iktibasFoti BenlisoyBağımsız Sol Adaylar: İnşa ve Strateji - Foti Benlisoy
yazarın tüm yazıları:

Bağımsız Sol Adaylar: İnşa ve Strateji – Foti Benlisoy

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

fotibenlisoy22 Temmuz seçimleri, sosyalist hareket açısından muhtemelen bağımsız aday girişimiyle hatırlanacak. DTP’nin seçime bağımsız adaylarla katılma yönelimi ve solda değişik kesimlerin de DTP’den bağımsız ya da değil, böylesi bir projeyi makul ve cazip görmesiyle sosyalist hareketin neredeyse tamamı şu ya da bu biçimde, şu ya da bu aday etrafında bağımsız aday kampanyası yürütmekte. Kimilerince bağımsız adaylar girişimi, solda yeni bir umudu, yeni bir imkânı temsil ediyor. Buna göre, bunca yıllık gerileme ve sessizleşme döngüsü nihayet kırılabilir ve böylece sol görünür hale gelebilir. Tam da bu bağlamda, bu girişime dönük herhangi bir eleştiride bulunanların en sık işittiği soru, “bir milletvekilimiz olsa fena mı olur?” Cevabı çok sade ve açık olması gereken bir soru gibi görünüyor ilk bakışta. Ancak belki de bu tarz bütün sorular gibi, yanıltıcı bir sadelik bu. Aslında her soru tartışmanın parametrelerini belirlemeye, tartışmayı belirli bir çerçeve içine almaya dönük bir girişimdir. Dolayısıyla aslında çok açık ve net görünen bu soruyu daha anlaşılır kılabilmek için belki de ona başka daha küçük soru cümleciklerinin refakat etmesi gerekiyor. Nasıl, neyle ve ne için gibi… Elinizdeki yazı işte bu küçük sorular etrafında tartışarak baştaki büyük soruya bir yanıt arama çabası olarak yorumlanmalı.

 

İmkân ve İnşa

Yeniyol dergisinin yakın geçmişteki hemen tüm sayılarında Türkiye sosyalist hareketinde son on, belki on beş yılda giderek yerleşik hale gelen bir zihniyet kalıbına neredeyse takıntı düzeyinde değinildi. Bu zihni kalıp, sosyalist hareketin içerisinde bulunduğu köklü kriz ve gerileme koşullarıyla uygunsuz bir biçimde “bir kolayını bulup sıçrama yapma” şeklinde özetlenebilir kabaca. Yani mevcut güçler dengesiyle hiç ilgisi olmayacak biçimde “büyük” beklentilere girme, sosyalist hareketin toplumsal tekabüliyetini pekiştirmeye ve genişletmeye dönük sürekli ve ısrarlı bir inşa faaliyeti yerine hemen ve hızla büyük siyaset platformuna atlamaya dönük fırsatçı bir düşünme ve davranma biçimi. Toplumsal karşılığını önemli ölçüde yitirmiş sosyalist hareketin elde sörf tahtası sırtına atlanacak “dalga” arayışına takılıp kalmış olduğuna dönük eleştiriler dergi sayfalarında çokça tekrarlandı. Söylenmek istenen, fazlasıyla basit bir şeydi aslında. İçerisinde bulunduğumuz namüsait ahval ve şerait altında bir “maymuncuk” aramanın manası yoktu. Sosyalist solun içinde bulunduğu krizden kurtuluşun mucizevi bir reçetesi, kolay bir çözümü maalesef yoktu. Sosyalist hareketin uzatmalı yenilgiden çıkabilmesi, ancak yeni mücadele deneyimleri içerisinde pişerek, bu mücadelelerin şekillendireceği yeni kuşaklarla hemhal olmakla mümkün olabilecekti. Ezilenlerin gündelik mücadele deneyimleriyle bağını büyük ölçüde yitirmiş, işçi sınıfı içerisinde anlamlı bir varlığı ve etkisi olmayan bir sosyalist hareketin bir “dalgaya” değil, nefes alabilmesini sağlayacak yeni kanallara ihtiyacı vardı. Bu da ancak ezilenlerin gündelik direnişleri içerisinde yer almak, buralarda açığa çıkan mütevazı ama her türden anlamlı enerjiyi daha geniş toplumsal mücadelelere sevk etmek yönünde sebatla çalışmak, amiyane tabirle iğneyle kuyu kazmakla mümkündü.

22 Temmuz’da gerçekleşecek olan genel seçim, eleştiri konusu edilen bu eğilimin bir kez daha öne çıkmasına bahane oldu. “Bağımsız sol adaylar” projesi dolayısıyla sosyalist hareketin önemli bir kesimi, Kürt ulusal hareketiyle fiili bir ittifak içerisinde seçimlere katılma yönünde bir tercihte bulundu, hatta açıkçası bu tercihe doğru sürüklendi. Bu ittifakın belirleyici bileşeninin Kürt hareketi olduğunda herhalde kimsenin bir şüphesi yok. Sol adayların seçilip seçilmemesini tayin eden en önemli faktör, DTP yönetim ve seçmenince ne ölçüde desteklenecekleri olacaktır. Bu tercihin sağına soluna daha yakından bakmadan önce seçimler hakkında bir iki kelam etmek gerekiyor aslında.

 

Solda Birlik ve İttifak

Türkiye’de sosyalist hareket, ne zaman seçim sath-ı mailine girilse hemen bir ittifak oluşturmaya, bir cephe ya da blok kurmaya soyunur. “Sol kamuoyu”nun büyük bir bölümünde ne yazık ki hâlâ sosyalist hareketin gerileyişi noktasında temel meselenin “birlik sorunu” olduğu yönünde bir kanaat hakim. Hem de son seçim deneyimlerinin neredeyse tamamı, solun temel meselesinin “birleşememe” olmadığını ayan beyan ortaya koymuşken… Esasında sorun mevcudun birleşmemesinden ziyade mevcudu çoğaltacak, birken iki, ikiyken üç yapacak aşağıdan bir toplumsal yeniden inşa süreci üzerine düşünmektir. Üstelik, alelacele gerçekleştirilen seçim ittifakların aldığı neticelerin genellikle hayal kırıcı olması karşısında şaşırmaya hakkımız var mı açıkçası bilemiyorum. Son anda gerçekleştirilme ve kotarılma biçimleriyle bu seçim ittifakları beş benzemezin “fırsat bu fırsat” bir araya geldiği fazlasıyla tesadüfi oluşumlardır, bir kullanımlık oldukları her yanlarından bellidir. Genellikle bu girişimler demokratik bir sürecin ürünü de değildirler, partilerin merkez organlarınca kotarılan diyalog ve pazarlıkların performanslarına göre oluşurlar. Dolayısıyla bu ittifakların sosyalist hareketi seçimler vesilesiyle toplum nezdinde daha görünür kılma imkânları, daha baştan bu geçici, fırsatçı ve bürokratik yapılarıyla sakatlanmıştır adeta. Halbuki seçimlere birlikte, ortak bir listeyle katılmak karar ve çabası, üç beş yöneticiye, kanaat önderine bırakılamayacak kadar önemli, ciddiye alınması gereken bir süreç olarak değerlendirilmelidir.

Seçimler öncesindeki dönemde çeşitli yapılar, örgütler toplumsal mücadeleler içerisinde biraraya gelmiş, birlikte yürümüş, deney ve bilgi alış verişinde bulunmuş değilse, toplumsal hareketler içerisinde yan yana gelmek mümkün olamamışsa seçimler için ittifaka gitmek, ittifaka katılanların dahi çok da ciddiye almadıkları, “adet yerini bulsun” diye gündeme getirilen bir tercih olarak kalacaktır. Önemli olan, seçimler öncesinde böylesi bir deneyin içerisinden geçmek, seçim ittifakını böylesi bir karşılıklı öğrenme sürecini bir adım öteye taşıyan bir süreç olarak örmektir. Üstelik mücadele içerisindeki biraraya geliş temelinde gündeme gelecek seçim ittifakının daha demokratik bir karakteri olabilecek, seçim beyannamesinin oluşturulmasından adayların belirlenmesine süreç demokratik organlar çerçevesinde tartışarak oluşabilecektir. Maalesef bir kez daha böylesi bir harmanlanma sürecinin çok uzağındayız. Hal böyle olunca seçim sürecinin belirleyici ekseni, sosyalist hareketin toplumsal ve örgütsel yeniden inşası, yani seçim faaliyetinin böylesi bir inşa faaliyeti açısından nasıl değerlendirilebileceği değil, meclise nasıl olursa olsun girebilme noktasındaki performans olmuştur.

 

Siyasetin Merkezi Parlamento ve Üçüncü Cephe

Meclise girmek demişken, sosyalist hareketin temsili kurumlarla ilişkisinin nasıl olması gerektiğine, sosyalistlerin parlamentoya girmelerinin hangi koşullarda anlamlı olacağına ilişkin muhtemelen bazılarınca “eskimiş” olarak görülebilecek tartışmalara yaşadığımız son süreçte hemen hiç kimsenin değinmemiş olmasına da şaşırmamak gerekiyor aslında. Öyle ya sosyalistler arasında “strateji” meseleleri artık gazeteler aracılığıyla takip edilen bir gündeme sıkışmış olarak tartışılabiliyor ancak. Radikal İki’nin solun neredeyse en etkili tartışma platformu halini almış olması durumun vahametini gösteren bir örnek aslında. Bu anlamda da parlamentoda yer almanın sosyalistler açısından toplumsal mücadelelerle bağ kurma ve yeni direnişleri kışkırtmak, yani bütünlüklü bir inşa faaliyeti açısından ne anlam taşıyabileceğine ilişkin analizlerin ortada dolaştığını söylemek pek de mümkün değil. Parlamentoda yer almak, ancak mecliste “bizim de sesimiz duyulsun” şeklinde özetlenebilecek bir özlemle anlaşılır ve açıklanır oluyor. Nasıl bir mecliste, hangi mücadelelerin sözcülüğüne soyunarak ve ne için yer alınacağı gibi sorular ya sorulmuyor ya da genel geçer sözlerle geçiştiriliyor. Bu tutum meclise kendinde bir değer atfetmek ve aslında tam da siyasal eylemin merkezini ve anlamını devletin temsili kurumlarında görmek anlamında problemli. Yani koşullar ne olursa olsun mecliste bulunmak kendi başına bir değer olarak karşımıza çıkarılıyor.

Bunun böyle olup olmadığını değerlendirebilmek açısından illa ki “klasiklere” dönüp sosyalist hareketin tarihi içerisinde parlamentoya ve kapitalist devletin kurumlarına katılmaya dair yapılan tartışmalara ve deneyimlere dönmeye gerek yok belki. Her ne kadar, dogmatik olmamak için belleksiz ve köksüz olmayı seçen Türkiye sosyalist hareketi açısından geçmiş deneyimlere dair tartışma ihtiyacının önemi açık olsa da. Çünkü sanılanın aksine, dogmatik, katı, “kereste” gibi bir dilin yegane alternatifi, her şeyin her şeyle telif edilebildiği, kemiksiz, plastik bir dil olamaz.   Dogmatik ve “kötü” anlamda Ortodoks olmanın alternatifi hafızasızlık hiç değildir.

Bağımsız adaylıklar lehine kelam edenlerin çoğu, TİP’li milletvekillerinin 1960’ların ortasındaki performansına bir biçimde atıfta bulunmadan edemediler. [1] Bu dönemle yapılan kıyaslamalar, mecliste var olmayı sosyalist hareketin ve toplumsal mücadelelerin gelişimi açısından kritik önemde bir faktör olarak vurgulamaya dönüktü elbette. O devre ait pek bir şey bilmeyen birinin, bütün bu anlatılanlardan, bir tesadüf sonucu bir şekilde bazı solcuların meclise girdiği ve bunun sonucunda da kitle mücadelelerinin geliştiği ve yaygınlaştığı izlenimini edinmesi pekâlâ mümkün. Kitle mücadeleleriyle temsili kurumlar arasındaki ilişki burada neredeyse tersine çevrilmiştir. Sanki solun mecliste yer bulmasını sağlayan aşağıdaki mücadelelerin belli bir gelişkinliğe ve yetkinliğe ulaşmış olması değildir. Tam tersine, kitle mücadelelerinin ve toplumsal hareketlerin pekişmesine solun bir biçimde meclise kapağı atmış olmasının yol açtığı izlenimine kapılmamak işten bile değil.

Aslında 1960’ların ilk yarısıyla bugün arasında toplumsal mücadelelerin gelişkinliği açısından yapılacak her kıyaslamada günümüz sınıfta kalacaktır. İşçi hareketinin, toplumsal hareketlerin ve solun 1990’ların ortasından itibaren nasıl bir geri çekiliş içerisinde olduğunu tekrar etmeye gerek yok. Elbette belli mücadeleler, direnişler söz konusudur ve bunların hiçbirini küçümsememek gerekir. Ancak bütün bir dönemi karakterize edecek ve yeni kuşakların sosyalist hareketle buluşmasını sağlayacak olgunlukta mücadelelerden bahsedilemeyeceği de ortada. Bu bağlamda, sosyalist hareketin mecliste temsiline ilişkin 1960’lı yıllarla yapılacak her kıyaslama biraz fantastik bir fikir egzersizinden başka bir mana taşımayacaktır.

TİP deneyiminin ortaya konuş biçimi, temsili kurumlarda yer almaya atfedilen “kurucu” rol açısından karakteristiktir. Parlamento kitle mücadelelerinin bir kürsüsü olmaktan ziyade bu mücadelelerin bizzat ve bilfiil yaratıcısı olarak karşımıza çıkar artık. Bu bakımdan sosyalist hareketin mecliste var olmaması, yani “siyasetin kurulduğu alanda” yer bulamaması temel mesele haline getirilmiş olur. Böylece solun inşası önemli ölçüde parlamenter faaliyete katılma meselesi haline getirilmiş olur.

Bu nedenle olacak bağımsız adaylıklar yoluyla solun meclise girmesi meselesi mevcut saflaşma karşısında bir “üçüncü cephe” inşa etmenin önemli, daha doğrusu kurucu adımı olarak değerlendiriliyor. Buna göre, sosyalistler meclise girerek “meclisin ezberini bozacak” ve AKP’nin temsil ettiği popülist muhafazakârlık ile CHP’nin temsil ettiği cumhuriyetçi muhafazakârlık karşısında bir üçüncü seçeneği ortaya koyacaklardır. Yani bu şekilde sosyalist hareket, büyük güçler platformuna sıçrayarak mevcut saflaşmayı berhava etme imkânına kavuşmuş olacaktır. Bir “üçüncü seçenek” oluşturma beklentisinin problemli yanı, yukarıda ifade edildiği gibi, güçler dengesinde sanki ani bir değişim yaşanabilirmiş izlenimi ve beklentisini yeniden üretmesi. Sosyalist hareketin, müesses nizamın şu ya da bu fraksiyonunun peşinden sürüklenmeden örgütsel, ideolojik ve politik bağımsızlığını koruması elbette önemli ve vazgeçilmezdir. Buna dair veciz ve çoğu zaman es geçilen bir ifadeye ÖDP programının hemen giriş kısmında rastlıyoruz: “ÖDP, işçi ve emekçileri sermayeden, sermayenin politik parti ve akımlarından ve devletten ideolojik, politik ve örgütsel olarak bağımsızlaştırmayı başlıca işlevlerinden biri olarak görür.” [2] Bu anlamda sosyalist hareket, daima mevcut saflaşmaların ötesinde bir kopuş mantığına işaret ederek bir üçüncü seçeneğe, başka bir ihtimale çağırır. Oysa burada kastedilen, sosyalist hareketin neredeyse büyülü bir biçimde mevcut güçler dizilişini etkisiz hale getiren bir üçüncü seçenek yaratmasıdır. Meclise girmek, üçüncü bir seçeneğin inşasının neredeyse “kurucu momenti” olarak tanımlanmaktadır. Oysa üçüncü bir seçenek oluşturmak, karşı hegemonik bir iddiayı öne sürmek, mevcut saflaşma karşısında toplumu bir başka biçimde, başka meseleler etrafında yeniden bölmekle mümkün olabilecek bir şey. Yani söz konusu olan, verili kutuplaşma karşısında, toplumu saflaştıran meseleler hakkında temsili kurumlarda bizim de sözümüz yer bulsundan ziyade, aslında hiç konuşulmayan, görünmeyen meseleler etrafında bir yeniden bölme girişimine soyunmaktır. Bunu yapabilmek için toplumsal meseleyi eksen alan, küresel kapitalist saldırı karşısında aşağıdakilerin somut taleplerini müesses olandan kopuş perspektifiyle buluşturan bir inşa faaliyetinde ısrarcı olmak gerekiyor. Bu anlamda sorun, sesimizin mecliste ya da meclis tv’de çıkıp çıkmamasından öte, sesimizin ve sözümüzün ne olması gerektiğiyle, nerede ve nasıl karşılık bulması gerektiğiyle alakalıdır. [3]

En iyisi biz, sosyalistler ve temsili kurumlar arasındaki şu yüzyılı aşan netameli ilişkiye geri dönelim. Aslında Brezilya’dan İtalya’ya bir dizi örnek, solun kitle hareketiyle temsili kurumlar, amiyane tabirle aşağısıyla yukarısı arasında sağlıklı bir ilişki kurulamadığı takdirde, temsili kurumlarda varlığın aşağıdaki mücadeleleri çoğaltmak ya da pekiştirmek bir yana onları engellediği, gelişimlerine ket vurduğu, hatta gerilettiğini ortaya koyuyor. Yani aslında biz sadece bize benzemiyoruz, sadece kendi deneyimimizi mutlaklaştırarak bunun hariçteki deneyimlerle ilişkisini kurmayı beceremiyoruz. Elbette ölçek farklı. Yani Brezilya gibi koca bir ülkede başkan seçtiren Emekçiler Partisi (PT) ile İtalya’da Prodi önderliğindeki merkez sol koalisyonuna katılan Rifondazione örnekleriyle bizim mütevazı bağımsız adaylık serüvenimiz arasında bağlantı kurmak ilk bakışta belki abartılı görülebilir. Ancak biraz daha yakından bakıldığında, meselenin tam da aşağısı ve yukarısı arasında, mücadeleyle kürsü arasındaki bağın nasıl kurulacağı noktasında düğümlendiği görülebilir. Bu ikisi arasında bir bakışımlılık, bir orantı yoksa, parlamentodaki ya da hatta hükümetteki ağırlık toplumsal ağırlığınızın üzerindeyse, o halde yukarısının ihtiyaç ve gereklilikleri aşağısını kontrol etmeye, yutmaya başlıyor.

Aslında son dönemde seçimler sonrasında ortaya çıkabilecek tabloya dair dillendirilen bazı senaryolar, yukarıdaki “enternasyonal” örnekleri daha da anlamlı kılıyor. Daha şimdiden seçim sonrasında resmi ya da hiç değilse fiili bir AKP-DTP (bağımsızlar) koalisyonundan bahsediliyor olması önemlidir. DTP elbette kendi açısından bu ihtimali değerlendirecektir. Ancak DTP ile yapılan adı konmamış, fiili bir ittifak neticesinde ağırlıkla Kürt oylarıyla seçilmiş “bağımsız sol adayların” böylesi bir ihtimal karşısında ne gibi bir tutum alacağı merak konusudur. Cumhurbaşkanlığı seçimi, güvenoylaması gibi kritik meselelerde DTP ile birlikte davranma basıncını hissetmeyecekler midir? Hele hele DTP milletvekillerinin grup kurmak için bu isimlere ihtiyaç duyması halinde… Bağımsızlar olası bir CHP-MHP koalisyonu karşısında AKP’yi dışardan da olsa desteklemek zorunluluğunu hissetmeyecekler mi? Peki böylesi bir durumda, AKP ile mecliste hiç değilse “kritik” meselelerde ortak davranan bağımsızlar, “üçüncü cephenin” inşasında nasıl bir rol oynayabilirler? Reel bir birikime dayanmaksızın temsil mekanizmalarında yer almak, işte böylesi soruları dayatır ve doğal olarak bu sorulara verilecek yanıtın üçüncü bir cephe inşasıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

 

Tarz-ı Siyasete Dair: Parti ve “Hareket”

Bağımsız adaylık tartışmalarının siyaset etme biçimleriyle ilişkili çok ciddi boyutları olduğunu da tespit etmek ve belki de Arundhati Roy’un “siyasetin STK’laşması” olarak adlandırdığı süreçle birlikte düşünmek gerekiyor. [4] Yani siyasal ve toplumsal dönüşüme dair bütünsel tasarımların yerini tekil meselelere dair “projelere” bırakması, dönüştürme eyleminin reklamcılık ve imaj pazarlaması gibi alanlardan devşirilmiş alet edevatla yürütülen “kampanyalara” dönüşmesi, siyasal aktivizmin artık siyasi profesyonellik değil de piyasa temelli, 9-5 arası bir profesyonellik anlayışıyla edilgen kılınması süreciyle. Bağımsız sol aday kampanyalarının da bu süreçlerle bağlantılı ve böylesi bir anlayıştan esinlenen “projeler” olarak yürütüldüğünü söylemek mümkün. Bu özellikler ve projeci yaklaşımın “elitizmini” belki de en iyi özetleyen bizzat İstanbul 2. Bölge adayı Baskın Oran’ın kendisi. Şöyle diyor Oran Milliyet gazetesindeki bir mülâkatında: “Hayır, ben kimseyi örgütleyemem. O işleri de hiç sevmem. Hep tek tabancayımdır. Bir derneğe bile üye olmam. (…) Ayrıca ben yapamam. Bırakın kapı kapı dolaşmayı ben kimseye ‘bana oy verin’ dahi diyemem. Oy vereceğini bilsem bile diyemem. Çok hicap duyarım, yapamam.” [5]

Diğer yandan, bağımsız seçim kampanyaları çoğu kez partili siyasetin bir alternatifi, “tıkanmış” parti siyasetinin bir alternatifi olarak öne çıkarılıyor. [6] Öyle ki, bu sürecin sosyalist siyasal yapıları dağıtmasının da “hayırlı” olabileceği alenen ifade edilebiliyor. Mesela şöyle diyor Ahmet İnsel: “Bağımsız sol aday girişiminin başarı şansının yüksek olması için, belli seçim çevrelerinde sol parti ve girişimlerin bu bağımsız aday etrafında birleşmeleri ve bu seçim çevrelerinde seçimlere girmemeleri gerekiyor. Bunun gerçekleşmemesi durumunda, özellikle büyük kentlerde özgürlükçü, demokrat sol seçmenlerin beklentileri dikkate alındığında, bağımsız aday girişimi gene de hayata geçirilebilir. Böyle bir girişim, parlamentoda solun sesinin yer alması olasılığını zayıflatsa da, ‘sen, ben ve bizim oğlanla’ particilik oynamaktan, kasabanın siyaset eşrafı mertebesiyle ortalıkta dolaşmaktan veya fikir (daha doğrusu klik) kulübü olmaktan duyulan tatmini, siyasal mücadele yapma örtüsüyle gizleyen sol particiklerin daha da marjinalleşmesine yol açacaktır. Bu da, sonuçta, hayırlı bir şeydir. İleride yeni bir sol hareket oluşacaksa, hiç olmazsa ondan önce ortalığın süpürülmesine yarayacaktır.” [7] Temizlik imandan gelir deyip geçelim… “Partisiz” bir sosyalist hareketin çok daha açık, demokratik, çoğulcu, etkin ve çok daha az hiyerarşik ve bürokratik olacağına dair hayale kendimizi kaptırıp “dogmatik” ve “sekter” partili solculara veryansın etmek kolay. Ancak böylesi bir yaklaşım, toplumsal hareketlerle siyasal örgütler, toplumsal olanla siyasal olan arasındaki ilişki meselesine dair hayli mekanik bir şemayı karmaşık gerçekliğe dayatmak olur açıkçası. Bu noktada en iyisi, sabrınıza sığınarak Daniel Bensaid’den uzunca bir alıntıya başvurmak: “Parti, cephe, hareket veya örgüt adını verelim, siyasal mücadele ister istemez ‘taraflar’ [ partis-fr] arası bir mücadele biçimine bürünür. Ve toplumsal hareketlerin ve siyasal örgütlerin, farklı biçimlerde olmakla birlikte, siyaset ürettiği her ne kadar doğruysa da, partisiz bir siyasetin siyasetsiz bir siyasete indirgenme ihtimalleri yüksektir. Bunun sonucu da, hedefimiz olan siyasetin toplumsallaşmasının (ve meslek olmaktan çıkarılmasının) karşı kutbunda bulunan mesleki siyasete yönelik toplumsalın bitmek bilmez bir lobi faaliyetidir. […] Kitle örgütleri yahut NGO’lar iktidarın profesyonelleşme tehlikelerine, bürokratikleşmeye hatta yozlaşmaya partilerden daha az açık değildir. […] Toplumsal hareketlerin partilere tabi kılınması, toplumsal olanı durağanlaştırır. Tersinden bakıldığında, toplumsal olanın hizmetindeki siyaset de hemen lobileşmeye, korporatifleşmeye, genel bir iradeden yoksun tikel çıkarlar toplamına doğru yol alır.” [8]

Siyasal partilerin önemine dair Bensaid’in sözleri aman bir karışıklığa yol açmasın. Yani sanki bağımsız adaylık süreci partilere rağmen “aşağıdan”, toplumsal hareketlerin sürüklediği bir süreç sanılmasın. “Modern prens”in tahtına talip toplumsal hareketlerle karşı karşıya değiliz. Sahip olduğumuz yegane şey, “bireyler” ve onları biraraya getiren internet grupları. Bağımsız adaylar için yürütülen kampanyaların önemli bir boyutu, sosyalist hareketin örgütlü kesimlerinden çok yaşadığımız dağılma ve gerileme sürecinin bir sonucu olarak örgütlü gündelik siyaset etme pratiklerinden kısmen ya da tamamen uzaklaşmış kesimleri harekete geçirmesi. Hatta bu süreci baştan beri destekleyenlerin en önemli argümanı, tam da şu ya da bu nedenle örgütlü siyasete mesafe almış bu kesimleri sürece dahil etme avantajına sahip olmasıydı. Bu yaklaşıma göre, böylesi bir durum, çok sayıda “atıl” insanı harekete geçiriyor olması sebebiyle olumlu olarak değerlendirilmesi gereken bir şeydi. Bu belki de soldaki örgütlü yapıların yetersizliğini ortaya koyan hatta bu derde bir biçimde deva olan bir sürecin başlangıcı olarak da görülebilirdi. Mesela Tanıl Bora, “o kadar çok ‘âtıl’ insanın bu proje etrafında seferber olması, hevese gelmesi, tam da mevcut parti yapılarının bir açığını, zaafını göstermiyor mu?” diyor ve şu önemli soruyu yöneltiyor: “Zaten zamanımızın politik krizini aşmak için, kurumsal-partili politika ile kampanya temelli, nokta hedefli spontane, ağ tipi örgütlenmeler arasında dinamik bir bağ kurmanın yolunu aramak zorunda değil miyiz?” [9]

Eğer Türkiye’de çeşitli toplumsal hareketler, belirli bir talep eksenli ağ tipi yapılanmalar kurumsal-partili hayatın ötesine taşan bir dinamizm ortaya koyuyor olsaydı bu elbette, hadi tıbbi terminolojiye başvuralım, bir “sağlık” işareti olurdu. Yani toplumsal mücadeleler öyle bir kesafet derecesine ulaşmış olsun ki mevcut siyasi yapılar buna karşılık veremez hale gelsin ve dolayısıyla sürecin dışına atılsın. Herhalde kimse böyle “hayırlı” bir durumla karşı karşıya olduğumuzu iddia etmeyecektir. Tam tersine, toplumsal hareketlerin gerilediği, hiç değilse uzatmalı bir fetret devrini yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Yani sanki toplumsal hareketler ciddi mücadele deneylerinden hareketle mevcut siyasal yapıları aşan bir dinamizm sergiliyormuş da örgütler-partiler buna yanıt veremiyormuş ya da bu hareketliliği cendereye alıyormuş gibi bir havaya kapılmanın alemi yok. Aslında tam da bu gerilemenin bir ifadesi olarak çok sayıda militanın, aktivistin, “kadro”nun örgütlü gündelik siyasal faaliyetin dışına çıktığı bir dönemdeyiz. Bağımsız adaylık sürecinin sosyalistler arasında en etkin kesimi, işte bu örgütlü yapılara “küskün” olanlar. Bu geniş kesimin, yani “parti dışının” toplumsal hareketlere ya da belli mücadelelere yaslanmıyor oluşu, sürecin mevcut örgütlü yapılar aleyhine gelişmesinin baş müsebbibidir. [10]

Hareketle, belli bir talebe odaklanan kampanya ya da ağ tipi yapılanmalarla kurumsal-partili siyaset arasındaki ilişki meselesine geri dönelim. Bu soruya doyurucu bir yanıt verebilme işinin bu satırların yazarının haddini aştığı açık. Ancak şunu belirtmeden de geçmemek gerekiyor. Bu meselenin tartışıldığı Arjantin’den İtalya’ya hiçbir örnekte sorun, ortaya bu biçimiyle konulmuyor. Yani aslında rollerin tersine döndüğü bir durumla karşı karşıyayız. Genelde “hareket” kurumsal siyasetin kendi özerkliğine halel getiren parlamenter zorlamalarına karşı çıkar. Hatta kampanya ya da “ağ” siyaseti, parlamenter temsili bir bütün olarak hareketi bağımlı kılan ve atalete sevk eden bir “yük” olarak görür. Rollerdeki bu tersine dağılım elbette yukarıda bahsi geçen meseleyle, yani aslında bizde “parti dışının” ciddi bir toplumsal mücadele birikimini temsil ediyor olmayışıyla alakalıdır. [11]

Velhasıl bu zihniyet çerçevesinde parti, yani “aygıt” antidemokratiklikle, dogmatizmle, bürokratizmle malul olarak tanımlanır. Bunun karşısında yer alan “hareket” ya da “kampanya” ise kendiliğindenlik, “açıklık” ve demokrasi ile. Oysa bizzat bağımsız adaylık süreci bu şematik kutuplaştırmayı geçersiz kılıyor. Her şeyden önce ÖDP’de partinin kendisi seçimlere girerken genel başkanın bağımsız aday olması süreci, parti içi demokrasi ve organ hayatı açısından önemli açmazlar yarattı. Parti yönetimine hakim olan anlayış, hadisenin son kertede bir strateji meselesi olduğunun ve bu nedenle de enine boyuna tartışılmayı hakettiğinin ayırtına varamamış olacak ki açık bir tartışma yerine şapkadan tavşan çıkarma yöntemini benimsedi. PM toplantılarında neredeyse hiç tartışılmamış bir olasılık son anda, üstelik “benim istediğim olmazsa ben olmam” şeklindeki bir üslupla ortaya konularak parti içi demokrasi, çoğulculuk ve organ hayatının büyük yara almasına, partinin bir lider partisi hüviyetine bürünmesine neden olundu. Yaşanan bu süreç aslında genel başkanın kim olacağına kilitlenip neredeyse siyasetin hiç tartışılmadığı son kongrenin de bir uzantısıdır ve parti kamuoyunda da böyle anlaşılmıştır.

Bu durum kimilerince ÖDP’nin örgütsel hayatına dair aile içi bir mesele olarak görülebilir. Ancak meselenin ÖDP’nin ufak dünyasını aşan boyutları da var elbette. Bağımsız adaylık süreci aslında tam da demokratik karar alma mekanizmalarına, hesap verilebilirliğin olduğu organlara dayanmayan bir süreç olduğu için antidemokratik bir karaktere sahiptir. Sürecin “kendiliğinden” görünümü belki bu söyleneni geçersiz kılıyor gibi görünebilir. Ancak tam da bu tarz bir kendiliğindenlik, yani yetki ve sorumluluğun demokratik bir iç işleyişle dağıtıldığı organların yokluğu, kişi hakimiyetine ve bürokratizme yol açmaya gebedir.”Kendiliğinden” olan, var olan kendiliği yeniden üretme potansiyeli nedeniyle, mevcut hayatın bütün hiyerarşilerini yeniden üretmeye gebedir. Bilenlerin bilmeyenler, maddi imkânları olanların olmayanlar, zaman ayırabilenlerin ayıramayanlar, erkeklerin kadınlar üzerindeki gücü, “kendiliğinden” süreçlerde iyice görünmez ama etkin ve baskın olur çünkü. Burada gerekli olan, aslında tam da bu “kendiliğinden” hiyerarşileri bertaraf etmeye dönük örgütsel mekanizmaları hayata geçirmektir. Organlar bu hiyerarşileri ortadan kaldıramasa da onları hesap verme mekanizmalarıyla görünür kılar ve örneğin kota gibi araçlarla zayıflatmaya çalışır. Oysa bağımsız adaylık süreci bu hiyerarşilerin büyük bölümünü “kendiliğinden” bir biçimde yeniden üretmiştir, üretmektedir. Süreç bir “proje” olarak, sola dair bir mühendislik girişimi olarak örülmüştür. Adayların seçiminden hangi bölgelerde aday olacaklarına, sürecin esas failleri aslında oldukça sınırlıdır ve özellikle Ufuk Uras örneğinde olduğu gibi süreç, halihazırda mevcut demokratik organlar aleyhine gelişmiştir. [12]

 

“Milliyetçi Yükseliş” ve Seçimler

Süreç şöyle ya da böyle yürütülebilirdi üzerine çokça tartışılabilir elbette; ancak fiili gerçeklik, bağımsız adaylık sürecinin ÖDP’nin örgütlü varlığı aleyhine gelişmiş olduğudur. Bu süreçte ÖDP ciddi yara almıştır. 2002 seçimlerindeki kayıplarını kısmen de olsa telafi etme imkânına belki de sahip olabileceği koşullarda ÖDP, en büyük oy kaynağı İstanbul’un tamamında seçimlerden çekilmiş, genelde de seçim çalışmaları büyük ölçüde tavsamıştır. [13] Bu durum, sanılanın tersine, solun programatik olarak bütünlüklü bir politik alternatif olarak siyasal alanda görünür olma kudretini ciddi ölçüde zaafa uğratmıştır. Bağımsız adaylar medyada elbette çok yer alıyor olabilirler; ancak örgütlü bir siyasi yapının bütün ülkede gerçekleştireceği gündelik bir siyasal faaliyetin bu medyatik etkinin çok ötesinde sonuçlar yaratabileceğini unutmamak gerekir. Dahası, bağımsız adaylık sürecinin Kürt hareketinin belirleyiciliğinde oluşup gelişmesi, sosyalist hareketin görünürlülüğünü azaltan bir başka faktör olarak da görülmelidir. Yani bu durum sosyalist hareketin ayrı, bağımsız bir politik aktör olarak toplum nezdinde fark edilirliğini zayıflatan bir durumdur. Üstelik şunu da açıkça vurgulamak gerekiyor: Netice itibariyle İstanbul 1. ve 2. bölgelerdeki bağımsız sol adaylar meclise girdiği takdirde dahi sosyalist hareket daha seçim süreci başlamadan mağlup olmuştur. Zira süreç bütün zaaf ve kusurlarına rağmen, hem de kendini inşa etme doğrultusunda belki küçük ama anlamlı adımlar attığı bir dönemin hemen ardından,  memleketteki en geniş sosyalist yapının atalete sürüklenmesine, onun programatik ve siyasal özgünlüğünün silikleşmesine yol açmıştır. Oysa yukarıda da bir vesileyle ifade edildiği üzere, “üçüncü bir seçenek” inşa etmek ancak bu programatik ve siyasal özgünlüğün pekiştirilmesiyle mümkündür. “Herkesi” bir biçimde kapsayacak genel ve muğlak talepleri, şahsın ister istemez öne çıktığı bir kampanyayla birleştiren bağımsız adaylık süreci, sosyalist hareketin siyasal özgünlüğünü paranteze alarak silikleştirmekte, görünmez kılmaktadır aslında.

22 Temmuz seçimleri programatik duruşların öne çıktığı, pozisyon almanın belirleyici olduğu bir mecrada cereyan ediyor. Mevcut bağımsız aday profili ise siyasallaşmanın bu yoğunluğunu taşıyamaz. Elbette gelişkin sosyal hareketler mevcut olsa ve bunların temsilcilerinin ya da sözcülerinin öne çıktığı bir bağımsız adaylık süreci gelişse bu durum farklı olabilirdi. Ancak mevcut halde, yani adayların “doğaları gereği” toplumu bir başka biçimde bölmeye soyunacak cesamette bir toplumsal karşılıklarının bulunmayışı durumunda, bağımsız adaylık ister istemez “kamuoyunca” tanınan “şöhretlere” dayanmak zorundadır. “Aydınların” öne çıktığı bir kampanya süreci söz konusu olmaktadır. [14] Bu durumda bağımsız adaylarla girilen bir seçim, sosyalist solu bir seçenek olarak belirmesinden onu daha uzaklaştırmakta, kimliğini silikleştirmektedir. Tam da böylesi bir dönemde seçimler bir örgütsel ve toplumsal inşa perspektifiyle ele alınmalı ve başta ÖDP olmak üzere sosyalist solun siyasetteki özgün pozisyonun öne çıkması sağlanmalıydı. Seçmenin önüne AKP’nin alternatifi olarak bir CHP-MHP koalisyonunun sürüldüğü bir süreçte kendine güvenen bir seçim faaliyeti süreci, önemli örgütsel ve siyasal kazanımlara yol açabilme potansiyeline sahipti. Böylesi bir ihtimal dahilinde elde edilebilecek örgütsel ve politik kazanımlar kimilerince küçük görülebilir. Ancak tam da üstümüze çok gelineceğinin açık olduğu yakın gelecek düşünüldüğünde, ÖDP’nin örneğin 1999 seçimlerindekine yakın bir oy alması, örgütlülüğünü pekiştirmesi ve kısmen de genişletmesi, bağımsız bir iki adayın meclise girmesinden, hiç değilse orta vadede, çok daha anlamlı sonuçlar yaratacaktı. Yaklaşan zor günler karşısında böylesi bir ihtimal, şüphesiz bizi çok daha donanımlı kılacaktı. Dahası, mevcut seçimin yaşanan siyasal krizi çözme potansiyelinin oldukça düşük olduğu göz önünde bulundurulursa, parlamentoda edinilecek bir veya iki sandalyenin de önemi çok olmayacaktır.

Bağımsız sol adaylık meselesi esas olarak “milliyetçi yükseliş” karşısında neredeyse bir savunma refleksi olarak gündeme geldi. Zaten girişimin etkisi altına alacağı potansiyel taban olarak da tam da bu milliyetçi yükseliş karşısında tedirgin olan ya da CHP’nin milliyetçi yöneliminden rahatsız olan “sol seçmen” belirlendi. [15] Hrant Dink’in cenazesi de birçok yorumcu tarafından böylesi bir potansiyelin ne kadar büyük olduğunun bir nişanesi olarak selamlandı. CHP’den rahatsız olan “sol seçmen”in neye tekabül ettiği, bu partinin hiç değilse son on ya da on beş yıllık serüveninde emekçi kitlelerle bağının nasıl yittiği, temsil etmeye soyunduğu mektepli orta sınıflar nezdindeki milliyetçileşmeyle beraber düşünüldüğünde açıkçası bir muammadır. Bizim sözümüzü bekleyen, hamle ettiğimizde (örneğin bağımsız adaylar girişimiyle) buluşabileceğimiz geniş bir kitle olduğu inancının iyimser bir beklenti olmaktan öte bir anlamı yok açıkçası. Gündelik mücadelelerin seyri içerisinde yanımızda bulunmayanlarla, en somut ve yakıcı talepler etrafında gelişen toplumsal mücadelelerde yan yana gelemediklerimizle seçim sürecinde, yani bütünlüklü siyasal tercihlerin gündeme geldiği eşiklerde biraraya gelebileceğimiz düşüncesi ham hayalden öteye geçmez. Zaten biz yetişemeden Cumhuriyet mitingleri de bu tedirgin ve rahatsız “sol seçmen” kitlesinin meydanlara ferahlamaya koşması için yeterli oldu.

Hem milliyetçilik karşısında genel bir eleştirinin, özellikle de liberal haklar ve özgürlükler söylemine yaslanacak bir eleştirinin çok da açıcı olmayacağı ortada. Sosyalist sol açısından milliyetçilikle mücadele, esas olarak milliyetçiliğin yükselişinin alttakilerin neoliberal küreselleşme karşısındaki mağduriyetleri, güç yitirmeleri bağlamında değerlendirilmeli. Dolayısıyla milliyetçiliğin geriletileceği alanlar aslında tam da ezilenlerle doğrudan ve sürekli ortak mücadele deneyimlerinin kurulacağı zeminler olacaktır. “Milliyetçiliğe karşı mücadelenin sahici zemini emekçilerin onurlu bir yaşam mücadelesini yükseltmek, çiftçi sendikaları kurmak, işsiz ve güvencesizlerin örgütlenmesi çabasında bulunmak gibi deneyimlerde bulunmaktadır. Milliyetçilik nihai anlamda ancak sol kaybettiği toplumsal tutamakları yeniden kazanmaya yönelik hamle yaptığında geriletilebilir. Bu bağlamda milliyetçiliği geriletmenin yegane yolunun emekçi ve ezilenlerin mücadelelerinde kökleşmekten geçtiği asla unutulmamalıdır. Kitlelerin kapitalist küreselleşme karşısındaki acz ve çaresizliğini, buna karşı gelişen hırçınlık ve hoşnutsuzluğu kültürel terimlere hapseden milliyetçilik karşısında muhalefetin ayrılmaz bir boyutu kitlelerin gücünü ve özgüvenini artıracak toplumsal hareketlerin inşasıdır.” [16]

Yani milliyetçiliğin panzehiri, mevcut kurumsal demokratik nizam çerçevesinde “haklara” dayanan bir dizge olamaz. Sosyalist hareketin milliyetçilik karşıtlığı ile demokratikleşme mücadelesinden esas olarak “sivilleşmeyi” anlayan, demokratikleşme sürecini “hak ve özgürlükler” ile liberal demokratik düzenin yasal ve kurumsal çerçevesinin hakim kılınması mücadelesi olarak gören yaklaşımların ötesine geçmesi gerekmektedir. Bu elbette bu türden çeşitli kazanımlar için verilen mücadelelerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak Türkiye sosyalist solu, siyaseti ezilenlerin hayatlarını kurma mücadelesinin bir parçası olarak inşa edebildiği oranda milliyetçilik ve militarizm karşısında demokrasiyi bir kitlesel talep haline getirebilir. Yani siyasal faaliyet toplumsallaştığı ve demokrasi gündelik mücadeleler ve direniş pratikleri içerisinde yer edindiği ve bu mücadeleler içerisinde ezilenler kendi hayatlarını kurabildikleri ölçüde. Sosyalist bir demokratikleşme stratejisi, ezilenlerin “özerk” piyasa mekanizmasını denetimleri altına almalarına yardımcı olan özörgütlenmeleri ve özyönetimci mücadele pratiklerini merkeze alır ve ancak bu pratikler içerisinde demokrasi bilince dönüşür. Sosyalist sol bu bağlamda, maddi yoksunluğun giderilmesi talebini, piyasa aracılığına ihtiyaç duymadan insanlar arasında kurulacak doğrudan ilişkiler, yani özyönetim ve özörgütlenme talebiyle biraraya getirmelidir. Soldan bir demokrasi perspektifi ve milliyetçilik karşısında hamle etmek ancak bu şekilde güncellik kazanabilir; acele ve kolay zaferlerin peşine düşerek değil.

 

Solda Yeni Oluşum mu?

Bağımsız adaylık sürecinin gündeme geldiği ilk andan itibaren bu sürece olumlu yaklaşanların hemen hemen hepsi, bu süreci solun yeniden oluşumu açısından da değerlendirdi. Temel olarak, meclise girecek ortak bağımsız sol adayların solda yeni bir oluşumu imkânlarını artırabileceği ve meclisin burada bir kaldıraç işlevi göreceği değerlendirmesinde bulunulmaktadır. Meclise girebilecek belli sayıda sol vekilin burada süreç içerisinde Baykal CHP’sinden kopan vekiller ve hatta AKP’den uzaklaşabilecek kimi isimlerle solu yeniden tasarlayacak bir fırsatı doğurabilecekleri, deyim yerindeyse solu yukarıdan yeniden kurabilecekleri tasarlanıyor. Örneğin Ahmet İnsel şöyle diyor: “Böyle bir girişim etrafında oluşturulacak beraberliğin yaratacağı siyasal dinamiğin seçim sonrasında yeni bir sol oluşuma tahvil edilmesi olanağını da ihmal etmemek gerekir. İçe kapanmaya, kendi sesinin yankısıyla avunmaya, artık tarih öncesi hale gelmiş siyasal ayrışmalardan türeyen dar cemaatlere hapsolmaya dayanan ‘geleneksel sol parti’ yapılarının sol tahayyülü uyuşturan, büzüştüren ağırlığını aşarak, toplumsal hareketlerle karşılıklı etkileşim içinde olan yeni bir sol platformun doğuşuna, bağımsız sol aday girişimi ebelik yapabilir.” [17] Fuat Keyman da benzer bir görüşü dile getiriyor: “Bugün yürürlükte olan, hem siyaseti lider sultasına ve siyasi-ekonomik nema artırımına eşitleyen siyasi partiler yasası hem de antidemokratik yüzde 10 ülke barajının varlığı içinde en gerçekçi ilk adım, parlamentoya ‘adaletli, güvenli ve demokratik Türkiye dili’ni bağımsız adaylar yoluyla sokmaktır. Bu ilk adım başarıldıktan sonra, bu dili toplum içinde güçlendirecek ve bu dil temelinde Türkiye’yi yönetmek iddiasında olan siyasi oluşumların yaratılması ve yaşama geçirilmesi çabasına geçilebilir.” [18]

Bu noktada adı henüz konmamışsa da tasarlanan, içerisinde sosyal demokratlardan “özgürlükçü” sosyalistlere uzanan, asıl olarak demokrat, “sivil”, “düzensiz” kapitalizme karşı, AB sürecini destekleyen bir yeni parti girişimi olacaktır. Neticede böylesi bir girişimin, başta Almanya ve İtalya olmak üzere, solda yaşanan bir dizi gelişmeyle de paralelliği kurulabilir. Anılan ülkelerde de sosyal demokrasinin piyasa liberalizminin dümen suyuna girmesi ve sosyal liberal bir dönüşüme uğraması neticesinde bu yönelimin dışında kalan kimi kesimler, radikal solla birlikte yeni partiler oluşturdular. Dolayısıyla önümüze gelmesi muhtemel sosyal demokrat ve sosyalistleri kapsayan böylesi bir girişimin Avrupa ölçeğinde de emsalleri bulunmaktadır. Ancak bizdeki fark, karşımızda gündelik mücadele ve reformlar alanını sosyal liberalizme meylederek terk eden bir sosyal demokrasi olmaması. Bizdeki sosyal demokrasinin zaten böyle bir geleneği ya da birikimi temsil ettiğini, bu anlamda da onun sağa dümen kırmasının partiden kopmalara yol açacağını düşünmek gerçekçi olmayacaktır. Bu anlamda önümüzde böylesi bir “yeni” siyasi oluşumun dolduracağı ciddi bir “boşluk” yoktur aslında.

Bu noktada önümüzdeki dönemde önümüze gelmesi muhtemel böylesi bir tasarım karşısında ÖDP ve sosyalist hareketin tavrının ne olması gerektiği meselesinin tartışılma koşulları yaratılmalıdır. Böylesi bir ihtimalin bir kez daha önümüze damdan düşercesine getirilmesi kabul edilemez. Bugün çeşitli vesileler ve son olarak da bağımsız adaylık meselesinde yolları ayrılmış gözükenlerin bir kısmının, böylesi bir proje gündeme gediğinde aynı noktada buluşmaları mümkündür. Türkiye’de sosyalistlerin giderek daha yoğun biçimde içerisine düştükleri yalnızlaşma ve yenilgi hissiyatının kendisi, içerisinde ÖDP’lilerin bulunacağı ama “ÖDP’yi aşacak” böylesi bir projeyi destekleme doğrultusunda bir psikoloji yaratacaktır. Dolayısıyla tartışmamız gereken, birlikte nasıl bir yolda yürüyeceğimiz sorusudur. Önümüzdeki dönem böylesi bir tartışmanın politik ve ideolojik bir düzlemde ve sahici bir muhtevayla yapılabilmesinin zemini yaratılmalıdır.

 

…ve Son

Başta sorduğumuz soruya geri dönelim. Elbette mecliste milletvekillerimiz olsa hiç fena olmaz hatta oldukça iyi olur. Toplumsal alanda etkin olduğunuz, örgütlenmesinde pay sahibi olduğunuz bir alandan değişik güçlerle biraraya gelerek gerçekleşen bir temsiliyet ilişkisine kimse karşı olamaz ve anlamlı bulunan bir toplumsal muhalefet pratiğinin mecliste temsili ona güç kazandıracaksa bu konuda tereddüt edilmemelidir. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse solun hiç olmazsa son on yılda edindiği böylesi bir mevzi ve kazanım yoktur. Toplumsal muhalefetin inşası yönündeki çabalar emekleme aşamasındadır. Dolayısıyla ezilenler ve dışlananlarla organik bir ilişki olmadan, bunların temsilciliğine nasıl soyunulabilir, nasıl bir kürsü işlevi görülebilir soruları havada asılı durmaktadır. Üstelik, böylesi kurgusal bir temsiliyet ilişkisinin ne kadar demokratik olacağı da ayrı bir sorudur. Dahası, tam da bu bağlamda, sosyalist hareketin ne kadar soyut bir “ezilen” ya da “dışlanan” kategorisine dayandırıldığı da ayrı ve bu yazının sınırlarını aşan uzun bir tartışma başlığıdır elbette.

Bağımsız adaylık meselesi sadece bir “taktik” meselesi değildir; “stratejik” bir sorundur. Yani sosyalist hareketin toplumsal mücadeleler içerisinde güç biriktirerek toplumsal ve örgütsel yeniden inşasına dönük bir stratejik yönelimin mi, yoksa sosyalist hareketin mevcut toplumsal karşılığından bağımsız bir biçimde başka güçlere yaslanarak büyük siyaset platformuna kıyısından da olsa dahil olma, yani “kulvar atlamaya”, vites büyütmeye” dönük “mücadelesiz zaferler” kazanmayı hedefleyen bir yönelimin mi hakim olacağı meselesidir. [19] Hakiki zaferler peşinde koşmaktan hâlâ bıkmadıysak eğer, yürünecek yol bellidir.

 

[1] Elbette başka tarihsel referanslara başvuranlar da oldu. Mesela Express dergisiyle yaptığı mülakatta “Solda Bağımsız Ortak Aday İnisiyatifi”nden Haluk Ağabeyoğlu, bağımsız aday fikrinin Hrant Dink’in ölümünün ardından ortaya çıktığını, özellikle cenazenin bu fikrin güç kazanmasında önemli olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Dink’in ardından ortaya çıkan halk gücü, 15-16 Haziran’la karşılaştırabilecek kadar eşsizdir bence.” Bu tarihsel mukayese karşısında yegane söylenebilecek yegane şey, sosyalist hareketin toplumsal karşılığının cılızlaşması oranında hayal alemimizin genişliyor olmasıdır herhalde. Bkz. “Hayata dönüyoruz, döneceğiz”, Express 73, Haziran 2007, s. 54-5.

[2] ÖDP Program ve Tüzük 9 Nisan 2006, s. 4. Aynı ifade ÖDP’nin 22 Ocak 1996’da kabul edilen ilk proramında da yer almaktaydı.

[3] Tartışmayı şahıslar üzerinden sürdürmek elbette hayırlı değil. Ancak bağımsız aday kampanyası, doğası gereği, şahısların öne çıkmasına, seçim çalışmasında adayın profilinin belirleyici bir önem kazanmasına yol açtığından ister istemez bu etken de tartışmaya dahil edilmek zorunda. Bu bağlamda, daha yakın zamanda, “insan hakları ve demokrasiye duyulan ihtiyacın en arttığı şu günlerde iktidarda AKP’nin bulunması Türkiye için bir nimettir” diyerek AKP’ye oy verebileceğini beyan eden bir kişi eğer “ortak bağımsız sol aday” olmuşsa bu adaylığın bir “üçüncü seçenek” yaratmaya ne yönde ve nasıl katkı sunacağı da merak ve hayal gücü konusu olsa gerek.

[4] “Siyasetin STK-laştırılması, direnişi, iyi huylu, mantıklı, maaşa bağlanmış, 9 ile 5 arası mesaisi olan bir iş haline getirmekle tehdit ediyor.” Bkz. Arundhati Roy, Sokaktaki İnsanın ‘İmparatorluk’ Rehberi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005, s. 161-2.

[5] “65 bin oy boşa gitmeyecek”, Milliyet, 25 Haziran 2007. Bu bağlamda Baskın Oran, “Şimdi AB üyeliği süreciyle yine dışarıdan bir tetikleme var. Yani ikinci bir yukarıdan devrim var. Zaten demokrasi ihraç edilemez. Demokrasi ancak ithal edilebilir. Bunun için de o ülkede sağlam bir ithalatçının olması lazımdır. Bu ithalatçı, Batı eğitimi almış ‘aydın’dır. Demokrasiyi yaratma gücü olmayan ülkelerde devrim böyle yapılır” şeklindeki sözleriyle de aşağıdan ve aşağıdakilerle verilecek mücadelelere nasıl bir önem verdiğini de ortaya koymuş olmuyor mu? Bkz. “M. Kemal gelse bu Kemalistleri sopayla kovar”, Neşe Düzel’in Baskın Oran’la söyleşisi, Radikal, 4 Haziran 2007.

[6] Bağımsız adaylar girişimini destekleyen Ertuğrul Kürkçü’nün dahi bu yönelime işaret etmesi ilginç: “Biraraya getirilmesi gereken bazı güçlerin, mesela sosyalist politik partilerin ihmal edildiğine tanık oldum. (…) Politik partilerin pek hesaba katılmadığını, bir tür ‘sivil toplumcu’ mantığın egemen olduğunu görüyorum. Sonuçta, ‘sivil toplum’ dediğin yere, örneğin KESK’e, Tabipler Odası’na gittiğin zaman, orada bütün politik partilerle gönül birliği içinde olan ya da o partileri ayakta tutan güçleri göreceksin. Onlar politika dışı unsurlar değil ki.” Ertuğrul Kürkçü, “Üçüncü seçenek, üçüncü cephe”, Express 72, Mayıs 2007, s. 8.

[7] Ahmet İnsel, “Bağımsız Sol Adaylar Meclis’e”, Radikal İki, 1 Nisan 2007.

[8] Daniel Bensaid, Köstebek ve Lokomotif Tarih, Devrim ve Strateji Üzerine Denemeler, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 124-5, 185.

[9] Tanıl Bora, “Müstakil Grup’tan Sahici Bağımsızlara”, Birgün Kitap, sayı 41, 30 Haziran 2007, s. 7.

[10] Yukarıda söylenenler ışığında, Zafer Aydın’ın bağımsız sol adayların meclise girmesinin siyasi partilerin depolitizasyonu karşısında olumlu bir adım olarak değerlendirmesine katılmak mümkün değil. Bkz. Zafer Aydın, “Siyasi partilerin depolitizasyonu”, Radikal İki, 1 Temmuz 2007.

[11] Latin Amerika bağlamında bu tartışmayı ele alan bir değerlendirme için bkz. Claudio Catz, “Latin Amerika Solu İçin Stratejiler: Otonomizmin Sorunları”, Yeniyol 22, Yaz 2006, s. 93-105.

[12] Dolayısıyla, “bu durum ‘alternatif bir sol kültür’ü yaratmak için bir başlangıç noktası da olabilir bence. Kimsenin diğerine kendini dayatmadığı, farklılığın normal, dahası zenginleştirici bir özellik olarak görüldüğü, aynı zamanda bir işin ucundan beraberce tutulduğu bir girişim bu” türünden bir iddianın, yani bağımsız adaylık girişiminin sol siyasal kültürde bir yenilenmeye yol açacağı beklentisinin karşılığı maalesef çok cılızdır ve gelişmeler tam tersine, mevcut olumsuz mirasın bu süreçte daha bir pekiştiğini ortaya koymaktadır. Alıntı için bkz. Ömer Faruk, “Solun Ortak Adayları”, Radikal İki, 24 Haziran 2007.

[13] Son kongre öncesinde ÖDP hakkında önemli bir değerlendirme için bkz. Ecehan Balta, “Onuncu Yıl Biterken ÖDP”, Yeniyol 24, Kış 2007, s. 5-13.

[14] Aydınlar ve sosyalist hareket arasındaki ilişkide ele alınması gereken önemli bir mesele, aydınların toplumsal karşılığının ya da ağırlığının günümüzde, örneğin 1960’lardaki ile kıyas edilip edilemeyeceğidir. Kültürel alanın bütünüyle piyasalaştığı, sosyalist hareketin oldukça cılız olduğu, aydının siyasal ve toplumsal misyonunun sorgulanır olduğu koşullarda, aydının toplumsal karşılığı meselesini verili addetmek ve geçmişle ham mukayeselere girişmek çok yerinde olmasa gerek.

[15] “Kendini solcu olarak tanımlayan CHP seçmeninin büyük kısmının, partinin milliyetçi, şoven çizgisini onaylamaması ve başka bir arayış içine girmesi kuvvetle muhtemel. Siyasete solcu hassasiyetleriyle yön verme arzusu taşıyan insanların bu arayışta bağımsız solcu adaylarla buluşma ihtimali, barajı aşma ihtimali bulunmayan partilere yönelmesinden çok daha güçlü.” Bkz. Zafer Aydın, “Bu Defa Meclisi Boş Geçmesek”, solgazete.net, 2 Nisan 2007.

[16] Stefo Benlisoy, “Milliyetçilik, Seçimler ve ÖDP”, Yeniyol 25, Bahar 2007, s. 10-11.

[17] Ahmet İnsel, “Bağımsız Sol Adaylar Meclis’e”, Radikal İki, 1 Nisan 2007.

[18] Fuat Keyman, “Baskın Oran’ı destekleyelim”, Radikal İki, 3 Haziran 2007.

[19] “Bütün bunlar ÖDP’nin kulvar atlamasına yönelik adımlar ve göreceksiniz ki ÖDP hakikaten vites büyütecek.” Bkz. “Söyleyecek sözümüz de yüzümüz de var”, Ahmet Tulgar’ın Ufuk Uras ile söyleşisi, Birgün, 6 Haziran 2007.

 

(Sosyalist Demokrasi İçin YENİYOL. Sayı 26. Yaz 2007)

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin