1921 yılında doğan Murray Bookchin 70 yıl sol siyasetin içinde kalmış, birçok kitaba imzasını atmış, 1952’den itibaren tarım ve çevrenin temellerinin atılmasına katkıda bulunmuştur. “1964’de yazdığı radikal politik ekoloji manifestosu (“Ekoloji ve Devrimci Düşünce”), bu alanda herhangi bir dilde yazılan ilk [eserdir]. Bir yazar ve konuşmacı olarak, hem ABD hem de Almanya’daki nükleer karşıtı hareketin ve ilk Yeşil politik hareketin oluşumunu etkilemiştir. Her yaz dersler verdiği Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nün ortak kurucusu ve New Jersey Ramapo Koleji’nin emekli profesörüdür. Halen büyük Avrupa ve Amerika devrimlerinin tarihi [hakkındaki] Üçüncü Devrim (The Third Revolution) üçlemesinin üçüncü cildini tamamlamak için çalışmalarını sürdürüyordu”. 2006 yılında 85 yaşında ölen Bookchin halk yönetimi üzerinde de birçok makale ve kitaplar yayımlamıştı. 1950’de elektrik mühendisliği okumak üzere RCA Enstitüsüne başladı. Pek çok makinenin nihayetinde insan zahmetinin büyük bir kısmının yerini alabileceğini görerek bir sosyalist olarak, ister kapitalizm isterse sosyalizm altında olsun, insanların topluma vermek zorunda oldukları emek miktarını azaltmayı böylece insanlar yaratıcı insanlar olmak, kendi ilgilerini takip etmek, kendi yeteneklerini gerçekleştirmek için özgür olabileceklerine inanmaktaydı.
Marksizm’in ötesine geçmeye karar veren Bookchin daha sonra liberter sosyalist oldu. 1952 ‘de , gıdaların kimyasallaşması üzerine yazmakta. hiyerarşi’nin eleştirisini geliştirmeye; ve hiyerarşi ve tahakküme karşı mücadeleyi, doğal dünyanın bütünlüğü için mücadeleyle ilişkilendirmekteydi. Modern ekonominin sadece ücretli emek ile sermaye arasındaki değil, aynı zamanda da insan emeği ve doğal dünya arasındaki bir etkileşim olduğunu göstermeye çalışıyordu. Felsefi görüşleri, Hegel’e dayanan, ama Hegelin teolojik yaklaşımı olmayan bir diyalektikti ve öyle de kalmıştır. Bir teolojist değildi, hiç bir gelişmenin kaçınılmaz olduğuna inanmıyordu; ama aynı zamanda, sosyalizm gibi bazı gelişmelerin de yeterli maddi gelişmeler olmadan başarılamayacağına inanıyordu. Kendi yaklaşımını diyalektik doğacılık olarak adlandırıyordu. Ekolojik düşüncelerini kentleşme, özellikle de şehir ve kır arasındaki yerinden etme [ing. dislocation] sorunu etrafında şekillendirmekteydi. Teknolojinin mümkün olduğunca insani ölçekli olması gerektiğini söyleyerek alternatif teknoloji hakkında yazmıştı. Sonraları bütün bunların ötesinde, liberter belediyecilik ya da komünalizm adı altında yüz yüze demokrasi fikrini kazanmıştı. Fikirleri geliştikçe, konfederalizm hakkındaki genel anarşist fikirlerle birleştirerek, Marks’ın görüşlerinibenimsedi.
1960’ların başlarında [henüz] olgunlaşmamış karşı kültürle ilgiliydi. Anarşizm hem bir ideoloji olarak, hem de bir hareket olarak neredeyse ölü gözükmekteydi.İilk olarak kendi yeni görüşlerini anarşizmin başlıkları altında ilerletmiş ve bunlar daha sonra “eko-anarşizm” olarak adlandırılmıştı. Ekoloji ve anarşizm üzerine yazdıklarının, ekoloji üzerine yazılmış ilk radikal politik yazılarıdır. Bunlar daha çok Yeni Sol ile beraber popüler hale geldiler. Ben aşağüıdaki söyleşiyi internette buldum ve bana ilginç geldiğinden dolayı maaklemde yayımlamak istedim.
BELEDİYECİLİK ANLAYIŞI
Bookchin Belediyelerin idare edilmesinden yola çıkarak toplumsal politik duruşunu da şöyle vurgulamaktaydı:
“Bugün, dediğim üzere anarşist geleneğin olduğu kadar Marks’ın en iyi [unsurlarını] içeren, liberter ideolojiyi ifade eden komünalizm kelimesini tercih ediyorum. Günümüzde ne anarşizmin, ne de Marksizmin tek başına yeterli olduğunu düşünüyorum: ikisinde de büyük bir kısmı artık bugünün dünyasına uygulanamaz. Marks’ın ekonomizminin ve anarşizm içindeki bazen gizli, bazense açık olan bireyselliğin ötesine geçmeliyiz. Marks’ın, Proudhon’un ve Bakunin’in fikirleri 19. yüzyılda ortaya çıkmıştı. Biz artık günümüz için sol liberter bir ideolojiye ihtiyaç duyuyoruz, [yoksa] Rus ya da İspanyol Devrimi günleri için değil.
En önemli sorun, insanların güç kazanacağı [erke sahip olacağı] bir şekilde toplumun yapısını değiştirmek. Bunu yapmanın en iyi yeri ise, yüz yüze demokrasi yaratma fırsatına sahip olduğumuz belediyelerdir –şehir, kasaba ve köy. Yerel hükümetleri, insanların yaşadıkları ekonomi ve toplum hakkında tartışabilecekleri ve kararlar alabilecekleri halk meclislerine dönüştürebiliriz. Bir komşu şehir ya da kasabada iktidara gelirsek [erki elde edebilirsek]; bütün meclisleri konfedere hale getirilebilir ve sonra da bu kasaba ve şehirleri halk hükümetine konfedere hale getirebiliriz — (sınıf yönetimi ve sömürünün bir aracı olan) devlet değil, halkın erke sahip olduğu bir hükümet. İşte bu pratik anlamda benim komünalizm diye adlandırdığım [şeydir]. Bu, “halkın” gıda kooperatifi, garajı, matbaası gibi ufak başlangıç kabilinden projelere atfen söylenen komüniteryenizm [ing. communitarianism] –ki bunlar parçalanmasalar veya diğer girişimlerin [şirketlerin] rekabetine yenilmeseler dahi sıklıkla kapitalistleşen projelerdir– ile karıştırılmamalıdır”.
HALK MECLİSLERİNİ KONFEDERAL HALE GETİRME
“halk meclislerini konfedere hale getirme amacı liberter belediyeciliğin temelidir. Bu konudaki yazılarımın hepsi bir konfederasyon çağrısı içerir. Yerel konfederasyonlardan bölgesel konfederasyonlar ve sonra da ulusal ve kıtasal konfederasyonlar ortaya çıkmalıdır. Ama güç her zaman halk meclislerinde olmalıdır ve nihai kararlar her zaman aşağıdan, yani halkın meclislerinden gelmelidir. (Bu arada meclise katılmayan herhangi birisinin basitçe “ben vatandaş [ing. citizen] değilim, umurumda değil” dediği kabul edilmelidir. Eğer katılmayı umursamıyorlarsa, bırakalım meclislerin kararları ile [-nı kabullenerek] yaşasınlar).
Belediyeler yüzeyi gerçek politik hayatın arenasını meydana getirirler; ama hiç bir belediye “özerk” [ing. autonomous, müstakil] olamaz. Özerklik bir efsanedir –bunu başaramazsınız, çünkü her bir insan tüm diğerlerine bağımlıdır ve her bir belediye tüm diğerlerine bağımlıdır. Nasıl ki bireysel egomuz, Max Stirner’in öne sürdüğü şekilde apansızın veya bir yolla kendiliğinden oluşmayıp, büyük ölçüde kültürel olarak şekillenmişse; biz hepimiz de bir diğerine bağımlıyız. [Ama] aynı zamanda devlete tam bağımlılık [şeklindeki] kusurlu totaliter sanısını da kabul etmiyorum. Ben meclislerde kendilerini yöneten insanlar arasındaki karşılıklı bağımlılığık [ing. interdependence] taraftarıyım.
Demokrasi sıklıkla anarşizmin sorunlu olduğu bir şey gibi gözükmekte. İşte bu benim, bireysel egonun ve onun arzularının gerçekleşmesini baskın [ing. overriding] görüş olarak değerlendiren otantik anarşistlerden ayrıldığım bir alandır. Pek çok anarşist demokrasiyi çoğunluğun azınlık üzerinde “tiranlığı” olması nedeni ile reddeder. Topluluk çoğunluk oyu ile kararlar aldığında, bunun azınlıkta oy kullananların bireysel egoları üzerindeki “özerkliği” ihlal ettiğini düşünürler. “Özerk” oldukları için karara karşı oy kullananların buna [alınan karara] uymaları gerekmediğine benzer bir şey düşünürler.
Bunun en iyi ihtimalle oldukça naif, en kötü ihtimalle ise bir kaos reçetesi olduğunu düşünüyorum. Kararlar bir kere alındığında bağlayıcı olmalıdırlar. Tabii ki azınlıktakiler her zaman çoğunluğun kararına itiraz etme ve kendi fikirlerini serbestçe dile getirme hakkına sahip olmalıdır. Çoğunluk, hiç bir zaman azınlığın kendi görüşlerini seslendirmesini ve [diğerlerinin] desteğini sağlayarak çoğunluğu kazanmasını engelleme hakkına sahip değildir.
Buradaki soru, topluluk genelinde kararlar almanın en adil yolunun ne olduğudur? Ben çoğunluk oylamasının sadece en adil değil, aynı zamanda da yüz yüze demokrasinin işlemesinin yegane tutarlı yolu olduğunu; ve çoğunluk oyu ile alınan kararların, ister bu eylem lehine isterse aleyhine oy vermiş olsun, topluluğun tüm üyeleri üzerinde bağlayıcı olması gerektiğini düşünüyorum.
Ve bir çok anarşistin aksine, belirli bir bireyin yahut belediyenin her zaman ne isterse onu yapabilmesini desteklemiyorum. Yapı ve kurumların yokluğu kaosa ve hatta keyfi tiranlığa yol açar. Ben hukuğa [ing. law] inanıyorum ve benim düşlediğim geleceğin toplumu bir anayasaya da sahip olacaktır. Tabii ki, anayasa yetkilenmiş [ing. empowered] insanlarca [yapılacak], dikkatli düşüncenin bir ürünü olmalıdır. Demokratik olarak tartışılmalı ve oylanmalıdır. Ama insanlar onu bir kere kabul ettikleri zaman, artık herkes üzerinde bağlayıcı olmalıdır. Tarihsel olarak, yönetici sınıfların –M.Ö. yedinci yüzyılda Yunanistan’da Hesoid’in adlandırması ile, “baronlar”– rastgele davranışlarının kurbanı olan zulüm altındaki insanların çare olarak anayasalar ve adil hukuk talep etmeleri bir kaza değildir.
İnsanlar bu çeşit bir yüz yüze demokratik toplumu asla kendiliklerinden başaramayacaklardır. Bunun için mücadele edecek ciddi ve dirayetli bir hareket gereklidir. Ve bu hareketi oluşturmak için, radikal solcular –tabandan kontrol edilen ve böylece de başka bir Bolşevik Parti yaratmayacağımız– bir örgüt geliştirmelidir. Bu yerel temelde ağır ağır biçimlendirilmeli, konfederal şekilde örgütlenmeli ve halk meclisleri ile beraber mevcut güce, [yani] devlet ve sınıf yönetimine karşı bir muhalefet oluşturmalıdır. Ben bu yaklaşımı liberter belediyecilik [ing. libertarian municipalism] olarak adlandırıyorum”.
IRK AYRIMI ÜZERİNE
“Ana tehlike darkafalılıktır [ing. parochialism]: bazı insanlar bazı ırktan veya etnik [gruptan], ya da [belli] cinsel tercih [sahibi] olan vb. insanların dışlanması gerektiğine karar verebilirler. Örneğin, uzunca bir süre Amerika’nın Güneyinde, siyahların aralarında köleler ya da o olmazsa köle benzeri hizmetçiler olarak yaşaması arzulandı. Bugün bir çok Avrupa ülkesinde, insanlar Avrupa dışından gelen göçmenlerin kabul edilmemesi istiyor. Bizim hareketimiz bu gibi darkafalıkları, tüm insanların karşılıklı olarak bağımlı olduğunu onaylayan ve hatta müjdeleyen bir bakışla, yani kozmopolitanlık [ing. cosmopolitanism] ile göğüslemelidir.
İşleyebilir bir konfederasyonun nihayetinde, belediyelerin karşılıklı bağımlılığını yansıtacak şekilde, olabildiğince geniş olması gerektiğini düşünüyorum. Konfederasyon hakkında yazan bazı ondokuzuncu yüzyıl anarşistleri büyük boşluklar bıraktılar. Proudhon ve Bakunin yazılarında, eğer istenirse bir topluluğun konfederasyondan çekilebileceği ihtimalini kabullendiler. Topluluk konfederasyonun geri kalanına, “yaptığınızdan hoşlanmıyorum, ben ayrılıyorum” diyebilir. Ben buna izin verilmesi gerektiğine katılmıyorum. Her bir belediye konfederasyondaki diğer her bir belediyeye karşı derin, esaslı bir sorumluluk taşımaktadır. Bir topluluk konfederasyona katıldığı zaman bir sözleşmeyle [ing. compact], yani anayasa ile sınırlandırılmıştır. Sadece konfederasyonun çoğunluğunun ortak karara vardığı bir şeyi yapmak istemediği için, tek taraflı olarak ayrılamamalıdır. Örneğin, topluluk şunu diyememelidir: “Biz zencileri dışlamak istiyoruz, ama siz konfederasyondakiler bunu [-n aksini yapmaya] bizi zorluyorsunuz; biz bu nedenle size karşı geliyor ve konfederasyondan ayrılıyoruz”. Katılım bağlayıcıdır, çünkü karşılıklı bağımlılığımız birbirinden ayrılamaz. Benim fikrime göre, bir topluluğun konfederasyondan ayrılmasının tek yolu, büyük bir meclis işlevi gören konfederasyondaki çoğunluğun şöyle demesidir: “Tamam, eğer istiyorsanız ayrılın, ama yardıma ihtiyacınız olduğunda bizim yardım etmemizi beklemeyin”.
Bookchin 2006 yılında ölüp gittikten sonra aslında arkasında bugün bile faydalanacak ; özyönetim ve halk yönetimi konusunda bizlere geniş bilgi birikimi bırakmıştır. Bookchin’in fikirleri bugün artık tartışılan Demokratik Cumhuriyet” kavramını zenginleştirecek bir özelliğe sahiptirler….
Not: Bu yazı Murray Bookchin ile Söyleşi adlı makaleden faydalanarak yazılmıştır.