilen üründür”. Doğanın kullanım değeri (reel zenginlik), insan eli değmeden doğa tarafından üretilendir. Marx Kapital’de: “Dünya bir tarafta, işçiler öteki tarafta (…) üretim sürecinin aşamalarında yer alır” derken doğanın evrensel yapısına gönderme yapar ve bunun “toplumsal formlara” indirgenemeyeceğini belirtir. Toplumun uyum sağlamak durumunda olduğu doğal koşullar, Marx’ın kapitalizmin “hayatın kendiliğinden var olan kanunlarını” nasıl çiğnediğine ve bununla bağlantılı olarak “toplumsal yapının kendi içinde bağlantılı yapısında meydana gelen çatlaklara” dair düşünmesine vesile oldu. Sanayi toplumunda doğa ile toplum arasındaki bağlantıda dünyanın her yerinde çatlaklar meydana geldi. Bu çatlaklara örnek olarak, topraktan sökülüp alınan besin maddelerinin şehirlere getirilmesi ve buralarda hava kirliliğine neden olacak biçimde yağ veya lif olarak işlenmesi gösterilebilir. Uluslararası ticareti büyüten bu uygulama kimi ülkelerin diğerlerinin topraklarını sömürmesi nedeniyle ekolojik emperyalizm sürecinin de ağlarını örmüş oluyor.

Peki, Marx’ın doğa ve toplum ilişkisine dair yaptığı bu inceleme bugün yeni bir dönemi başlatacak olan krize nasıl uyarlanabilir? Marx’ın yapısal çatlaklara dair açıklamalarını anlamlı hale getirecek ve günümüzün iklim problemlerini irdeleyecek araçlar bugün mevcut. Fakat daha çok meta ile ilgili olan kısım hakkında, yani doğa-toplum ilişkisinin kullanım değeri üretimindeki rolüne ilişkin araştırmalar henüz iklim bağlamında yapılmadı. Bugün esas mesele, ekonomide kullanım değerinin yapısında meydana gelen değişikliklerin gezegenin iklimine nasıl etki ettiğidir. Marx, bize bu konuda çok az ipucu bırakmış. Her ne kadar kapitalist kullanım değerinin varlığına işaret etmiş olsa da (ki bu işaretlerden birisi çilingirin anahtar üretirken aslında sistemdeki suçluluktan faydalandığıdır), “kullanım değeri” kavramı ile kastettiği şey “sistemin en üstünde bulunanlar” tarafından işgal edilmiş olduğudur. (Yani toplumsal ihtiyaçlar bağlamında bir hiyerarşi söz konusu.) Sonuç olarak Marx, kullanım değerinin tarihsel gelişimine dair ardında sistematik bir inceleme bırakmadı; çünkü onun yaşadığı dönemde rekabetçi kapitalizm hüküm sürüyordu ve bu konu son derece önemsizdi.

Kapitalist ekonomide kullanım değerinde meydana gelen yapısal değişikliklerin iklim alanındaki etkisini anlayabilmek için kapitalizmin rekabetçilikten tekelciliğe uzanan tarihinin – Marx’ın yaşadığı dönemden bugüne – incelenmesi gerekiyor. Thorstein Veblen, yirminci yüzyılda gündeme gelen bu konudaki analizin temellerini 1923 yılında yayımlanan Absentee Ownership and Business Enterprise in Recent Times isimli kitabında atıyor. Veblen’in The Theory of the Leisure Class adlı kitabında “insan yaşamına veya insanlığa hiçbir yararı yok” diyerek tanımladığı ihtiyaç fazlası üretim, yeni oluşturulan kurumsal şirketlerin ayrılmaz bir parçası oldu. Yani üretim sürecinde, talep sınırlı olmasına rağmen, satış ve kârı arttırmak temel alındı. Üretken olmayan harcamalar üretim süreci sistemine o derece nüfuz etti ki Veblen, “işçilik ile satıcılık arasındaki ayrım bulanıklaşmış durumda (…) bu durum şüphesiz piyasa için üretilen pek çok ürünün satış maliyetinin satılabilecek miktarın üzerine çıkmasına neden olacak. Bu da normal şartlarda kabul edilebilir bir durum değil” tespitinde bulundu.

Paul Baran ve Paul Sweezy, 1966 yılında kaleme aldıkları Monopoly Capital isimli kitapta bu tezi geliştirdi. Marx ve Veblen’in söylediklerini temel alan yazarlar, artı değeri massetmek amacıyla – askeri harcamalar, satışı arttırma yöntemleri ve FIRE (finans, sigortacılık ve gayrimenkul gibi yöntemlerle) ihtiyaç fazlası üretimin arttırılmasına özellikle odaklandı. Satışı arttırmaya yönelik çabalar, tekelci kapitalizm döneminde o kadar olağanüstü bir hızla arttı ki ekonominin kullanım değeri yapısı artık üretim sürecinde açığa çıkan maliyetlerin yansıtmaktan çıktı. “Tedahül etkisi” olarak adlandırılan, satış maliyeti ile ürün maliyetinin birbirine karışması durumu, üretim maliyeti olarak sunulan masrafın gittikçe artan oranlarda aslında sistemin dayattığı, ihtiyaç fazlası üretime – bilhassa kapitalist kullanım değerine (CK) – yönelik eklemlenmeye dönüştü. Üretimin önemini kaybetmesi, bilinçli olarak dayanıklı tüketim mallarına uygulandı. Tüketim malları ise özellikle yapısal olarak ihtiyaç fazlası olacak, yani sırf tüketmek amacıyla alınacak biçimde planlandı. Üretim süreçlerine nüfuz eden, büyük şirketlerin ihtiyaç fazlasını pazarlama taktiğinde, alıcı işine yaramayacak bu ürünleri satın almak zorunda bırakıldı. En gerekli mallarda bile temin etme karşılığında oluşan maliyet fiyata yansıtıldı. Bütün bunlar tekelci kapitalist ekonominin “akla uygun” ve “etkili” olduğu varsayımından hareketle sunuldu. Bu sürecin sonunda piyasanın doygunluğa ulaşması, büyümenin yavaşlaması ve işsizlik/eksik istihdam gibi sorunlar ortaya çıktı.

Tekelci kapitalizmin eleştirisindeki esas mesele, Baran’ın da 19 Aralık 1961 tarihinde Sweezy’e söylediği üzere; iktisadın “girdileri değiştirmek adına üretimin hatalı biçimde kullanılış” nedenini açıklıyor. “‘Hatalı kullanmaktan’ kastım Marksist anlamda sömürülmesi; yani ihtiyaç fazlası kullanılmasıdır. (Yani ‘insanın mutlu olmasına ve gelişimine sağlık açısından ihtiyaç yoktur ve bunun yararı da bulunmaz.’) Keynesçilikte bunun karşılığı işsizliktir.” Buradaki “eleştirel ve negatif” bakış açısından kasıt: “Chase Manhattan (bankasında) olduğu gibi klima kâbusunun bulunmamasıdır, 60 milyonun sonunu getirecek motorlu canavarların olmamasıdır, ülkeye devasa otoyollar ve reklam panoları ile tecavüz edilmemesidir.” Hatalı kullanılan bütün içeriklerin tespit edilmesi, ekonomik (ve ekolojik) ,israfın tamamen tespit edilmesi elbette mümkün değil. Fakat bariz biçimde görülen muazzam alçaklığın reddedilmesi de mümkün değil. Tüketime dayalı-verimsiz sistemin rotadan çıkması daha akılcı, sürekliliği olan ve kişilerin gerçek ihtiyaçlarını esas alacak bir toplumun yaratılmasının önünde engel teşkil ediyordu. Peter Custers, Baran ve Sweezy’nin Monopoly Capital kitabında söylediklerini geliştirerek 2006 yılında Questioning Globalized Militarism kitabını yazdı. Custers bu kitapta, “negatif kullanım değeri” kavramının ABD’nin günümüzde bir trilyon dolar yıllık masrafı olan bir savaş makinesine dönüşmesi sürecinde ve hatta genelde zehirli içerik barındıran günlük tüketim ürünlerinde görünür olduğunu söylüyor.

Bütün bunların bizi Juliet Schor’un “maddesel paradoks” olarak tanımladığı yere götürüyor. Bundan kasıt ürettiğimiz ve tükettiğimiz her şeyin günümüzde ürünün kullanım değerinden ziyade sembolik değeri ile ilgili olduğudur; yani üretilen ve tüketilen ürünler sosyal statünün belirlenmesine ve psikolojik ihtiyaçların karşılanmasına yarıyor. Bugünün pazarlama anlayışı işte bunu telkin ediyor. Buradan yola çıkan Raymond Williams, esas meselenin bizim “çok materyalist” olmamız değil asıl “yeterince materyalist olmamamız” olduğunu söyler. Reklamcılığın “büyülü dünyasına” kendini kaptırarak çok fazla harcayan tüketim toplumu, kendini yaşadığı çevreye kaçınılmaz biçimde zarar verecek simgesel ihtiyaçlarına adıyor.

Modern üretimin ekoloji için ne denli akıl dışı olduğuna örnek olarak doğal kaynakların özellikle de enerji kaynaklarının olağanüstü biçimde sömürülmesi gösterilebilir. Barry Commoner’in 1976 yılında “Petrol, Enerji ve Kapitalizm” başlığıyla yaptığı bir konuşmada söylediği üzere, modern kapitalist ekonominin “toplumsal kullanım değeri” aşırı derecede enerji harcanarak ve termodinamik açıdan verimsiz yöntemlerle oluşturuluyor: amaç işgücü maliyetini düşürmek. Marx’ın da belirttiği üzere, kapitalizm ücretleri düşük tutmak için işçilerin işten atıyor. Commoner bu durumu şöyle açıklıyor: örneğin el çantaları genellikle deri yerine plastikten üretilir. Oysaki plastik çanta üretmek için çok daha fazla enerji harcanır. Yine de bu yöntem tercih ediliyor; çünkü amaç işgücü maliyetini kısmak ve kâr payını yükseltmektir. (Bu üretim biçiminde işgücü yerine fosil yakıt enerjisi kullanılır.) Bu üretim biçiminin toplumsal manada ne denli akıl dışı olduğu, gittikçe artan işsizler ordusu ile çevreye verilen muazzam zarar düşünüldüğünde görünür oluyor.

Küresel düzlemde düşünüldüğünde, dünyadaki kapitalist sistemin (tamamen olmasa da ) büyük oranda, yukarıda tanımlanan, tekelci kapitalizmin ekonomik ve ekolojik çelişkilerinde göre şekillendiğinin farkına varılması önemli. Yani tekelci kapitalizm, emperyalizmin neden olduğu adaletsizliklerin de başlıca sebebini oluşturuyor. Güney yarımkürenin yağmalanması hiçbir zaman için sadece ekonomik gelişim farkı ile açıklanamaz. Bir başka sebep, ekolojik gidişatın her iki yarımkürede aynı seyri izlememesidir. Yirminci yüzyılın önde gelen iklimbilimcilerden Howard T. Odum, ekolojik dönüşümün aynı oranda gerçekleşmemesi konusunda da uzmandı. Odum’un kısmen Marx’a dayanan analizinin önemi, “reel değer” olarak adlandırdığı, doğanın veya toplumsal üretimin sonucu olarak ortaya çıkan enerjinin şirketlerce şekillendirilmesine, dair tezidir. Odum, dünya ekonomisinin kenarında üretilen malların değişim değerinin ekonominin merkezinde üretilenlerden daha fazla oranda şirketlerce serbest piyasa koşullarında (tekelci ilişkilerin dışında) şekillendirildiğini ifade ediyor. Odum, bunun sonucunda merkezin dışında üretilen mallarda enerji olarak veya reel değer bakımından daha fazla kayıp gerçekleştiğini, bunun da uluslararası piyasaların değişim değerine etki ettiğini söylüyor.

Odum’un bahsettiği “serbest ticaret”, “ticaretin adil yapıldığı varsayımına dayanıyor (…) ancak hakikatte serbest ticaret gelişmiş ülkeleri daha da zenginleştirirken, onların yaşam standartlarını yükseltirken, daha az gelişmiş ülkeleri yıkıma sürüklüyor.” Bunun temele sebebi, merkezin dışında üretilen mallarda doğanın daha fazla “nimetinden” yararlanılmasıdır. (Yani; kapitalist ekonominin işgücüne dayalı üretim sürecinin dışında kalınıyor.) Merkez ülkelerde üretilen ürünlerde ise “doğanın nimetlerinden” yeteri kadar “faydalanılamıyor”. Odum, 1980’lerde ve 90’larda Ekvador’dan ihraç edilen “şekillendirilmiş” enerjinin “serbest ticaret” mekanizmalarıyla ithal edilenden on kat fazla olduğunu hesaplamış. Aynı düzende yer alan Amerika Birleşik Devletleri, buna karşın serbest ticaret kanalıyla ithal ettiği enerjinin yalnızca yarısı kadarını ihraç ediyor. (Hollanda, Almanya ve Japonya gibi ülkelerde bu oran dörtte bire kadar düşüyor.) Odum, Kuzey yarımküre ile Güney yarımküre arasındaki ticarette ise işleyen kuralların “emperyal kapitalizminkiler” olduğunu söylüyor. Bunun anlamı, zenginleşen devletlerin faturayı yoksullara kesmesidir. İki yarımküre arasındaki eşitsizlik sanayi tesislerinin doğayı tahrip etme oranında bile belli oluyor. Daha fazla zehir salgılayan tesisler Güney’e, çokuluslu şirketlerin tekellerine daha fazla kâr-artı değer getirecek işletmeler Kuzey’e kuruluyor.

Devrimci Bir Çağa Doğru

Yazının başlangıcında belirttiğim üzere, günümüzde var olan ve yeni bir dönemi başlatacak olan kriz, ekonomik ve ekolojik çelişkilerin tehlikeli ve yıkıcı birliğinden meydana geliyor. Bu birliğin izlerini büyümenin yavaşlamasından, işten çıkarmaların artmasından ve doğal-somut kullanım değerinin çözülmesinden takip etmek mümkündür. Bu durum yalnızca sermaye birikim sürecini etkilemekle kalmıyor. Çevresel tahrip ve hammaddelerin hızla tükenmesi de doğrudan sürecin ortaya çıkardığı sonuçlar. Bunun yanı sıra biyojeokimyasal döngünün kırılması da gezegen üzerinde etkisini hissettiriyor.

Marx’ın iyimser öngörüsüne göre “insanlık (…) sorunları kendisine çözebileceği oranda görev beller. Sorunlar, çözüm için gerekli koşullar ya bulunduğu müddetçe ya da oluşum aşamasındayken açığa çıkar. Yapılan incelemeler bunu gösteriyor. Bu durum kaçınılmazdır.” Bugün, günümüzde var olan, yeni bir dönemi aralayacak krizin çözülmesi için gerekli koşullar – hem ekonomik hem de ekolojik anlamda – mevcuttur. Bu koşulların izlerini sömürüde, israfta, atıl üretim potansiyelinde, kullanım değerinin değiştirilmesinde ve bugünkü sistemin temsilcisi reel değerin açgözlü yıkıcılığında görmek mümkün. Modern kapitalist ekonomide, insani ve doğal kaynakların sınırsızca sömürülmesi, bize üretim ile tüketim süreçlerini insanların ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmek ve ekolojik anlamda sürekliliği olan, eşitlik temeline dayalı bir toplumu inşa etmek için pek çok olanağımız bulunduğunu gösteriyor. Bu ihtimali hayata geçirmek için, günümüzde “insanlık için güvenli alanlar açmak” adı altında dünyayı sınır tanımadan mahveden, kapitalizmin yayılmacı gidişatının durdurulması şarttır. Kapitalizmin neden olduğu tahribatı görmek için iklim değişikliklerine, okyanusların asitlenmesine, ozon tabakasının gördüğü zarara, canlıların türlerinin yok olmasına, nitrojen ve fosfor döngülerinin bozulmasına, temiz su kaynaklarının azalmasına, toprakların kaybolmasına, aerosollardaki artışa ve kimyasal atıkların neden olduğu kirliliğe bakmak yeterlidir.

Kapitalizm için vakit nakittir. İnsanlığın ve gezegenin geleceğinin sistemli olarak hiçe sayılması bu bağlamda değerlendirilebilir. Tekelci sermayenin ekonominin kullanım değeri yapısını değiştirmesi, özellikle kapitalistlerin işini görecek kullanım değerleri üretmesi oldukça sakıncalı sonuçlar doğuruyor. Ticaret döngüsünü hızlandırmak adına, çevreye verilen zarar arttırılıyor. Zenginlerin bugün için daha da zenginleşmesi adına ihtiyaç fazlası üretimin önü açılıyor. Après moi, le déluge! (Benden sonrası tufan) İşte kapitalizmin ruhunu, özellikle de bugünün tekelci-finans sermayesininkini, yansıtan ifade budur. Günümüzde devam eden krizin, yeni bir dönemin kapısını aralaması ve farklı bir üretim modeline geçişi sağlayacak olması konusunda kuşku yoktur. Tıpkı geçmişte feodalizmden kapitalizme geçildiği gibi; ancak bu sefer çok daha etkili bir geçiş söz konusu. István Mészáros, ihtiyacımız olan şeyi şöyle açıklıyor: “küresel bir dönüşüm (…) Marx’ın belirttiği üzere, yapısal bir dönüşüm.”

Peki, bu zaruri devrimci dönüşüm nasıl gerçekleştirilecek? Bugün var olan güçlerin işyerlerindeki sömürü ile iklim felaketleri arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya yönelik çalıştıklarına inanıyorum. Çünkü kapitalizm üretime dair ne varsa mahvetmeye kararlı. Bu şiddetli dönüşüm, Güney yarımkürede Kuzey’de olduğundan daha hızlı gerçekleşiyor. Bunun sonuçlarını olarak Çin, Hindistan, Mısır, Türkiye, Güney Afrika, Brezilya, Bolivya, Ekvador ve hatta Kuzey Amerika’nın bazı yerlerinde (örneğin Kanada’nın yerlilerinin öncülüğünde başlayan kitlesel hareketlerde) görüyoruz. Yaşam koşulları gittikçe kötüleşen, üzerlerindeki baskılar artan gruplar artık “çevreci işçi sınıfı” olarak adlandırılabilecek birlikler oluşturuyor. İşçi sınıfı mücadelesinin genişleyerek çevre mücadelesi ile birleşmesinde ve farklı toplumsal grupların bir araya gelerek hep beraber mücadele vermesinde şaşılacak bir şey yok. Avrupa’daki işçi sınıfı mücadelesinin başlamasında fabrikalardaki sömürü kadar işçilerin teneffüs etmek zorunda kaldıkları zehirli havanın da etkili olduğunu hatırlamak gerekiyor. Naomi Klein’ın özelleştirme ile ilgili kapsamlı çalışması, “kapitalizm felaketinin” anlaşılması bakımından yerindedir. Klein’ın çalışması, ekolojik modelleri, insancıl üretim süreçlerini kapsayan, doğa ile toplum ilişkisine dayalı yeni bir model öneriyor.

Yeni bir dönemi başlatacak krizin merkezinde, gördüğümüz üzere, doğal-somut kullanım değerinin istismar edilmesi var. Mevcut sistemde hem üretim sürecinin hem de Marx’ın deyimiyle “doğa ile toplum ilişkisinin” ve insancıl üretime dair daha diyalektik süreçlerin dar kapsamlı planlandığı görülüyor. İster ekonomik veya kültürel-toplumsal isterse çevresel olsun; bütün maddesel etmenler gidişattan etkileniyor. Buna karşın tarihsel bir ana yaklaşıyoruz – ki bunun müsebbibi kapitalizmin yıkımını günümüzde en üst mertebeye ulaştırmış olmasıdır. Önceki yüzyılın büyük bir bölümünde ayrı bulunan bu maddesel etmenler artık birbirine yaklaşıyor. Her ne kadar işçi sınıfının çalışan kesimleri arasında, çevresel ve kültürel mevzularda her türden çelişki varlığını devam ettirse de – iktidara sahip olanlar işçilerin birleşmesini engellemek için ellerinden geleni yapar (yılların parçala ve yönet taktiği) – somut koşulların somut tahlili yapıldığında mevcut düzene karşı oluşturulacak kapsamlı ittifakların nüvelerini görmek mümkün oluyor. Bu ittifak devrimci mücadele güçlerinin bir nevi birleşmesi şeklinde gerçekleşecek. David Harvey, toplumsal cinsiyete, ırka, sınıfa, etnik kökene ve çevreye dayalı hareketlerin bahsedilen birliği sağlayabileceğini söylüyor.

Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için elbette çevreci işçi sınıfının (ve çevreci köylülerin) güçlenmesi, mevcut iktidara alternatif olabilecek, hem insanların ihtiyaçlarını karşılayacak hem de gezegenin biyojeokimyasal dengesine uygun, kapsamlı yapılanmalar oluşturmaları şart. Eşitliğe ve ekolojik sürekliliğe dayalı bir dünya ancak bu şekilde inşa edilebilir. Bu dünyaya dair somut bir ihtiyaç hissedilirse bu dünyanın bir ihtimal olmaktan çıkıp gerçekleşeceğine kuşku yok. İnsanlığın geleceğinin olup olmayacağı henüz belli değil. Diğer “daha ileri” yaşam formları ile birlikte insan türünün devamlılığı konusunda da şüpheler var. İşte tam da bu nedenle kurtuluş günümüzde, daha önce hiç olmadığı kadar, insanlığın kendi geleceği için yürüteceği devrimci mücadeleye bağlıdır.

Kaynak: monthlyreview.org

Çeviri: Feride Tekeli – muhalefet.org

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
330AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin