yazılarröportajFoti Benlisoy: Köstebek başını çıkardı
yazarın tüm yazıları:

Foti Benlisoy: Köstebek başını çıkardı

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

fotibenlisoyGezi direnişi, bir şeyler bekliyormuş, bir yerlerde saklanıyormuş da aradığını bulunca yapacağını yapan yaratıcı pratikler dizisini ortaya çıkardı. Bu pratikler birçok yöntemle kaydedildi. Makalelerde, öykülerde yer buldu. Daha Haziran günlerinden başlamak üzere bir Gezi literatürü böylece oluşmaya başladı. Bu literatürün genişleyeceğine ve derinleşeceğine şüphe yok. Gezi üzerine yazdıkları Agora’dan yayımlanan Foti Benlisoy ile kitabı, direnişi ve Gezi sürecinde oluşan literatürü Birgün Gazetesi ile konuştu.

Gezi direnişine dair yazdıklarınız kitaplaştırıldı, “Türkiye’nin Enterasan Başlangıcı” başlığı ile yayınlandı. Biraz kitabın içeriğinden bahsedebilir misiniz?

Gezi hakkında yazıp çizerken mümkün mertebe direnişi, dünyada yaşanan başka direnişlerle birarada düşünmeye çalıştım. Sadece AKP’nin oluşturduğu otoriter rejime karşı bir patlamayla değil, çok daha radikal imaları olan bir hareketle, çoğu zaman üç-beş ağaç diye küçümsediğimiz, kökeni itibariyle radikal imalara sahip bir hareketle karşı karşıyayız. Yani ortak bir alanın, müştereklerimizin sermaye tarafından temellük edilmesi, müşterek bir alana el konması, AVM’leştirmesi, kar konusu yapılması… Bu kökenin anti neoliberal bir içeriği, antikapitalist bir iması var. Bu muhteva ve imaya sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Sahip çıkmanın bir yolu da Gezi’yi yaşadığımız çağda neoliberal otoriterizme karşı açığa çıkan direnişlerle aynı bağlamda düşünebilmek. Son zamanlarda özellikle Tayyip Erdoğan’ın Mısır örneğini, Gezi direnişini demokrasi karşıtlığı ve darbecilikle suçlayarak itibarsızlaştırmak için kullandığına şahit olduk. Ama aynı zamanda Mısır’da yaşanan mücadelelerle bizim ülkemizde yaşanan mücadelelerin kaderinin aslında ortak olduğunu da görmüş olduk. 30 Haziran’da kitle kalkışması oluyor, 3 Temmuz’da ordu iktidara el koyuyor. Mısır’daki gelişmeler farklı gelişiyor olsaydı, bizim mücadelemiz de farklı olacaktı. Dolayısıyla kaderleri birbirine bağlı bütün bu mücadeleleri ortak düşünmenin anlamlı olacağını düşünüyorum.

Bir başka yapmaya çalıştığım, Gezi’yi bir stratejik bağlam içerisinde düşünmeye çalışmak. Direnişi teraziye koymak, tartmak ondan sonuçlar çıkarmak için bir taraftan çok erken. Sıcağı sıcağına çıkardığımız sonuçların çoğu yanlışlanabilir elbette. Ama yine bu sıcağı sıcağına yapılan stratejik tartışmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla yapmaya çalıştığım, Gezi’ye dışarıdan bakan, Gezi’ye hangi sosyal faktörler, hangi nedenler yol açtı gibi bir soğuk, kuru nedensellik ortaya koymaktan ziyade aslında direnişle açığa çıkan ve kendimi de parçası hissettiğim dinamiğin nereye yürüdüğü ve nereye yürüyebileceği, karşısındaki engellerin neler olduğu, nerede tahkimat yapması gerektiği gibi ortak sorulara kendimce cevap aramaya çalışmak. Daha doğrusu bu sorular etrafında yürütülmesi gereken kolektif bir tartışmaya katkı sunmak. Yapmaya çalıştığım Gezi hakkında bir kitap yazmaktan ziyade Gezi üzerine kolektif bir düşünme pratiğinin bir parçası olmak.

Gezi direnişine dair belki de herkesin uzlaştığı bir konu varsa o da onun beklenmedik oluşuydu.

Geçmiş mücadelelerin toplamının bir izi var bu patlamada elbette. Marx’ın köstebek metaforunu kullanmayı seviyorum. Bir tarihsel-devrimci kriz anında, daha önce yer altında sessizce, görünmeden kazan köstebek, topraktan başını çıkarmış olur. Ancak bu kriz anının şekillenmesinde, köstebeğin daha önce açtığı tünellerin, çukurların, o görünmez kazı faaliyetinin çok önemli bir payı var. Ancak Gezi’nin geçmiş mücadelelerin, örneğin kentsel dönüşüm alanındaki mücadelenin doğrudan bir sonucu olduğunu da söyleyemeyiz. Yani Türkiye’deki solun ve toplumsal mücadelelerin yarattığı birikimin evrimsel bir sonucuyla, niceliksel birikiminin yarattığı niteliksel bir sıçramayla karşı karşıya değiliz. Beklenmedik bir hadiseyle, bir önceki siyasal zamanda bir kırılmaya yol açan ve bizi başka bir siyasal zamana taşıyan bir olayla karşı karşıyayız. Neoliberal otoriterizme karşı farklı ulusal bağlamlarda farklı renklere bürünen bir mücadele dalgasının biz de Gezi’yle birlikte bir parçası olduk. Dolayısıyla aslında o mücadele dalgasının ortak sorunları, imkânları ve kısıtlarıyla biraradayız artık.

Ortak olana saldırıya karşı gelişen tepki, Gezi Parkı’nda kütüphanenin kurulması, paranın kullanılmaması, mekânın ortaklaşa dayanışmacı bir şekilde kullanılması şeklinde açığa çıktı. Bunlar ortak olana saldırıya refleksif bir karşı koyuş olarak görülebilir mi?

Evet bu karşı koyuş özellikle Gezi Parkı’nda yaşandı. Paylaşımcı ilişkilerin hâkim olduğu, herkesin ortak kolektife ait olduğu ama kendi bağımsız varlığından da vazgeçmediği bir komün, bir başka kolektif varolma biçimi. Oradaki bu ortaklık hali, prefigüratif ve/veya performatif denebilecek bir siyaset biçimi olarak tanımlanabilir. Bu tarz-ı siyasete göre hareketin öne sürdüğü taleplerden, stratejik yönelim ve taktik hamlelerinden ya da hangi siyasal-sosyal ittifakların kurulması gereğinden ziyade önemli olan, daha paylaşımcı daha eşitlikçi daha özgürlükçü yaşam pratiklerinin “hemen şimdi ve burada inşa” edilmesidir. Bu, günümüzde dünyada bir dizi mücadelede gördüğümüz, belki zamanın ruhunda olan, “otonom” denebilecek bir siyasal hâletiruhiye. Direnişe katılan insanlara özgüven, güç ve cesaret kazandıran esas itibariyle bu boyuttu. Gezi’nin başka tür toplumsal ilişkilerin var olabileceği iddiası ve bu iddianın somut ispatı haline gelmesi, ona hem içerisinde bulunanlar hem de dışarıdan bakanlar nezdinde çok büyük bir güç ve itibar kazandırdı. Gelecek ya da gelebilecek bir başka toplumun nüvelerinin kolektif inşası yönünde bu çapta bir girişimi sanırım yaşamamıştık.

Bu deneyimin taşıyıcılarının bireyci, kendini kurtarmacı bir ideolojiden ilham alan bir kuşak olması da ya da öyle söylenegelmesi de ilginç değil mi?

Türkiye’de neoliberal kültürel formlar çok erken bir tarihten itibaren hegemonik oldu. Bu hegemonyayı Özal ile başlatabiliriz. Gezi bu hegemonyada kuşkusuz çok önemli bir kırılma. Ama buradan hareketle bir tür yeni orta sınıf tezlerinin öne sürülmesine karşı olurum. Son üç-beş sene içerisinde dünyada gerçekleşen bir dizi büyük mücadele bir orta sınıf devrimleri olarak görülüyor. Orada garip bir şey var. Eskiden orta sınıflar, dar kafalılıkla, siyasal apatiyle, hoşgörüsüzlükle özdeşleştirilirdi. Bugün, bireycilik, hazcılık, rekabetçilik, ama aynı zamanda entelektüel birikim, teknolojiyi iyi kullanmak, siyaseten ataklık, özgürlükçülük gibi özelliklerle kodlanıyor. Mesela Çağlar Keyder kabaca AKP ve onun vesayet karşıtı politikalarının yarattığı yeni orta sınıf ve yeni sivil toplum mecralarının Gezi’deki gibi direnişlere imkan verdiğini söylüyor. Çağlar Keyder’in söylediği aslında Egemen Bağış’ın söylediğinin biraz daha Marksist sosla servis edilen biçimi. Bu analize zinhar katılmıyorum. Sorunuza dönersem, neoliberalizmin kültürel hegemonyasını biz biraz fazla ciddiye almışız. Onun surlarında oluşan çatlakları pek dikkate almamışız. Gezi’nin verdiği en büyük mesaj, bu kültürel hegemonyanın ne kadar kırılgan olduğu, tam da Gezi’de açığa çıkan paylaşımcı, eşitlikçi, özgürlükçü pratikler aracılığıyla bu kültürel hegemonyaya vurmanın mümkün olduğu. Ama bunu Gezi ile bırakmamak gerekiyor. Bundan sonra toplumsal muhalefetin önünde gerçekten şöyle bir görev dikiliyor: Bu tip pratikleri daha küçük ölçekte, daha yerel ölçekte, daha sürdürülebilir ölçekte ortaya koymaya devam etmek. Yani dayanışmacı, paylaşımcı, eşitlikçi pratikleri artırmak, çoğaltmak ve siyasal sözümüzü biraz buralardan çıkartmak.

Sosyalist sol elbette eskiden beri dayanışmacı-paylaşımcı pratiklerin önemini vurguladı. Ancak uzun zamandır siyasal sözümüzle bu dayanışmacı (doğrudan) pratikler arasında doğrudan bağlantı kurmuyoruz, kuramıyoruz. Genellikle dayanışmacı pratikler ve toplumsal mücadeleler alanlarındaki faaliyetlerimizle siyasal alanda kurduğumuz söz arasında bir ayrım, daha doğrusu ciddi bir kopukluk söz konusu oluyor. Mahalle çalışmasında, dernekte, sendikada, direnişte başka konuşuyoruz, başka eyliyoruz, “büyük siyasetteyse” başka… Büyük siyaset sahnesinde adı üstünde “büyük” siyasal laflar etmeyi ve mevcut siyasal saflaşmaya bir tür cevap verme, o konjonktüre anlık bir biçimde hitap etmeyi önemsiyoruz. Daha küçük siyaset sahnesindeyse kapımızın önünü süpürüyoruz, belki “ev ödevlerimizi” yapıyoruz. Ancak bu ikisi arasında bağlantı kurmuyoruz. Sanırım Gezi’den çıkartabileceğimiz derslerden bir tanesi, mevcut ve bize dayatılmış siyasal saflaşmaları dağıtmanın yolunun işte o küçük diyebileceğimiz, bazen büyüyebilen dayanışmacı pratikler, eşitlikçi, özgürlükçü pratikler olduğu. Onları merkezi siyasal sahneye taşıyabildiğimiz oranda, siyasal sözümüzü (çoğu zaman küçümseyici bir biçimde kullanılan tabirle) “alan faaliyetinden” çıkarabildiğimizde elimizi kolumuzu bağlayan mevcut saflaşmaları dağıtıp, bir yeni hegemonik saflaşma önerebiliyoruz. Yani siyasetin kartlarının yeniden bizim durduğumuz yerden dağıtılmasını önerebilmiş oluyoruz. Ama bunu böyle üç-beş ağaç diye küçümsersek eğer, tam da önemsememiz gereken noktayı atlamış, bir kenara atmış oluruz.

Bu kuşağa dair yapılan tespitlerden biri de sol örgütlerin ağabeyliğini tanımamış ve onların yenilgilerini yaşamamış olması.

Biraz önce bu yeni kuşağın devreye soktuğu performatif siyasetten bahsettim; talepleri, ittifakları, muhatapları fazla önemsemeyen bir tarz-ı siyaset. Esas itibariyle bulunduğu alanda ve zamanda mevcut olan toplumsal ilişkilerin ötesinde bambaşka çok daha özgürlükçü ve eşitlikçi ilişkiler kurmayı önemsiyor. Bu tarz-ı siyaset tek başına kalırsa süreklilik kazanamaz, bir parantez olarak kalır. Occupy Wall Street hareketi örneğinde olduğu gibi. Hareket ortaya bir strateji çıkartamadı ve parklar bir toplanma mekanı olarak ortadan kalktıktan sonra, hareketin neredeyse tüm siyasal enerjisi, Demokrat Parti’nin seçim mekanizmasına dahil oldu. Aslında Gezi’ye baktığımızda ikinci bir kuşağın kritik varlığını da görebiliriz. 25 – 35 yaşları arasında olan, hayatının belli bir döneminde şu ya da bu biçimde solla bir rabıta kurmuş, belli bir örgütsel form içerisinde yer almış, ama hayat gailesi, solun sorunları gibi etkenler itibariyle biraz soğumuş, mesafelenmiş, ama asla sol ile teması yitirmemiş, kendisini solcu olarak tanımlamaktan imtina etmeyen bir kuşak da bu süreçte siyasete geri döndü. Performatif olanla, stratejik olanın buluşması bu iki kuşağın eseri olabilir. Sol siyasal örgütlerin içerisinde yer almış, bunlar hakkında iyi kötü eleştiriler yapmış, bunlara belki mesafe duymuş, bazen haksızca mesafe duymuş bir kuşak ile bununla hiçbir bağı olmayan dolayısıyla bunun yükünü taşımayan, bundan azade olan dolayısıyla daha atılgan olan kuşak arasında köprüler kurdu Gezi. Bu köprü kalıcılaşırsa buradan çok verimli bir etkileşim çıkacak diye düşünüyorum. Bu iki tarz-ı siyasetin bir araya gelmesi, etkileşim içerisinde olması, solun muhtemel yenilenmesi açısından çok ciddi bir imkân.

Gezi Parkı polis tarafından boşaltıldığında, direniş mahalle forumlarına kaydı. Forumları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında Gezi Parkı’nın eksikliklerinden biri forumlardı. Gezi’yi bir büyük kamusal tartışma mekânı haline getirme amaçlı girişimler – daha 31 Mayıs tarihinden önce- olduysa da, bu tam anlamıyla gerçekleştirilemedi. Gezi’nin dağıtılmasının hemen ardındansa şaşırtıcı bir süratle forumlar oluşmaya başladı. Forumlar Gezi’nin hâletiruhiyesinin yerelleşmesi, Gezi’de açığa çıkmış siyasal enerjinin yaygınlaşması açısından bize çok ciddi bir imkân sundu. Bu imkân ne kadar değerlendirilebilecek, henüz emin değilim. Forum gibi doğrudan demokrasi pratiklerinin gündeme geldiği mecralar genellikle siyasallaşmanın yüksek olduğu yoğunlaştığı dönemlerde mümkün. Hareketin göreli de olsa gerilediği, siyasetin belki yanıltıcı da olsa bir “normallik” görünümü arzetmeye başladığı koşullarda forumların kitlesellik ve militanlığını muhafaza edebilmek kolay iş değil. Dolayısıyla forumlarda biriktirilmiş çok önemli deneyimlerin varlığına rağmen sürekliliğin nasıl sağlanabileceği meselesi ortada duruyor. Ancak mevcut halleriyle dahi forumlarla birlikte Türkiye’de ilk defa kitlesel bir ölçekte doğrudan demokrasi pratiklerinin gündeme geldiğini bilhassa vurgulamak ve ısrarla hatırlatmak gerekiyor. İnsanların kendi hayatlarına dair söz ürettikleri mecralar haline geldi forumlar. Bu husus bir sonraki dönemin mücadeleleri açısından, forumlar hemen yarın dağılacak olsa bile, çok önemli ve muhakkak etkisini belki bugün hemen değilse de orta vadede ortaya koyacak bir birikim oluşturdu. Bu nedenle forumlara pragmatik ve kolaycı-aceleci bir biçimde yaklaşmamak gerekiyor. Yani mesela forumları bir siyasal partinin kuruluşuna vesile kılmaktan, araçsallaştırmaktan ya da ulusal ölçekte bir siyasal kampanyanın basit bir taşıyıcısı haline getirmekten kaçınmak gerekiyor. Forumlar, çoğulcu yapılarını koruyabildikleri sürece, yereldeki somut ihtiyaçlara yanıt aradıkları ölçüde ve yereldeki direnişleri örgütleyebildiği oranda kalıcı hale gelebilirler. Mühim olan, yerellerin ihtiyaçlarını piyasa ve devlet dışı mekanizmalar geliştirerek çözebilecek, kolektiğf bir biçimde çözmeye girişebilecek mecralar olarak forumları sürdürmek. Gezi’de yaratılan enerjiyi bir anda büyük siyaset arenasına daldırıp çarçur etmek gibi bir hevese girişmezsek, Gezi ve forumlar bizim muhalefet etme pratiklerimizde niteliksel bir sıçrama anlamına gelecek.

Forumları siyasal temsil krizinin ürünü olarak değerlendirmek mümkünken, aynı forumlarda siyasal parti tartışması da yürüyebiliyor.

Gezi’nin Türkiye’deki siyasal güç dengelerini bir gecede, birkaç ay içerisinde değiştireceği yanılsamasına kapılmamamız gerekiyor. Büyük kitle hareketinin kısa sürede siyasal bir partiye dönüşebileceği gibi yanılsamaları beslememek gerekiyor. Bu, tüm bu yaşadığımız süreçte kıymetli olan pratikleri olumsuzlayan bir yol aynı zamanda. Gezi’den sandığa yönelmek, Tayyip Erdoğan’ın bizi sıkıştırmak istediği demokrasi eşittir sandık denklemine hapsolmak anlamına geliyor. Gezi’nin radikal iması, aslında devrimizin küresel direnişlerinde izlerini görebildiğimiz, daha doğrudan, daha dolayımsız bir “başka” demokrasi arayışına dair. Dolayısıyla kolay başarılar adına (AKP’yi sandıkta geriletmek mesela) hareketin en önemli kazanımlarını dağıtacak ve onu büyük hayal kırıklıklarına sürükleyecek bir yola sokmanın yanlış olduğunu düşünüyorum.

Gezi direnişini yaratan talep “Gezi Parkı AVM olmasın” idi. Radikal anti neoliberal bir talep bu, hatta antikapitalist bir yönelimi var. Metalaşmanın yaygınlaşması ve derinleşmesine karşı bir itiraz. Bu itiraz, bu talep çok kıymetli bir başlangıç noktası. Bir de hareketin fiilen sokakta attığı bir siyasal slogan var: “Hükümet istifa!” Açıkçası bu ikisi, yani başlangıçla sokakta ifade edilen siyasal talep arasında muazzam bir boşluk var. Yani toplumsal direniş ve mücadelelerin nasıl bir yığınak ve sosyal ittifaklar aracılığıyla hükümeti sokakta geriletebilecek güç ve donanıma sahip olabileceği sorusu orta yerde duruyor. Köstebek metaforuna dönersem, köstebek başını güneşe doğru çıkartmış olsa bile, henüz aşağıdaki tüneller o kadar dar, dayanıksız ve sığ ki, oradan köstebeğin ya da çok sayıda köstebeğin çıkması öyle kolay olmayacak. Dolayısıyla bizim bir sonraki sıçramayı mümkün kılacak, bir sonraki sıçramayı daha güçlü kılacak bir kazı faaliyetine ihtiyacımız var. Bu kazı faaliyetinin amacı, direnişi toplumsal hareketlere evriltmek, direnişi toplumsal hareketler içerisinde süreğen kılabilmek. Solun yapabileceği en anlamlı şey bu direnişin siyasal ve sosyal enerjisini süreğen kılabilecek yeni mecralar icat etmek. O mecralar ekoloji hareketleri, kentsel dönüşüm karşıtı mücadeleler, güvencesizlik karşıtı mücadeleler, beyaz yakalıların örgütlenme mücadeleleri olabilir. Bu ve benzeri mücadeleler potansiyel olarak geçmişle niteliksel olarak kıyaslanamayacak büyüklükte bir kitleyle etkileşim içerisinde artık. Çok geniş bir insan topluluğu bu mücadelelere bakıyor, onlardan öğrenmek istiyor, onları kurmak, inşa etmek istiyor, onlardan etkilenmek istiyor. Sol açısından Gezi’nin somut güç ilişkilerinde hızla yaratacağı muhtemel değişimden ziyade, esas olarak bu moral güç dengesinde yaratmış olduğu değişim önemli. Çünkü komüne on dakika, on saat ya da on gün tanıklık etmiş, komünü kurmuş, inşa etmiş insanların bu sarsıcı deneyimleri, belleklerinden öyle kolay kolay silinebilecek şeyler değil. Bir kırılma noktası, hepimizin kişisel hayatında da, çok daha güçlü hissettiğimiz, kolektif eyleme kudretimize, kendi kendimizi örgütleme gücümüze, kendi kaderimize sahip çıkma enerjimize dair güvenimizi tazeleyen bir süreçle karşı karşıya kaldık. Bu moral gücün yarınki mücadelelerdeki izinin daha belirgin olması için bizim birtakım kanallar inşa etmemiz gerekiyor. Eğer mesele AKP rejimini hemen bugün geriletmek, AKP iktidarına geri adım attırmak, onu yıkmak şeklinde büyük bir siyasal hedefe kilitlenirsek büyük bir ihtimalle bir sıkışma yaşarız. Çünkü acil bir politik hedef uğruna hareketin radikal imalarını daraltmış oluruz. Oysa bizim “hükümet istifa” sloganına sosyal-sınıfsal bir muhteva vermemiz, ona Gezi’nin başlangıcındaki radikal yönelime uygun bir içerik vermemiz gerekiyor. Basitçe söyleyeyim: AKP karşıtlığına biz antikapitalist bir muhteva verebildiğimiz oranda Gezi’yi gerçek anlamda bir kırılma noktası, bir milat olarak tartışabileceğiz. Bunu yapamazsak, onu acil politik hedeflere feda edersek, geziden fazla bir şey öğrenmemiş olacağız. Geçmişte yaşadığımız bir örnekle açıklayayım: Türkiye’de Gezi ile kıyaslanabilecek bir başka kalkışma, belki “sosyal patlama”, 15-16 Haziran direnişidir. “15-16 Haziran direnişi solun bir sonraki siyasal rotasında ne gibi dönüşümlere yol açmıştır?” diye soracak olursak vereceğimiz yanıt maalesef, “Neredeyse hiç. Sanki hiç yaşanmamış gibi” şeklinde olacaktır. Yani muhtemelen 15-16 Haziran olmasaydı da sol akımların tuttuğu rotada bir farklılık olmayacaktı. Dolayısıyla Gezi gibi büyük, apansız patlamalardan öğrenmeme ihtimali de var. En ürkütücü olanı da bu. Eğer öğrenebilirsek, öğrenmeye çalışırsak sanırım bizim önümüzde belki uzun zaman sonra ilk defa, mevcut siyasal güç dengelerinde radikal bir kırılma, ezilenler lehine anlamlı bir kayma yaratma olanağı doğacak..

Geziden sonrası için Türkiye’deki devrimci sosyalist örgütlerin örgütsel formlarında bir değişiklik yapabileceğini, yapması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Bu vesileyle sol için örgütsel ve programatik bir yenilenme mümkün mü anlamında soruluyorsa, bu belki de ilk defa mümkün. Biz otuz yıldır solun çeşitli mecralarında solun yenilenmesi, örgütsel, programatik, politik anlamda yenilenmesinden bahsediyoruz. Ama bu yenilenmeyi mümkün kılacak, tazelenmeyi olanaklı kılıp bir kaldıraç işlevi görecek güçler yoktu ortada. Sadece fiziki güçler anlamında söylemiyorum bunu; moral güçler, özgüven anlamında da söylüyorum.

Bir önceki kuşakla eleştirel ve sorgulayıcı bir ilişki içerisine girecek, onların yaratıp biriktirdiklerini sorgulayabilecek, onlar üzerine bir şeyler bina edecek, özgüvenli, belli mücadeleler içerisinde pişmiş, deneyimler kazanmış yeni bir kuşak açığa çıkmamıştı. Bir takım parantezler var, KESK’in kuruluşu, 80’lerin sonunda, 90’ların ortasında öğrenci mücadelesi… Ama bu kitle hareketleri ulusal ölçekte siyasete etki edecek, onu süreklileştirecek bir mahiyet edinemedi. Son 20 – 30 yılda kitle mücadelelerinin cılız olduğu, siyasal apatinin hakim olduğu koşullarda bir yenilenme sol açısından mümkün olamazdı. Çünkü bizi pratikle yüzleşmeye iten yakıcı yeni sorular yoktu ortada. Ancak büyük mücadeleler yeni sorular ortaya çıkarabilir. İlk defa böylesi bir konjonktür içerisindeyiz. Yeni siyasallaşmış bir kuşak var, onlar belki on ya da yirmi yılda elde edilebilecek siyasal deneyim biriktirdiler bu kısa aralıkta. Özörgütlenme formları icat etmiş, forum yapmış, barikat kurmuş bir kuşak. Bu özgüvenli kuşakla buluşmak, bazı noktalarda ona güvenmek, teslim olmak gerekiyor. Zaten bizde sorun büyük kitle mücadelelerinin olmadığı koşullarda ya kapalı bir dogmatizme saplanıp kalmak ya da dogmatizmi eleştirmek adına bir “yeni” fetişizmine sarılmak. Ya geçmişi menkıbeleştiren, hafızayla eleştirisiz bir ilişki ya da yeniyi fetişleştirerek bir belleğe ihtiyaç duymamak, geçmiş dönemin siyasal soru ve sorunlarını, tartışmalarını bugüne tercüme etme ihtiyacı hissetmemek. Şimdi ilk defa bir kitle hareketi karşımıza çıktığında, bu ikisini bir araya getirme imkanı çıkıyor ortaya.

Gezi direnişiyle ilgili ciddi bir literatür de oluştu. Takip edebildiniz mi? Nasıl değerlendirirsiniz?

Bir takım hızlı ve kolaycı sosyolojik tespitler revaçta bu ara. Mesela biraz önce bahsettiğim yeni orta sınıf tezi. Yeni iletişim teknolojilerini, sosyal medya mecralarını vurgulayan “facebook-twitter devrimleri” argümanları da moda oldu. Sanırım bu yazında bu tip kolaycı tespitleri öne çıkaran yüzeysel sosyolojizm bir müddet daha devam edecek. Öte yandan Gezi hakkında hızlı bir şekilde yayınların çıkması eleştiriliyor. Çok daha büyük siyasal altüst oluşlara dair yazılan çizilen bir takım şeylere baktığımızda tam da o anda yazılan şeylerin bir başka kıymeti olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz her şey oturduktan sonra yapılan değerlendirmelerin de kıymeti var. Ancak o anda yaşanmakta olana verilen hızlı refleksin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu refleksin sahici olması kaydıyla elbette… Bu dönemde yazılanların hareket içerisinde bıraktığı izler önemli olacak; çünkü hareket aynı zamanda sürekli olarak tartışıyor. Yürürken kolektif olarak tartışabilme kabiliyeti de olan bir hareket bu. Dolayısıyla o tartışmaya sunulan katkıların önemli olduğunu düşünüyorum.

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin