Şırnak’taki köyleri boşaltılınca önce Diyarbakır’a, ardından İstanbul’a göç etmiş ve orada büyümüş bir delikanlıyla, Gezi direnişinin ilk günlerinde Taksim’de tanışmıştık. Direnişe dair düşüncelerini sorunca gür bıyıklarıyla oynayıp şunu söylemişti: “Abi ben illegaliteyi severim. Hayatımda ne halaydan kaçtım ne de eylemden. Ama buraya bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum… Hep Türk bayrağıyla geliyorlar. Diyorum ki, bu Türk bayrağıysa, ben de Kürtsem, nasıl olacak o zaman?” Sonraki günlerde Ankara’da, Kuğulu Park’ta konuştuğumuz BDP’li bir genç de paralel bir değerlendirme yapmıştı: “Tayyip Erdoğan da kendi kitlesine bayrak asın diyor, buradakiler de aynı bayrakla direniyor. O yüzden biz Kürtlerin renkleri, Türk bayrağının içinde görünmez hale geliyor.”
Gezi direnişinde Kürt gençlerinin mesafeli duruşuna dair gerekçeler, siyasî ve toplumsal sebepler irdelendi, irdeleniyor. Ancak Kürtlerin bu direnişten “kaçtığına” dair sataşmalar da, sosyal medyada Kürtler adına söz alıp “bizim orada işimiz olmaz” diyen sinik tavır da rahatsız edici hale geldi.
Kamuoyu Gezi direnişine yaklaşımının görünürlük kazandığı sosyal medyada zaman zaman Kürtler adına söz alan bazı Kürt sağcılarının kıyaslamalarına tanık oluyoruz. Örneğin Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine itiraz mı ettiniz? Hemen mukabele: “Kürdistan ormanları ateşe verilirken neredeydiniz?” Taksim’de birileri polis tarafından yaralanınca ses mi çıkardınız? “Ee, Diyarbakır sokaklarında insanlar öldürülürken neredeydiniz?” Ethem Sarısülük cinayeti zanlısı serbest bırakıldı diye tepki mi gösterdiniz? “Şerzan Kurt öldürülürken neredeydiniz?”
Baştan söyleyelim, bu tür reaksiyonların sahipleri çoğunlukla Kürt hareketine de mesafeli veya bu hareketin perspektifini benimsememiş, kendini Kürt milliyetçisi addeden sağ cenahtan. Elbette Kürt hareketine yakın kesimlerin de, Taksim’dekine olmasa bile, Ankara, İzmir, Adana, Mersin gibi yerlerdeki gösterilerin biçimine mesafe koyduklarını söylemek gerekiyor. Bu yaklaşımın arkasındaki hissiyatı, Ankara’daki BDP’li gençle İstanbul’daki Şırnaklı delikanlının sözlerinde net olarak görüyoruz.
Öte yandan yıllarca devlet zulmüne maruz kalırken batıdan çıt çıkmamasına Kürtler tepki gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Ancak bu, batıda uygulanan devlet şiddetine sessiz kalınabileceği anlamına gelmez, gelmemeli. BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak’ın 23 Haziran’daki parti grup toplantısında söylediği gibi: “Kürde demokrasi, Türke sopa olmaz! Kürde sopa, Türke demokrasi de olmaz!”
Abdullah Öcalan’ın önerisiyle ilki Ankara’da gerçekleştirilen Demokrasi ve Barış Konferansı’ndaki “Müzakere Sürecinde Barışın Toplumsallaşması ve Demokratik Siyaset” oturumunun sonuç bildirgesi, hem Kürt hareketinin hem de demokrasi ve barış için Kürtlerle ortak mücadele etme kararlılığındaki sol-sosyalist kesimlerin Gezi direnişine önceden verdiği bir yanıtı da ihtiva ediyordu: “Barış bütün ezilen halk kitlelerinin dahil ve müdahil olacağı bir mücadeleyle kazanılacaktır. Masanın bir tarafında devlet, diğer tarafında yalnızca Kürtler var algısı doğru değildir. Müzakerelerin devletle Kürtler arasında değil, devletle tüm ezilenler arasında süren bir mücadele olduğu gerçeğinden hareketle bütün ezilenlerin ortak duruşunu sağlamak Konferansımızın ortaklaştığı bir tespittir.”
Elbette devletin Roboski katliamında en görünür halini alan katliamcı uygulamaları ve bu uygulamalara karşı batıdan hiçbir ciddi sesin çıkmaması, belli bir grup Kürdü muhasebeye itiyor. Oysa, hemen hatırlayalım: Roboski katliamından kısa süre sonra, Ağustos 2012 tarihinde, yine Roboski’de askerî aracın devrilmesi sonucu yaralanan askerler yine Roboskililer tarafından kurtarılmış, hayatını kaybeden 10 askerin cenazeleri Roboski katliamında hayatını kaybedenlerin yakınları tarafından taşınmış ve kadınlar askerler için ağıt yakmıştı. Kürtlerin devlet zulmünü “Türklere” yönelik kin ve nefrete tahvil etmemeleri, Kürtlerin de, Türklerin de en büyük kazanımı.
Ayrıca, hatırlayacaksınız, 1 Haziran’da Gezi Parkı’na girildikten sonra yapılan ilk eylemlerden biri, ağaçlara isim vermekti. Her bir ağacın üzerine Roboski’de ölenlerin isimleri yazıldı, Gezi’deki on gün boyunca o isimler o ağaçların üzerinde asılı kaldı. Gezi Parkı’ndaki ağaçların artık isimleri var; o ağaçlar artık aynı zamanda Roboski ağaçları…
Bu aşamadan sonra, kimsenin Kürtlerin çektiği acıları diğer halklara yönelik bir kinin besleyicisi olarak kullanmaya hakkı yok. Kürt hareketi, halkların kardeşliği üzerinden siyaset yaparken, Abdullah Öcalan milliyetçiliği kansere benzetirken belli bir siyaset ve hayat deneyimi üzerinden hareket ediyor. Kürtlerin yaşadığı travmanın bedelini halklar değil, devlet ödemek zorunda. Aynı devletin, aynı hükümetin Kürtlere zulmetmeyi sözümona bırakıp Türk muhalefetine yönelmesine seyirci kalmak, maruz kalınan zulmü de olağan karşılamaktır.
Dikkat edilirse, hükümetin Gezi direnişine yönelik uygulamalarını “makûl” gören hükümet yanlılarıyla “Kürdistan’da daha vahim şeyler olurken neredeydiniz” diyen sağcıların aynı dilde ortaklaştığı rahatlıkla görülür. Kürtlere yönelik zulme dair muhasebeyi doğru bir yaklaşımla çıkaramayanların vardığı sonuç, devletin batıdaki uygulamalarını müstehak, yahut en naif haliyle önemsiz görmek.
Diğer taraftan, Kürtler adına söz alıp Gezi olayları dolayısıyla yapılan zulmü kantara koymaya kalkışanların, sayılarından çok daha büyük bir ilgiye mazhar olmaları da dikkat çekici. Bir taraftan hükümet yanlıları, diğer taraftan Kürt karşıtı ulusalcı-faşist gruplar, Kürtler adına söz alan bu kesimlerin sosyal medyadaki beyanatlarını kendi lehlerine kullanmaya çok hevesliler. Hükümet yanlıları, yaklaşık bir aydır uygulanan zulmü normalleştirmek, ulusalcı kanat ise anti-Kürt söylemi kuvvetlendirmek için bu beyanatları hararetle yaymaya çalışıyorlar. Her iki kesimin de Kürtlerin Gezi direnişine katılmaması için gösterdiği çaba dikkatlerden kaçmamalı.
Oysa hakikat şu: Kürt hareketi ve Kürt gençleri, Gezi direnişinde ortaya çıkan demokrasi ve özgürlük taleplerine zihnen dahildir. Her şeyden evvel Gezi Parkı, Kürtlerin de parkıdır. İstanbul, Kürtlerin de şehridir. Dahası, AKP’nin batı illerinde yoğunlaştırdığı kentsel dönüşüm projelerinin mağdurları arasında, devlet zoruyla yerinden ettirilen Kürtler de bulunuyor. Kürtlerin mağduriyeti Kürdistan sınırlarını aştığına göre, mücadelesi de bu sınırları aşmak durumunda.
“Gezi’nin” ulusalcı kanadı ve barış imkânı
Gezi direnişine yamanan ulusalcı kanadın Ankara’daki katı merkeziyetçi devlet yapısıyla değil, AKP’yle sorunu olduğu açık. Kuşku yok ki onların niyeti hükümeti demokratikleşmeye zorlamak değil, iktidarı devralarak belki daha da sıkı bir otoriter devlet aygıtı inşa etmek. Dolayısıyla, demokrasi ve özgürlük talep eden Kürtlere hüsnüniyetle yaklaşmaları söz konusu değil. Benzer bir biçimde, “devleti” tüm kurumlarıyla devralan AKP’nin de Kürtlerin demokratik haklarını kullanabilecekleri, halkların kardeşleşebileceği bir Türkiye inşa etmeye niyetli olmadığını, Kürt hareketinin gücü dolayısıyla “çözüm stratejisine” mecbur kaldığını biliyoruz.
Ulusalcı kanadın Türkleri temsil ettiğini zannedenler, barışın imkânsızlığını da kabullenmiş sayılır. Eğer böyleyse, barış ihtimali devlet-PKK katında kayda alınsa bile, toplumsal düzlemde imkânlarını yitirmiş demektir. Oysa gerek devlet, gerekse nasyonalist gruplar tarafından Kürt karşıtlığıyla zehirlenmiş olan kitlelerin anti-Kürt yaklaşımlarından arınabilmesinin yolu, kısmen de olsa, Gezi direnişine benzer siyasal-toplumsal etkinliklerde Kürtlerle de temas kurmalarından geçer.
Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda yeni bir mücadele döneminin başlangıcından söz ettiğini unutursak, tıpkı Kürt karşıtı ulusalcılar gibi, Kürt hareketinin AKP’yle anlaştığı varsayımını kabul etmiş oluruz. Oysa Öcalan’ın işaret ettiği mücadele, tam da barışı güçlendirme, kurumsallaştırma, kalıcılaştırma ve eşitliği tesis etme mücadelesi idi. Yani mesele AKP’yle sınırlı değil. Barışın AKP’nin hükmettiği devlet kurumları dahil, hayatın her alanında kalıcılaştırılması çabası da sadece Kürtlerin değil, AKP başta olmak üzere tüm siyasî partilerin ve genel olarak bu ülkede yaşayan tüm bireylerin kaçınılmaz sorumluluğu. O bakımdan Kürtlerin Gezi direnişi gibi özünde ademimerkeziyetçilik talebini barındıran demokratik toplumsal kalkışmalara sırtını dönme lüksü, en azından mevcut stratejide yok gibi görünüyor. Nasıl ki hükümet “Akil İnsanlar” heyetiyle toplumun taleplerini derlemeye, çözüm önünde engel teşkil eden anti-Kürt yaklaşımı görece dindirmeye çalışıyorsa, Gezi süreci de benzer bir işlevsellik potansiyeli taşıyor.
Son yıllarda, özellikle Roboski katliamıyla Kürtlerde artan ayrışma hissinin Aralık 2012’de Türkiye’nin gündemine oturan cezaevlerindeki açlık grevleriyle birlikte artık idare edilemez noktaya ulaştığını kabul eden AKP, Ortadoğu emellerini de göz önüne alarak Kürt hareketiyle pazarlık masasına oturdu. Ancak burada dikkat edilecek nokta PKK-AKP müzakereleri değil, Kürtlerdeki ayrışma hissi. Kürtlerin Gezi’ye dahil olma arzusunu dizginleyen esas etmenin “sürece zarar verme kaygısı” değil, tam da bu his olduğunun gözlerden kaçırılması çok şaşırtıcı.
Ulusalcıların devletle değil, AKP’yle sorunu var. Kürtlerin ise hem ulusalcılarla, hem devletle hem de AKP’yle sorunu var. Zira bu üç kuvvetin de ortaklaştığı tek konu, Kürtlerin haklarının iade edilmemesi. AKP, bu açıdan nispeten daha pragmatist: Eğer iktidarını besleyecekse, varsın Kürtlere “bazı” kültürel haklar tanınsın. Ama AKP’nin Gezi’de ortaya çıktığı üzere yerel yönetimlerle güç paylaşımı konusundaki “cimriliği”, Diyarbakır’daki herhangi bir parka da müdahale edebileceğinin işaretini verdi. Demokratik özerklik veya en basit haliyle merkezî iktidarın yerelle bölüşülmesi gibi genel bir ilkeyi benimsemediği sürece, AKP’nin veya devletin, Kürtlere iade edeceği hakların pekâlâ yeniden gaspedilmesi tehlikesi var. O yüzden de Kürtlerin mücadelesi sadece devletle değil, devletin, hükümetin ve ulusalcı kanadın Türklere zerkettiği anti-Kürt zehirle de devam etmeli.