yazılariktibasKapitalizm artık özgürlüğü kaldıramaz – Slavoj Zizek
yazarın tüm yazıları:

Kapitalizm artık özgürlüğü kaldıramaz – Slavoj Zizek

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Slavoj_ZizekMarks’ın Kapital’ini yakın tarihli yeniden okumasında Fredric Jameson, dünya pazarının kalıtsal çelişkisini belirliyor: işsizliği (giderek daha fazla işçi yararsız hale geliyor) üreten şey kapitalizmin başarısından (yüksek verimlilik vb.) başka bir şey değil, dolayısıyla bir lütuf olması gereken şey (daha az ağır iş gerekiyor) lanet haline geliyor.

Jameson’un sözleriyle, dünya pazarı bu nedenle “herkesin bir zamanlar üretken işçi olduğu ve emeğin her yerde kendi fiyatını sistemin üzerine çıkarmaya başladığı bir alan.” Yani, süregiden kapitalist küreselleşme sürecinde, işsiz kategorisi, klasik “yedek işgücü ordusu” mefhumunun ötesinde yeni bir boyut kazanıyor ve artık şunları içermeli:

“dünyanın dört bir yanındaki, ‘tarihin dışına düşmüş’, Birinci Dünya kapitalizminin modernleşme projelerinden bilinçli olarak dışlanmış ve ümitsiz vaka olarak üstü çizilmiş olan kalabalık nüfuslar.”

Bu nedenle, sözde “aciz devletler” denilen (Kongo ve Somali gibi) işsizleri, kıtlık veya ekolojik felaket kurbanlarını, uydurma-arkaik “etnik düşmanlıklar” arasında sıkışıp kalmışları, hayırseverlik veya “teröre karşı savaşın” hedefindekileri de veya (sıklıkla aynı insanlar) buna dahil etmeliyiz.

Bu nedenle işsiz kategorisi, geçici işsizlerden artık istihdam edilemez ve kalıcı olarak işsiz olanlara, varoşlarda ve diğer türlü gettolarda yaşayanlara (yani Marks’ın kendisinin de “lümpen proleter” olarak sıklıkla tüm o devre dışı bıraktıkları) ve son olarak da, eski haritalardaki boş alanlar gibi küresel kapitalist süreçten dışlanmış nüfuslara ve devletlere kadar, küresel nüfusun geniş bir aralığını kapsayacak şekilde genişletilmeli.

“İşsiz” çemberindeki bu genişleme, bir zamanlar tarihin hareketsiz arka planında kalanların, özgürlük mücadelesinin potansiyel bir temsilcisi haline geldiği gerçeğine işaret etmiyor mu? Marks’ın 18. Brumaire’de Fransız köylülerini nasıl karakterize ettiğini hatırlayın:

“Fransız ulusunun büyük kitlesi, aynı cinsten büyüklüklerin basit bir toplamı ile, hemen hemen patates dolu bir çuvalın bir çuval patates meydana getirmesi gibi, aynı biçimden oluşmuştur… Küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ olduğu ve onların çıkarlarının benzeşmesi onlar arasında hiçbir ortaklık, hiçbir ulusal bağ, hiçbir siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler. Bunun içindir ki, onlar, kendi sınıf çıkarlarını kendi adlarına, ister bir parlamentonun aracılığı ile, ister bir meclisin aracılığı ile savunacak durumda değildirler. Onlar, kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar.”

Büyük yirminci yüzyıl devrimci köylü hareketlerinde (Çin’den Bolivya’ya dek), tarihsel süreçten dışlanmış bu “patates çuvalları” kendi kendilerini aktif şekilde temsil etmeye başladılar.

Ancak Jameson sonrasında, bu yeni “işsiz” kategorisinin kendisinin bir kapitalist sömürü formu oluşturduğuna ilişkin kritik bir gözlemde bulunuyor – sömürülenler artık sadece, sermaye tarafından ayrılan artı değeri üreten işçileri değil, aynı zamanda, coğrafi alanlar ve hatta ulus devletler dahil, sömürülen ücretli işgücü kapitalist anaforuna yakalanmaları yapısal olarak engellenenleri de içeriyor.

Bu, ardından, sömürü kavramını yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Bugün, sömürülenler yalnızca üreten ya da “yaratanlar” değil, aynı zamanda (ve hatta daha bile) “yaratmamaya” mahkum olanlar. Burada her şey, kapitalist mekanizmanın yalnızca işçilere ihtiyaç duymakla kalmayıp, aynı zamanda iş bulamayanlardan bir “yedek ordu” da yarattığı gerçeğine dayanıyor: ikincisi basit şekilde sermaye dolaşımının dışında değil, bu dolaşım tarafından, etkin şekilde, çalışmıyor olarak üretiliyor.

Sömürü üzerine bu vurgu kaymasının önemi, onu postmodern “mikro-iktidar politikasının” farklı versiyonlarının favori motifine, egemenliğe karşıtladığımızda net hale geliyor. Basitçe söylemek gerekirse, Michel Foucault ile Giorio Agamen’in etkili teorileri yetersiz kalıyor: egemenliğin düzenleyici iktidar mekanizmalarına ilişkin tüm ayrıntılı değerlendirmeleri, çıplak hayat, homo sacer (kutsal insan) vb. kavramları ile birlikte, sömürünün merkezde olmasına dayandırılmak (veya sömürü merkezlilikle sağlanmak) zorunda. Jameson’un haklı olarak ısrar ettiği üzere, ekonomiye bu referans olmaksızın, egemenliğe karşı mücadelenin anlamı şu olacaktır:

“üretim tarzının böylesi bir dönüşümünden ziyade anlık ayaklanmalara ve direniş eylemlerine yol açan esasen moral ya da etik bir mücadele.”

Yani, egemenliğe vurgunun sonucu demokratik bir programdır, sömürüye vurgunun sonucu ise komünist bir program. Burada, Üçüncü Dünya’nın dehşetini egemenliğin etkileri açısından tanımlamanın sınırı yatar: amaç demokrasi ve özgürlük haline gelir.

Bu egemenlik kavramının kaydetmeyi başaramadığı şey, sömürünün yalnızca kapitalizmde “nötralize edildiği,” ekonominin işleyişine kazındığıdır. Egemenlik, ekonomi dışı baskının ve şiddetin sonucu değildir ve bu nedenle, kapitalizmde, kişisel özgürlük ve eşitliğe sahibizdir: doğrudan toplumsal egemenliğe gerek yoktur çünkü egemenlik halihazırda üretim sürecinin yapısına kazınmıştır.

İşte bu yüzden artı değer kategorisi kritiktir: Marks daima, işçi ile kapitalist arasındaki değişimin, meta olarak emek güçlerinin tam karşılığını alan işçilerin algısında (kural olarak) “adil” olduğunu vurgulamıştır. Burada doğrudan bir “sömürü” yoktur – yani işçiler “kapitaliste sattıkları metanın tam değerini almıyor” değillerdir. Bu yüzden piyasa ekonomisindeyken, de facto bağımsız kalırım, bu bağımsızlık yine de “medenidir,” doğrudan kölelik ve hatta fiziksel zorlama formunun yerine, benimle diğer kişiler arasında “serbest” piyasa değişimi şeklinde realize olur.

Ayn Rand ile dalga geçmek kolay, ancak Atlas Shrugged (Atlas Silkindi, Plato Film Yayınları) kitabındaki ünlü “para marşında” bir gerçeklik payı var:

“Paranın tüm iyiliğin kökeni olduğunu keşfedene dek ve keşfetmedikçe, kendi yıkımınızı istersiniz. Para insanların birbiri ile alışverişindeki araç olmaktan çıktığında, insanlar diğer insanların aracı haline gelir. Ya kan, sopa ve silah ya da dolar. Tercihinizi yapın – başka seçenek yok.”

Marks, metalar evreninde, “insanlar arasındaki ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkiler kılığına” nasıl büründüğüne dair iyi bilinen formülünde benzer bir şey söylememiş miydi? Piyasa ekonomisinde, insanlar arasındaki ilişkiler karşılıklı olarak tanınmış özgürlük ve eşitlik ilişkileri olarak görülebilir: egemenlik artık böyle bir şekilde doğrudan kullanılmaz ve görünmez.

Egemenliğe liberal yanıt tanımadır – dolayısıyla tanıma, Jameson’a göre, “çeşitli grupların barışçıl ve seçim yoluyla ganimeti bölüştüğü çokkültürlü bir düzende bir pay haline gelir.” Tanımanın özneleri sınıflar değil (proletaryanın kolektif bir özne olarak tanınması talebi anlamsızdır – bunu yapacaksa, sınıfların karşılıklı tanınmasını talep ederek faşizm yapar). Tanınmanın özneleri ırk, cinsiyet vb. ile tanımlananlardır – tanınma politikası, burjuva sivil toplumun çerçevesi içinde kalır, sınıf politikasının değil.

Çağdaş solun yinelenen öyküsü, evrensel coşku ile seçilen ve “yeni bir dünya” vaat eden bir liderin veya partinin öyküsüdür (Güney Afrika’da Mandela’yı veya Brezilya’da Lula’yı ele alın) – ancak, ardından, er ya da geç, kilit ikilemle yüz yüze kalırlar: kapitalist mekanizmaya bulaşmaya cüret etmek mi yoksa sadece “oyunu oynamak” mı? Biri mekanizmayı rahatsız ederse, piyasa tedirginlikleri, ekonomik kaos vb. tarafından seri şekilde “cezalandırılır.”

Bu yüzden antikapitalizmin siyasal eylemin doğrudan amacı olamayacağı doğru olmasına rağmen – politikada, somut siyasal aracılara ve eylemlerine muhalif olunur, anonim bir “sisteme” değil – burada Lacan’cı gaye ve hedef ayrımını uygulamamız gerekir: antikapitalizm, özgürleştirici politikanın acil gayesi değilse bile, nihai hedefi, tüm faaliyetinin ufku olmalıdır.

Marks’ın “ekonomi politiğin eleştirisi” kavramının dersi bu değil mi? Ekonomi alanı apolitik gibi görünse bile, “siyasal mücadelenin gizli referans noktası ve yapılandırma ilkesidir.”

Rand’a dönersek, problematik olan altta yatan önermesi: tüm alternatiflerin ütopik denilerek devre dışı bırakıldığı ve tek tercihin doğrudan ve dolaylı egemenlik ve sömürü ilişkileri arasında olduğu önermesi. Ancak, söylemiş olduğum gibi, yine de Rand’ın aksi halde saçma ölçüde ideolojik olacak iddiasındaki gerçeklik anını kabul etmeliyiz: devlet sosyalizminin gerçekten de, özel mülkiyetin ve piyasa tarafından düzenlenen değişimin derhal kaldırılmasının, üretim sürecinin somut toplumsal düzenleme biçimlerinin yokluğunda, doğrudan esaret ve egemenlik ilişkilerini bilinçli olarak hortlattığı.

Fredric Jameson’un kendisi, bu nokta açısından yetersiz kalıyor. Kapitalist sömürünün demokrasi ile ne gibi bir uyuşması olduğuna, yasal özgürlüğün sömürü biçiminin kendisi olabildiğine odaklanarak, solun yirminci yüzyıl deneyiminin acı derslerini görmezden geliyor: üretim ve bölüşümde uygun bir komünist örgütlenme biçimi koymaksızın sadece piyasayı ortadan kaldırırsak (piyasa sömürüsü dahil), egemenlik ve onunla beraber de doğrudan sömürü intikam için geri dönüyor.

Durumu daha da karmaşıklaştıran şey, küresel kapitalizmdeki boş alanların yükselişinin kendi içinde kapitalizmin özgürlük ve demokrasiye dayalı evrensel idare şeklini artık kaldıramayacak olduğu, giderek artan şekilde dışlamayı ve egemenliği gerektirdiği.

Çin’deki Tien An Mien baskını vakası, buna örnek niteliğindedir: zalim askeri müdahale ile ezilen, liberal demokratik kapitalist düzene hızlı bir giriş beklentisi değil, daha demokratik ve daha adil bir topluma dair gerçekten ütopik olasılıktı. Vahşi kapitalizmin 1990 sonrasındaki patlaması, bu nedenle demokratik olmayan Parti düzeninin yeniden tasdik edilmesi ile el ele gitti. Erken modern İngiltere üzerine klasik Marksist tezi hatırlayın: politik iktidarı aristokrasiye bırakmak ve ekonomik iktidarı kendisine almak burjuvazinin kendi çıkarınaydı. Belki de bugün Çin’de benzer bir şey yaşanıyor: siyasal gücü Komünist Parti’ye bırakmak yeni kapitalistlerin çıkarına.

Bu, elbette, İşgal hareketi sonrasında, periferide (Ortadoğu ve Yunanistan’da) başlayan protestolar, merkeze (ABD’ye ve İngiltere’ye) yayıldığında ve ardından güç kazanıp dünya çapında katlandığında ne yapılacağı sorusunu akla getiriyor hemen.

Bu aşamada direnilmesi gereken şey tam olarak, protesto enerjisinin hızla bir dizi “somut” pratik talebe tercüme edilmesi. Protestolar bir boşluk yarattılar – hegemonik ideoloji alanında bir boşluk ve bu boşluğun düzgün bir şekilde doldurulması için zaman gerekiyor, gebe olduğundan, gerçekten Yeni olana bir açılım.

Aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken şey, herhangi bir tartışmanın mecburen düşmanın çöplüğünde bir tartışma olarak kalacak olması: yeni içeriğin yayılması için zaman lazım. Şimdi söylediğimiz her şey sisteme entegre edilebilir, uygun hale getirilebilir ve geri dönüştürülebilir – sessizliğimiz hariç her şey. Bu sessizlik, diyalog kurmayı, açıklık getirmeyi bu reddediş, bizim “terör”ümüzdür – olması gerektiği gibi meşum ve netameli.

Herman Meelville’in sembolik Bartleby figürünü çağrıştırarak, Wall Street’i İşgal Et protestocuları, sermayenin ve dolaşımının dansına katılmamayı tercih ettiklerini söylemekle kalmıyorlar, aynı zamanda (“bizim” adaylarımız için) kritik oy vermemeyi ya da herhangi bir “yapıcı diyalog” biçimine katılmamayı da tercih ediyorlar. Bu Yeni için alan açan, en saf haliyle çıkarma, tüm kalitatif farkların saf bir formel minimal farka indirgenmesi tavrıdır.

Tutarlı bir programa sahip olmayan bir uluslararası protesto hareketinin ortaya çıkması kazara değildir: daha derin, açık bir çözümü olmayan bir krizin yansımasıdır. Durum psikanalizinkine benzer, hasta yanıtı bilir (semptomları böyle yanıtlardır) ancak soruyu bilmez. Doğru sorunun ortaya çıkması ancak hasta analiz çalışması üzerinden olur.

Müteveffa Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden kalma eski bir fıkra var. Bir Alman işçi Siberya’da iş bulur. Mektuplarının okunup sansürleneceğinin farkında olarak, arkadaşlarına şunu söyler:

“Bir şifremiz olsun. Benden mavi mürekkeple yazılmış bir mektup alırsanız doğrudur; kırmızı mürekkeple yazılmışsa yalandır.”

Bir ay sonra, dostları ilk mektubunu alırlar, mavi mürekkeple yazılmıştır:

“Burada her şey harika: dükkanlar dolu, yemek bol, apartmanlar büyük ve doğru düzgün ısınıyor, film salonlarında Batı filmleri gösteriliyor, takılabileceğim bir sürü güzel kız var – olmayan tek şey, kırmızı mürekkep.”

Durumumuz aynen bu değil mi? Batı’da, her türlü özgürlüğe sahibiz – eksik tek şey “kırmızı mürekkep.” Yani, kendimizi özgür hissediyoruz çünkü özgür olmayışımızı dile getirecek dile sahip değiliz.

Belki de, o zaman, aydınların rolü bu: protestocuların taleplerini dinlememek ve net yanıtlar vermemek – protestocular yanıtın kendisi – bunun yerine doğru sorular ortaya atmak. Yani protestoculara kırmızı mürekkep vermek.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin