Türkiye’de sık sık darbeler ve darbe teşebbüslerinin olması bir tesadüfmüdür.
Her şeyden önce asla tesadüf olmadığıdır.
İç koşullar,
Dış koşullar.
Ve bunlardan daha fazlası olan, devletin yapılanmış hali ile toplumun yapısal hali arasındaki örtüşme ya da örtüşmeme halidir.
Bu noktadan baktığımız zaman:
Osmanlı çöküş dönemi aynı zamanda, dünyanın halklar hapishanelerinden olan; Çarlık Rusya’sı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğunun çökmesiyle birlikte, geç kalmış ulus devletlerin ulusçu devletler şeklinde ortaya çıkmasını beraberinde getirmişti. (Rusya kendi 1917 Ekim Devrimini yaparak bu imparatorluğu sonlandırmış ve aynı zamanda da dünyada yeni bir dönemin açılış senfonisini bestelemiştir.)
İmparatorlukların çökmesiyle birlikte; ulus mağduriyetlerini yaşayan halkların kendi devletlerini (Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı) kurma yolları, halkların iradesinin etkin gücü kadar; bu savaştan galip çıkan devletlerinde dünyaya yeni bir nizamet getirme plan ve projeleri de çok etkin olmuştur.
Dünyanın kimi noktaları değer ve önem olarak özellikler arz ederler. Bunlar bu anlamıyla stratejik değer kapsamı içerisinde ele alınırlar. Onların bu hali uzun süreli olabileceği gibi, konjöktür halleri anlamında kısa süreli de olabilmektedir.
Anadolu-Mezapotamya toprakları medeniyetler beşiği olması vesilesiyle bir değerken; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının bir araya gelen bölgesi olması nedeni ile de, toplumların göç güzergahı halindedir de. Ve dolayısıyla Anadolu, Mezapotamya ve daha da genişletirsek Balkanlar ve Kafkasya toprakları; milletlerin geçtiği, kaynaştığı, yıktığı ortak karakterli haldedirler.
Osmanlı İmparatorluğunun çok milletli, çok dinli bir imparatorluk olması ve bunun da çökmesi; burada ulus bilincinin öne çıkmasını ve çıkarılmasını beraberinde getirmiştir.
Balkanlarda ulus devletlerin kurulma süresinde burada yaşayan Müslümanların; kurulan, kurulma sürecinde olan devletlerin ulus karakterine din karakterini de eklemelerinden dolayı; bu topraklarda aynı dini paylaşmayan insanların/toplulukların yaşama imkanlarının bir anda alabildiğine daralmasını da beraberinde getirmişti.
Keza; Osmanlının son dönemine kadar Osmanlı yönetme kademesinde pek fazla kıymet-i harbiyesi olmayan Anadolu toprakları, kayıpların ulus ve ulusçu devletlere dönüşmesiyle birlikte; buralarda yaşayan Osmanlı Müslümanları ve Osmanlı Sultanlığına daralacağı en son noktanın son hali olarak kalmıştı.
Balkan karakterli İttihat ve Terakki Partisi Osmanlı yönetimine bu koşullarda gelirken, kendi özel örgütlenmesi olan Teşkilat-ı Mahsusa örgütlenmesiyle; bir taraftan Balkan topraklarında Müslüman göçü örgütlenirken, diğer taraftan da Anadolu ve Mezapotamya topraklarında da burada yaşayan Müslüman olmayan toplumların terk ettirilmesi programıydı.
Özellikle Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlının her yenilgisinin ardından, Çarlık Rusya’sı savaş sonucu olarak hükümran olduğu topraklardaki Müslüman toplumları Osmanlıya dayatması ve Osmanlının da bunu kabul etmek zorunda kalmasıyla; Kafkasya Müslüman etniklerin Anadolu’ya iskan ettirilmesi.
Makedonya ağırlıklı ve Kafkas etnikli kadroların önderliğinde Anadolu’da devlet kurma süreci bu haldedir. Bir parantez açmakta fayda var: Osmanlıdaki Celal-i İsyanları Anadolu Türkmenlerinin Osmanlı idaresine karşı yüz yıl isyanlarıdır. Ve en son Yavuz Selim’in Osmanlının doğuya açılma/fethetme politikası içerisinde Alevi Türkmen kırımlarıyla, sonuç olarak Anadolu’da ciddi bir Türkmen nüfus azaltması yapılmıştır.
1860’lar da uç vermeye başlayan toplum mühendisliği, Osmanlının yıkılışı ve TC’nin kuruluş sürecinde dönem önderliklerinin ana yöntemi oldu.
Dolayısıyla Anadolu’nun Müslümanlaştırılması Cumhuriyetin kuruluş sürecinde ve hemen akabinde Türkleştirme projesiyle birlikte yürütülerek toplum mühendisliği Müslümanlaştırma-Hanefileştirme ve Türkleştirme kombinezonuyla bütünlüklü bir hale getirildi.
Tam da bu noktada günümüzde Ergenekon olarak adlandırılan yapıları/yapılanmaları; bu günden düne bakış ile ele aldığımızda:
Anadolu ve Trakya Rumlarının terk etmeleri ve ettirilmeleri.
Bakiye durumuna düşürülen Anadolu Ermenilerinin yok muvanecenezine getirilmesi.
Trakya Yahudilerinin göç yapması için zorluklarının çoğaltılmasının günlük politika haline getirilmesi.
TC kuruluş sürecinde her ne kadar Türklerin ve Kürtlerin irade ortaklığı devletidir dense de; Kürtlerin sürekli imhaya uğratılması ve Kürt kimliğinin inkar edilmesi.
Buradan çıkan sonuç:
Türkleştirme,
Hanefileştirme, politikalarıdır.
Kürtleri imha ve asimile etmeye devam etmek.
Din/mezhepte Aleviliği inanç yaşamı olarak baskılamak ve Diyanet İsleri Başkanlığı ile devleti dinin yürütücüsü yapmak.
Güneş-Dil Teorileri ile Türklük dili, Türk Tarih Tezleriyle de Türkçülük tarihi yaratmaya çalışmak.
Devletin tüm kurumları bunun üzerinde kurulmuş ve tüm açık-kapalı ilişkiler bunun üzerinden yürütülmüştür. TC’nin bir bütün olarak yaşamı her gün ve her daim hep bunun üzerinden üretilmiştir.
Sınıf mücadelesi ekseninde emeğin örgütlenmesi, ve iktidar mücadelesi vermesi noktasında anti-komünisttir.
Din olgusunu kendi tekeline alması noktasında, kendi din politikasına karşı söylem ve tutum alışlara karşı anti-şeriatçıdır.
Dünden bu güne bundan başka bir politikayı TC devleti uyguladı mı?
1960 askeri darbesinin esas yanlarından bir tanesi de; kuruluş (TC’nin kuruluşu) askeri yapılanmasındaki kadroların generallik rütbesinde (emeklilik generallerin isteğine bağlıdır) birikmesinden dolayı, alttan gelen kadroların albaylık noktasında kariyer tıkanmalarına uğramalarının önünün açılmasıdır. Gerek kapitalizmin gelişimi ve gerekse de TC’nin NATO örgütlenmesine katılması, askeri bürokrasi örgütlenmesine müdahale edilmesini mecburiyet haline getirmişti. TC ordusunun NATO ordu örgütlenmesine uygun yeniden yapılandırılması için eskinin kalmış olan askeri yönetim kadrolarının tasfiyesi zorunluluk halindeydi ve bu operasyonlar bundan dolayı yapılmış oldu.
Askeri bürokrasinin ülkeyi yönetme haline zarar vermeden, bu hakimiyetin NATO şemsiyesi altında modernize edilmesi sağlanmış oldu.
12 Mart 1971 Askeri darbesi, dönemin genel kurmay başkanının ifadesiyle “siyasal uyanmanın/sosyal uyanmanın yaşamın önüne düşmesi nedeniyle idareye el koyduk” tümcesiyle durumun özetlemesi yapılmaktaydı.
Sıraladıkları tehlikeler ise;
Komünizm,
Bölücülük,
Şeriat, üçlemesiydi.
Keza, 12 Eylül 1980 açık diktatörlükte ise açıklamış oldukları tehlikeler ise: Komünizm, bölücülük ve şeriatçılık skalasıydı.
(TC devleti, bir taraftan kendi örgütlenmesini tamamlarken, bir taraftan da TKP kadrolarının Karadeniz’de boğdurması ile; devletin kuruluş aşamasında bile emek karşıtı bir karakterde olduğunu net şekilde göstermişti.)
Sadece hatırlatma noktasında yaptığımız bu gündeme taşımada da görülmektedir ki: Devlet Türklüğü ve devlet dinciliği temelleri üzerinde yükselen anti-komünizm, anti-şeriatçılık ve anti-bölücülük umdeleri devletin ana karakterinin bozulmaz halidir.
Devletin iki ana ilkesi ve bunun üzerinden yükselen üç anti ilkesi Ergenekon iklimidir ve bundan kendisini vazifelendiren darbelerin de beslenme kaynağıdır. Ve bu beslenme kaynakları gün 48(!) saat bir bütün olarak Türkiye’ye egemen edilmiş haldedir.
1960 darbesiyle başlayan, askeri bürokrasinin kuruluş mücadelesinden gelen doğal egemenliği yerine kurumsal egemenlik sağlanması; 12 Mart 1971 askeri darbesiyle birlikte, askeriyenin iç hizmetler kanununa eklenen bir maddeyle hükümete ve parlamentoya el koyma bir görev haline getirilmiştir (yeter ki emir komuta zinciri içerisinde olsun). Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında aldıkları kararlar her ne kadar ‘tavsiye etme’ olarak ifade edilse de, kararlar devlet politikası olarak uygulanmıştır.
1980’lerin ortasından itibaren Kürt özgürlük mücadelesi ve bunun toplumsal taraftar buluşu ile bölücülüğe karşı tutum alma devlet şiddetini en üst noktaya taşırken; savaşın getirdiği sonuç olarak askeri yapılanmanın devlet yönetmedeki ağırlığı daha da artarak, sivil siyaset kurumlarını ‘emir eri’ durumuna düşürülmüştür. 1974 Kıbrıs işgaliyle birlikte NATO örgütlenmesi dışında oluşturulan Ege Ordu Komutanlığı zaman içerisinde netice olarak MGK Genel Sekreteri Tuncer İlhan paşanın ifadesiyle NATO dışına çıkmak açıktan ifade edilmiştir.
Devletin Kürt savaşı; başta silah kullanma yetkisini elinde tutan örgütlenmelerde Gladyo örgütlenmesi o kadar dal budak salmıştır ki, görünür olarak kendini ifade etmede sakınmalar yapmamıştır. NATO örgütlenmesi olan bu örgütlenme karakter olarak bölücülüğe karşı mücadelenin çekirdeği haline getirilmiştir.
Devletin Türkü ve devletin Müslümanlığı toplum mühendisliği çalışmasına, devletin şiddeti de en aktif biçimde sokularak; kuruluş ilkeleri ısrarla uygulanmıştır.
Güncel ismiyle söyleyecek olursak, devlet, kendisi ile birlikte tüm toplumu Ergenekon havzası yapmıştır. Dönemin kendi koşullarına göre havzadan özel örgütlenmeler ve özel görevler yaratılmıştır.
Devletin silah kullanma yetkisi olan kurumlar bu haldeyken, mali piyasalar ve devletin mali imkanları vurguna en açık hale getirilmiştir. Dönemin merkez bankası başkanı kendi kişisel ikbali açısından ilan edeceği devalüasyondan önce yüklü miktarda döviz satın alarak, ertesi güne haksız kazanç sağlamış olarak girmektedir (Kendisine böyle bir imkan(!)nı kullanan bir kişinin dost(!)larına imkan yaratmaması ne kadar mümkündür). Bu durum Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçil’e mahsus bir durum değil, devlet bürokrasisinin ortalama halidir.
16 bankanın iflas etmesiyle birlikte devlet tıkanması kendi krizini tamamlamış ve dönemin siyasi partileri toplumdan tecrit durumuna düşmüşlerdir. Parlamentoda temsil hali bulunan Refah Partisi ise, devlet tarafından nakabül görüldüğü için, siyasal partilerin iflası anlamında tecride uğramamış haldedir. Onunda en büyük sıkıntısı devletin kendisine bakış açısı ve en az bunun kadar önemi olan ABD’nin ve AB’nin vizesine sahip olmayışıdır.
80 yıldır devletin Türklüğü ve devletin Müslümanlığı düşünce ve örgütlenme toplamıyla varlığını, kendini tüketmek kararlılığı(!) ile ortaya çıkan gerçeklik görünür halini giderek yükseltmekteydi.
Türklük ve Müslümanlık (1) fikirli anti-komünistlik, bölücülük ve şeriatçılık devlet politikası iflas etmiş ve bunun devam ettirilmesinin imkanları kalmamıştır.
ABD’den referans alan Refah Partisi’nin muhalif(!) kanadı seçimden bir yıl önce AKP’yi kurmalarına rağmen, genel seçimlerde –seçim sisteminin de katkısıyla- parlamento çoğunluğuna ulaşmış ve hükümet kurma görevlendirilmesini kazanmıştır.
Sovyetler Birliğinin çökmesi, VASRŞOVA PAKTI’nın dağılmasıyla birlikte soğuk savaş örgütlenmelerinin tasfiyeye uğratılması ve NATO amaç farklılaşmasına ve buna uygun örgütlenmeler yaratmasını kendi yeni hali olarak ortaya koyarken; Ecevit’in zorlandırılarak da olsa Helsinki’ye gitmesi ve AB’ye üye olma müzakere müracaatında bulunmasıyla; Türkiye devlet yapısı tam anlamıyla dönüşmek-değişmek gerektiğini kabul etmek ön kabulünü ilan etmek zorunda kalmıştır.
Bu aynı zamanda Ergenekon ikliminin Türkiye sosyolojisine uymadığını kabul etmek anlamını da içermekteydi ki, en büyük direnç noktası da bu noktada olmaktaydı.
AKP hükümeti her ne kadar toplumsal meşruiyetini sağlamış olsa da, devlet katında ‘no’ durumunda görülmesi konumundan kurtulamamış ama AB’ye üye olma çabası ve NATO konseptine uyma hali ile; başta ABD olmak üzere AB’nin açık desteğini almış, uluslar arası mali kuruluşların kolaylaştırmalarına kavuşmuş, finans kapitalizmin global krizi de Türkiye yönetimine fırsatlar sunmuştur. Kemal Derviş’in uluslar arası mali kuruluşların desteğiyle getirmiş olduğu ekonomik nizamet hali de eklenince AKP’ye hükümet olmadan iktidar olmaya imkan açmasını beraberinde getirmiştir.
ABD ve AB projesinin yeni hali ve Türkiye sosyolojisinin dinamik hali, AKP’nin iktidarlaşmasıyla üst üste oturunca darbeler açığa çıkmaya ve darbeciler tutuklanmaya başladı.
Darbe örgütlenmeleri esas olarak Ergenekon ikliminin pratik ayaklarını tekrar güçlendirme ataklarıyken, AKP iktidarının da bu güçlendirme örgütlenmelerini tasfiye etmek, yargılamak ve devletin faili meçhul eylemlerini gün yüzüne çıkarması gerekirken; o, Ergenekon ikliminin kendisine dokunan umdelerinden olan anti-şeriatçılı baz alarak tasfiyeleri, kendisi ile uzlaşmayan Kemalist geniş alanına yayarak Kemalizmi(2) kendi paradigmaları ile uyuşur hale getirmeye çalıştı.
AKP’nin bu hali kendisinin inkarı değil, bilakis Türklük ve Müslümanlık beslemeleri ortak havuzundan kendileri de şekillendikleri için, ‘su yatağına akar’ misaline gelir olmuştur. Bu anlamıyla AKP ve cemaatler ittifakı iktidarı, sadece şeriat kısmına müdahale ederek Ergenekon ikliminin devam etmesini sağlamaya çalışmaktadır.
Türkiye sosyolojik yapısının kimliksel çokluğu, inanç farklılığının çeşitliliği ve Kürt özgürlük mücadelesinin kazanmış olduğu Türkiye toplumundaki meşruiyeti ile, Türkiye toplumunun özgürlük ve demokrasi taleplerinin yoğunluk hali:
AKP iktidarını tazelenmiş Ergenekon iklimi üzerinden ya açık diktatörlüğe götürecektir ya da Ergenekon ikliminin öğretmelerinin ve karakter vermelerinin Türkiye gerçekliği olmadığını görerek; özgürlük ve demokrasi eksenli yeni bir devlet biçiminin inşasına olanak tanıyacaktır, zemin olacaktır.
Türkiye sosyolojisinin özgürlük ve demokrasi mücadelesi; yenilenmiş Ergenekon iklimimin kendisini topluma egemen etme arasındaki mücadelenin getireceği sonuç olacaktır.
(1) Devletin Türkü ve devletin Müslümanlığı.
(2) Ergenekon iklimi AKP’nin de içinde olduğu bir havuzken, şeriat eksenindeki görüş farlılıklarındaki makas aralığının geniş olmasından kaynaklanan çatışmalar vardır.