51 yıl önce bugün avukatları ölüme götüren manşet neydi? – Halil Paşa

1804

Cumhuriyet Gazetesi sahibi ve yazarları Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Mustafa Hikmet’in katledilişlerinin 51. yıldönümü. Halil Paşa’nın 25 Nisan 2011’de Poli Dergi’nde yayınlanan yazısı bu cinayete ait önemli bilgileri içermekteydi. Yazıyı yeniden yayınlıyoruz:

Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Mustafa Hikmet iki Kıbrıslı Türk avukat ve aynı zamanda da Cumhuriyet Gazetesi sahibi ve yazarıydılar.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşamasından ve bağımsızlığından yana siyasi bir çizgi izlediler.

Bu nedenle adanın bölünmesine de (Taksim), Yunanistan’a ilhakına da (Enosis) karşı çıktılar. İki avukat sadece Cumhuriyet Gazetesi sahibi ve yazarları olarak değil, aynı zamanda “Kıbrıs Türk Halk Partisi” kurucuları olarak da Kıbrıs Türk liderliğine ve TMT’ye karşı siyasi muhalefeti partisel alanda örgütlemeye çalıştılar.

Onları ölüme götüren olay, 24 ve 25 Mart 1962 tarihlerinde Lefkoşa’nın Bayraktar ve Ömeriye Camilerine konan bombaların faillerini açıklayacaklarını, gazetelerindeki manşet haberle duyurdukları gün oldu.

Osmanlı hükümranlığı zamanında inşa edilen bu iki caminin bombalanması Kıbrıs Türk toplumu içerisinde infiale neden olmuştu. Nitekim camileri bombalama olayı önceleri Kıbrıslı Türkler arasında fanatik milliyetçi Kıbrıslı Rumlar tarafından gerçekleştirildiği propaganda edilmiş, Türkiye kamuoyundaki genel kanı da camilerin fanatik Rum ve Yunanlıları iş birliğinde illegal örgüt adresi sayılan EOKA tarafından yapılmış olduğu yönünde genel kabul görmüştü.

Türkiye’deki günlük basının da bu yöndeki yayınlarıyla Türkiye Hükümeti kısa süre içerisinde camilerin bombalanması olayına tepki göstermiş, Yunanistan ve Kıbrıs Hükümetleri nezdinde girişimlerde bulunarak her iki ülkeden de konuyla ilgili bilgi istenmişti.

Bu gelişmeler üzerine Makarios devreye girdi ve olayı kınayan ve suçluların yakalanmasını isteyen bir açıklama yaptı.

Ancak ilerleyen günlerde bombanın Kıbrıslı Türkler arasındaki fanatikler tarafından konabileceği konuşulmaya başlandı.

Nihayet bombalamadan bir ay sonra, 23 Nisan 1962 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde camiye bombaları yerleştirenlerin Kıbrıslı Türk fanatikler olduğuna dair manşetten bir haber yayımlandı. Haftalık Cumhuriyet Gazetesi’ndeki manşetten yayınlanan haberde, camilerin bombalanması olayının sorumlusu olarak TMT işaret ediliyordu. Söz konusu gazeteyi çıkaranlardan iki avukat Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Mustafa Hikmet, bombaları yerleştirenleri bildiklerini, olay hakkında bilgi sahibi olanların ortaya çıkarak itirafta bulunmalarını isteyen bir haber yaptılar. Cumhuriyet Gazetesi ayrıca bomba olayının iç yüzünü ve gerçek sorumlularını da yakında açıklayacağını duyurdu.

 

Cinayetin olası kurgusu:

Ayhan Hikmet’in ailesi dört kişiydi. Yenicami’de Karabuba Sokağı’nda derin bir uykuya dalmışlardı. Bu dört kişilik ailenin son kez bir araya gelişiydi. İki çocuğu ve eşi bundan sonraki yaşamlarında bir daha Ayhan Hikmet ile bir arada olamayacaklardı.

Başlarına gelecek bu felaketten habersiz, son derin uykularına daldı Hikmet ailesi o gece…

Ayhan Hikmet’in eşi ve iki çocuğuyla uyumakta olduğu evinin yatak odasının penceresi ya açıktı, ya da gındırık…

O gece Ayhan Hikmet yatağa girdiğinde, birkaç saat önce K. Kaymaklı’da evinin garajında pusu kurulup vurulan meslektaşının öldürüldüğünden habersizdi. Ölünceye kadar da hiç haberi olmadı.

Ahmet Gürkan’ın katilleri, belki de işledikleri bu cinayetin hala fark edilmemiş olmasını fırsat bilerek ani aldıkları bir kararla ikinci cinayetlerini de işlemeye karar vermişler, inin cinin top oynadığı Yenicami’deki Karabuba Sokağı’na yönelmişlerdi.

Birkaç ayak sesi işitildi sokakta. Belki fısıldaştılar kendi aralarında. Duvara merdiven mi dayayıp çıktılar? Kesin olan şu ki Ayhan Hikmet’in uyumakta olduğu iki katlı küçük evin penceresinden girmiş katiller ailece uyudukları yatak odasına.

Cinayeti işlemezden önce ne yapmış katiller başka?

Tahmin etmek hiç de zor değil. Öldürmek için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmışlar!

Herhalde tabancalarının mekanizmalarını önce geriye sonra ileriye çekip, şarjöre en son yerleştirilmiş olan merminin, şarjörden çıkıp yatağına girmesini sağlamışlar. Anda şarjörün en üst bölmesi boşalırken, aynı anda her bir tabancanın şarjörünün en altındaki mermisinden başlayarak bir basamak yukarıya kaymış mermiler. Şarjörün en üstündeki mermi de, namludaki yatağında kendisini vurarak patlatacağı sonra da kızgın bir demir parçası olarak ileriye fırlatacağı iğnenin önünde beklemeye koyulmuş.

Sonradan kocası öldürülürken olaya şahit olan Ayhan Hikmet’in eşi Sabiha Hanım’ın ifadesinden de anlaşıldığına göre katiller iki kişiymişler.

Teşkilatın birkaç gözcüsü de varmış herhalde o gece. Onlar da evin dışında Karabuba Sokağı’na uzanan telefon kablosunu kesmişler.

Cinayetin bu kısmıyla ilgili sözü Ahmet An’ın anlatısına bırakalım şimdi: “…Ayhan’ın eşi, patlayan silah sesinden ürperti ile uyandığını ve karşısında, yüzü örtülü bir şahsın yandaki yatakta uyuyan kocasını vurduğunu görünce, şaşkına döndüğünü söyledi. Vücuduna dört kurşun attıktan sonra, kapıda duran maskeli bir başka kişi de yatağa yaklaşarak, yatak içinde kıvranmakta olan Ayhan’a dört kurşun daha attı… Bu vahşi cinayet karşısında çaresiz kalan kadın, katiller kaçtıktan sonra kocasının yardımına koştu. Kolları arasında can çekişen kocası acı acı yüzüne bakıyordu… Doktor çağırmak için telefona koşan Ayhan’ın eşi, telefonun çalışmadığını gördü. Telefon telleri önceden kopartılmıştı. Biraz sonra Ayhan, eşinin kolları arasında gözlerini yumdu.”

Pencereden aşağıya Karabuba Sokağı’na bakarak ölmekte olan babasına “imdat” çığlıklarıyla yardım dilenen annesi Sabihanımın haykırışları, o gece dört yaşında olayı hayal meyal hatırlayan kızı Hıfsiye’nin geçen yıllara rağmen aklından silinmemiş…

 

Cinayetin ardından gelen anlatılar ve dedikodular:

Fısıltı Gazetesi’nde bir dedikodu almış yürümüş o günlerde. Avukatlar cinayetinde bir şekilde rol alanlar olaydan kısa bir süre sonra hep birlikte özellikle geceleri çalışan bir binanın kapısından içeriye girmişler.

Ve orada kendilerini bekleyen önemli bir şahsiyetle birlikte heyecanlı bir şekilde konuşmaya durmuşlar. Odadakiler mütebessim bir şekilde aralarında konuşurlarken yan odadaki kapı aniden açılıvermiş. İçeriye giren Matbaacı Fikri’nin oğlu İdan’mış.

Mütebessim yüzlerini bir an için korkuyla karışık bir telaş almış.

Bunu bana anlatan dost, cinayet sonrasına denk gelen bu pek rastlantısal buluşmanın hemen ertesinde “odadakilerin mütebessim çehrelerine göz şahidi olan bu davetsiz misafirin” ertesi gün biletinin kesilerek Londra’ya uçurulduğundan bahsetti…

Odadakiler kimmiş?

Yan odadan içeriye giren İdan konuşulanları mı duymuş?

Neden ertesi gün bileti kesilip apar topar Londra’ya gönderilmiş?

Ne konuşuyorlarmış kendi aralarında?

İşte böyle bir sürü cevaplamayı bekleyen sorular, sorular…

………………………………………………………

O yıllarda teşkilatın üyesi olup, o geceki timin içerisinde kendisinin de olduğunu söyleyen bugünlerde artık 70’ini devirmiş kişiler de hani yok değil ya…

Kendinden emin bir biçimde biliyorum ama söylemem diyen de bilirmiş gibi yapanlar da var.

Dilin kemiği yok ya… Salla gitsin…

Kanımca yakın tarihimize “avukatlar cinayeti” olarak geçen bu olayda kurşunu sıkanların kimlikleri kadar, hatta ondan çok daha önemli olan korkuyla dolu bir dönemin kapanıp kapanmadığı sorusuna verilecek cevapta aranmalıdır.

Hala yakın tarihimizden kalma faili meçhul korkularımızla mı yaşıyoruz?

Bir süre daha bu korkularımızla yaşamaya devam mı edeceğiz böyle?

Yoksa birbirimize anlatacağımız dedikodular ile gizemli arayışlar içerisinde bulunup, belki gerçekten emin olmadığımız için, belki de mevcut ateşkes koşullarından veyahut da gayet insani korkularımızdan ve rahatımızı bozmak istemediğimizden dolayı, hep gerçeklerin etrafında dolanıp duracak mıyız?

Böylece de sittin sene korkularımızı ve endişelerimizi depreştirmeye hep böyle devam mı edeceğiz?

 

Milliyet Gazetesi cinayetle ilgili olarak Kıbrıs Türk liderliğini işaret etmişti

24 Nisan 1962 tarihli Milliyet Gazetesi’nin ön sayfasında Kıbrıs’taki “avukatlar cinayeti” olarak da geçen iki gazetecinin öldürülmesi olayı, iki siyah sütun üzerine verilmişti.

Haberin manşeti: “Kıbrıs’ta iki Türk gazeteci vuruldu”

Haberin alt başlığı: “Dr. Küçük’e muhalif bir gazetenin sahipler olan Türklerden biri, karısının gözü önünde öldürüldü”

Gazetenin manşet haberi ve alt başlığı, okuyanın fikrinde sanki bir şeylere işaret etmek istiyor, Kıbrıs Türk liderliğini söz konusu bu cinayetten bir şekilde sorumlu tutmaya çalışıyordu.

Nitekim Milliyet Gazetesi söz konusu haberinde: “Cumhuriyet”in Dr. Fazıl Küçük’e “muhalif olan tek Kıbrıs gazetesi” olduğunu belirtmekle kalmamış, devamında şunları da yazmıştı:

“Gazetenin son sayısında, geçen ay Lefkoşa’da iki camiyi bombalayan şahısların müfrit iki Türk olduğu iddia edilmiş ve bu kimseler hakkında yakında açıklama yapılacağı bildirilmiştir.”

Gazete haberinde ayrıca; “Ayhan Hikmet’in ağabeyi Hizber Hikmet, cinayetin, aşırı müfrit Kıbrıs Türkleri tarafından işlendiğini iddia etmiş ve iki gazetecinin öteden beri telefonla tehdit edildiklerini de söylemiştir.

Son olarak aynı gazetenin “ELÇİLİĞİN TEŞEBBÜSÜ” başlıklı aynı günkü bir başka haber başlığı altında, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na katliamın Kıbrıs Cumhuriyeti’nin mevcut statüsünü değiştirme amacındaki aşırı unsurlar tarafından yapıldığı yönünde bir görüş olduğu yazılmış, gerek Bayraktar Camii’nin bombalanması gerekse katliamın aydınlatılmaması halinde Türkiye Hükümeti’nin daha etkin girişimde bulunacağı belirtilmişti.

 

Türkiye’nin çıkarı da dış-politikası da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından yanaydı

Bilindiği gibi 27 Mayıs 1960 Darbesi ile Türkiye’de asker yönetime el koyar. 17 Eylül 1961 tarihinde ise Kıbrıs Cumhuriyeti Antlaşması’nda imzaları bulunan devrik Demokrat Parti hükümetinin sabık Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın da bulunduğu üç idam gerçekleştirilir.

Sonrasında, 15 Ekim 1961 tarihinde Türkiye’de seçimler yapılır ve sandıktan CHP-AP koalisyonu çıkar. Ancak DP’nin bir nevi devamı gibi hareket eden AP ile CHP’nin yıldızları bir türlü barışmaz.

Bu arada 22 Şubat 1962 tarihinde ve 1963 Mayısında Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir ve arkadaşları bir yıl arayla üst üste iki kez askeri darbe girişiminde bulunurlar. Söz konusu darbe girişimleri bastırılır. Başbakan İnönü basına verdiği demeçte, “Milletçe büyük bir badire atlattık” der. Bu askeri darbelere, Celal Bayar ve DP’li vekiller için af istemi ile ilgili tartışmalar ve 27 Mayıs lehinde yapılan gösteriler eşlik eder. 30 Mayıs 1962’de ise CHP-AP koalisyonu bozulur. 2 Haziran’da İnönü’nün Başbakanlığı’nda ikinci kez koalisyon hükümeti kurulur. 1963 sonuna doğru İnönü bir kez daha istifa eder ve sonra 1964 yılının birinci ayının birinci haftasında İnönü Başbakanlığı’nda bir koalisyon hükümeti daha kurulup güvenoyu alır.

Dolayısıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna denk gelen 1960-63 arası yılları arasında Türkiye, kendi içerisinde askeri karşı-darbeler, istikrarsız koalisyon hükümetleri, siyasi af tartışmaları, gösteriler ile çalkalanıp durur. Siyasi istikrar bir türlü sağlanamaz. İdam edilen, hapis cezasına çarptırılan ve yanı sıra birçok subayın da mahkeme kararlarıyla emekliye sevk edildiği çalkantılı günler yaşanır.

Kanımca bütün bu olaylar birleşince Türkiye sivil hükümetleri bir türlü bitmek bilmeyen iç siyasi sorunlarla boğuşurken, Kıbrıs sorununa gereken ilgiyi gösteremez.

Bu ise 27 Mayıs’ın hedefi olması beklenen ve Kıbrıs Cumhuriyetçilerinin Menderes ve Zorlu’nun iş birlikçileri olarak kontrol altında tutulmasını istedikleri Kıbrıs Türk liderliği ve TMT’nin elini, beklenenin aksine güçlendirir.[i]

Ama “avukatların katli” ile bütün bu olayların ilgisi var denirse, ben söz konusu süreçte avukatların öldürülmesi olayında büyük bir ihtimalle Türkiye derin örgütlenmesinin direk bağının olmayabileceğini yazmakla yetineceğim.

Dolayısıyla avukatların öldürülmesinin planlanmasında ve eyleminde adresin Türkiye değil, bizzat Kıbrıs’ta aranması gerektiğini ekleyeceğim.

Bir başka ifadeyle avukatlar cinayeti büyük bir olasılıkla Türkiye derin örgütlenmesinin değil, ama onun Kıbrıs’taki öncellerinin eseridir.

 

Türkiye Büyükelçisi Dırvana, avukatlar olayıyla ilgili olarak Dr. Küçük ile Denktaş’a ne demişti?

O yıllarda bir yandan kendi iç sorunlarıyla uğraşan, diğer yandan NATO’da birlikte yer aldığı Yunanistan ile bir çatışmadan uzak durmaya çalışan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta hiçbir çıkarının bulunmadığı olası ayrılıkçı ve çatışmacı politikalara onay vermesi kesinlikle söz konusu olamazdı.

Bu nedenle 27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra yapılan seçimlerde Türkiye Başbakanı olan İsmet İnönü, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından yanaydı ve adadaki siyasal statükonun devamının (Kıbrıs Cumhuriyeti’nin) ülkesinin çıkarına olduğu düşüncesindeydi.

Nitekim Kıbrıs’a tayin olunan ilk Türkiye Büyükelçisi Emin Dırvana Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamından ve yaşamasından yana olan iki avukat ve gazeteci Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan ile ilişki kurmuştu. Kıbrıs Türk liderliğinin taksim politikalarına açıkça karşı çıkan Dr. İhsan Ali de TC Büyükelçisi Emin Dırvana ile görüşmektedir.

Uzmanlık alanı Türkiye dış politikası olan akademisyenlerden Melek M. Fırat yayımlamış olduğu bir kitabında konuyla ilgili şu paragrafı yazmış:

“… Dırvana görevde kaldığı 26 Eylül 1962 tarihine dek, Ankara’dan aldığı talimata da uygun olarak, Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında iş birliğini sağlamak ve Londra Antlaşmaları’nı yürütebilmek için zaman zaman Kıbrıs Türk Liderliği ile çatışma içine girecek denli kişisel bir çaba içindeydi. ‘Rumların olası bir saldırısına karşı’ Kıbrıslı Türklerin kurmaya çalıştıkları Türk Mukavemet Teşkilatı’na (TMT) sıcak bakmıyor, İhsan Ali, Ahmet Muzaffer Gürkan gibi Küçük’e muhalefet eden kişilerin partileşme çabalarına tarafsız gözlemci gibi yaklaşabiliyordu.”[ii]

Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki Türkiye Büyükelçisi Emin Dırvana, avukatlar cinayetini duyduğu andan itibaren çok üzülür ve çok öfkelenir.

Avukatların öldürülmesini Kıbrıs Türk Liderliği ile ilişkilendirmeye çalışır. Dolayısıyla Dr. Küçük ve Rauf Denktaş ile büyük bir çatışmaya girişir.

Nitekim avukatların öldürülmesini takip eden günlerde Dırvana ile Dr Küçük ve kendisi arasında geçen bir olaya yer verdiği kitabında Denktaş şöyle yazar:

“… Dırvana Dr. Küçük ile beni makamına davet ederek ‘Türkiye’den bir tahkik heyeti getirelim. Kapalı kapılar arkasında konu incelensin, suçlu bulunursanız sizi Türkiye’de ikamet ettiririz ve bu iş kapanır’ demişti. Dr. Küçük öfkesinden ben ise hayretimden dona kalmıştık.”[iii]

 

Avukatların cenaze töreni:

Avukatların cenaze töreninin nasıl geçtiğini öğrenmek için Özker Yaşın 26 Nisan 1962 tarihli Rumca gazetelere bakılmasını öneriyor. Yaşın’a göre söz konusu Rumca gazetelerin ön sayfalarında cenaze törenini yansıtan birçok fotoğraf yayımlanmıştır.

Özker Yaşın ayrıca günlük çıkan Halkın Sesi ile Bozkurt Gazetelerinde cenaze töreniyle ilgili doğru dürüst bir haber dahi bulunmadığını belirtmiş. Devamla “O güdümlü gazeteler sanki bir gün önce Lefkoşa’da böyle bir cenaze töreni yapılmamış gibi davranmayı siyasetlerine uygun bulmuşlardır” diye yazmış ve “Bence bu iğrenç Avukatlar Cinayeti’ni araştırmacılar o günlerin Rum basınından doğru şekliyle öğrenebilirler…” cümlesiyle sonlandırmış.[iv]

En son bir de o gün cenaze törenine katılmayanlardan bahsetmiş kitabında Yaşın.

Şiir ve edebiyattan anladığı, sık sık kitap satın alıp çok okuduğu için de, “Keşke Nejat Konuk gibi aydın kişilerin sayısı Kıbrıs’ta daha fazla olsa” diye bahsettiği Konuk’un, avukatların gömüleceği günkü cenaze töreninden hemen önceki davranışlarını görünce ondan soğumuş.

“Çok iyi anımsıyorum” diye yazmış Yaşın.  “Avukatların cenaze gününde sabah dükkan dükkan dolaşarak esnafın cenazeye katılmamasını söyleyenlerden birisi de Nejat Konuk idi.”[v]

Özker Yaşın’ın kitabında, Avukatların cenaze törenlerinin gerçekleştiği gün, Nejat Konuk ile Mapolar arasındaki sohbeti anlattığı bir sayfa var ki…

Ben söz konusu sohbette söylenip yazılanları burada yazmaya utanıyorum.

Meraklıları isterlerse bir göz atsınlar… Hele de kitabın ellinci sayfasında konuşulanlara inanamayacaklar!..

 

Emin Hikmet:

14 Haziran 2008 tarihli Kıbrıs Gazetesi’ndeki köşesinde Ahmet Tolgay, Ayhan Hikmet’in küçük kardeşi Aydın Hikmet’in kendisine gönderdiği mektubu yayımlamış.

Tolgay’ın sinik bir dille “kendisini Ankara’ya zorunlu sürgün ettiği”[vi] dediği yazısının Aydın Hikmet, o yıl Başbakanlık koltuğunda oturan Ferdi Sabit ile üç kez denemesine rağmen bir türlü görüşememiş. Bu nedenle de A. Tolgay’dan, gönderdiği “açık mektubun” yayımlamasını istemiş. A. Tolgay’ın köşesinde yayımlamış olduğu Aydın Hikmet’e ait mektubun dönemin Başbakan’ı Ferdi Sabit’e hitap eden mektubunun bir yerinde şöyle yazmakta:

Ayhan Hikmet’in savunduğu anlamda bir demokrasi bu ülkede henüz gerçekleşmemiştir. Bunun en açık kanıtı, maktul Ayhan Hikmet’in oğlu Mehmet Emin Hikmet’in, babasının kabrini ziyaret etme imkanına dahi sahip olamayışıdır.”

Neden yazdım mektuptaki bu paragrafı?

Anlatayım…

Annan Planı referandumundan önce sınır kapılarının açıldığı ilk günlerde Ayhan Hikmet’in oğlu Emin Hikmet ile tanışma ve konuşma fırsatım olmuştu. Ondan sonra da ne yazık ki bir daha karşılaşmadık. Aradan geçen 7 yıla rağmen onunla o günkü konuşmamızdan aklımda kalan birkaç şeyden birisi de, Emin’in babasının mezarını ziyaret etmek isteğiydi. O gün Emin Hikmet ile birlikte İzzet İzcan ve ben Ledra Palace barikatına kadar yürüyerek gelmiş ve yolda gelirken de sanırım Emin, birkaç kez babasının mezarını görmek isteğini tekrar etmişti.

Hiç unutmayacağım.

O gün barikat kapısında ayrılırken en son olarak bize; “Sizinle sınırı geçebilseydim eğer, bir de ekmek kadayıfı yerdim” demişti…

Nasıl oldu İzzet’in de benim de ancak Barikatı geçince düştü jetonumuz. Ona barikatta beklemesini ve yakındaki Barış Burcu’nun dükkanına bir koşuda giderek ekmek kadayıfı alıp getirmeyi ilk anda akıl edememiştik. Akıl edip de geriye döndüğümüzde ne yazık ki çok geçti…

Demek istediğim şu ki; sadece “hain” ilan edilerek öldürülen henüz yeni evli genç insanlarımız değil, onların çocukları ve dahası dul kalan eşleri de çok acılar çektiler sonraki yaşamlarında.

İki avukatın eşleri ve çocukları çok acılar çekti…

Önceleri iki çocuğuyla kayınpederinin yanında kalmayı deneyen öldürülen Ayhan Hikmet’in eşi Sabiha Hanım, Lefkoşa’da tacizcilerin hücumuna uğrayınca, çocuklarını da yanına alarak Peristerona’daki anne ve babasının yanına kaçmış.

Bir “hain” karısı olarak yaşamak orada da mümkün olmamış. Teşkilatın tacizi köye kadar uzanmış.

Hıfsiye ile Hikmet babasız büyüdükleri hayatta, en çok birbirleriyle oyun oynamışlar, birbirlerinin arkadaşı olmuşlar en çok.

Daha fazla dayanamamış Sabiha ve bir gün alıp oğlunu kaçmış Rum kesimine. Bir Rum sünger tüccarı ile evlenmiş. Hıfsiye 13 yaşına kadar Türk kesiminde dedesi ile nenesinin yanında kalmış.

Sonra da o da çekip gitmiş annesiyle kardeşinin yanına.

Ahmet Muzaffer Gürkan’ın eşi İsmet Hanım kocasının ölümünden sonra çok çektiğini, bir süre tuvaleti olmayan bir odada yaşadığını, kakasını yapıp sabahın erken saatlerinde hisardan aşağıya attığını anlatmış. Ama “Allah’ını seversen yazma anlattıklarımı. Beni öldürürler” diye de sızlanmış…

Her gün çağırmalar, hakaretler. İki kardeş polis çavuşu vardı, Oğuz ve Kemal. Şimdi Londra’ya kaçtılar. Çok eziyet ettiler bana. Bir gün yine çağırdılar, gittim. Karakola girdim, baktım kıçında don, üzerinde atlet birisi, “Geç içeriye” diyor. “Ne zamandan beri don-atletle karşılıyor insanları polisler” dedim. Çekip kaçtım.

…Aç kaldığım günler oldu, çok acılar çektim ama direndim. Amaçlarını biliyordum. Beni bezdirip Ayhan’ın karısı gibi Rum tarafına kaçmamı istiyorlardı.”[vii]

 

Şiire atılan teşkilat dayağı

Sadece Ayhan Hikmet’in eşi ve çocukları mı taciz edilmiş.

Başaran Düzgün, 17 Nisan Pazar günü Havadis Gazetesi’nde yayımlanan makalesinde, Ayhan Hikmet’in kardeşi Hizber Hikmet’in şiirine atılan teşkilat dayağından bahsetmiş köşesinde. Bu nefis makalesinde Başaran, Neşe Yaşın’ın 1990’lı yıllarda Polis Sokak’ta kurduğu Sanat Evi’nin konuğu olan Uzay Şairi Osman Türkay’ın şiirleriyle ilgili konuşmasını izlemiş önce. Sonra, işin soru ve söyleşi kısmında şahit olduklarını yazmış. Anlatısında orada bulunan Hizber Hikmet’in; “Beni teşkilatın adamlarına dövdüren sendin değil mi?” sorusu karşısında Uzay Şairi Osman Türkay’ın kekelediğini cevap vermeyip orayı terk ettiğini yazmış.

Olayın devamını Başaran Düzgün’den dinleyelim…

Meselenin aslını daha sonra öğrendik. Hizber Hikmetağalar’ın şiir yazma merakı varmış.

Osman Türkay o zaman Halkın Sesi Gazetesi’nin sanat editörüymüş. Hikmetağalar şiirlerini gönderiyormuş Osman Türkay’a yayımlaması için. Sakıncalı bulunan şiirler düzenli olarak “teşkilata” iletiliyormuş. “Teşkilattan” bir aklı evvel uyarın şunu demiş.

Bir gece vakti, evine giderken maskeli üç kişi Hizber Hikmetağalar’ı çok fena dövmüşler. Fazla direnememiş biçare. Saldırganlardan bir tanesini sesinden tanımış. Ama yıllarca birine bir şey söylememiş korkusundan. Kolay mı? Hizber Hikmetağalar öldürülen avukatlardan Ayhan Hikmet’in kardeşi. Aile ne acılar yaşadı bu topraklarda.”

Başaran makalesinin sonuna doğru, o gece Hizber Hikmet’in kendisini gece karanlığında dövdüğünü söylediği kişinin günümüzde “gazetecilerin duayeni” olarak tanınmış bir kişi olduğunu yazmış.

Anlaşılan, değil o yıllarda ortalıkta “Türk Milliyetçisi” geçinen “kovboy kılıklı lümpenler”, şair ve aydınlarımız bile gönüllü ispiyonculuk yapıyorlarmış “Teşkilata” ve hatta “dayakçı” rolünü kuşanmaktan dahi geri kalmıyorlarmış. Bunda teşkilatın o yıllarda yarattığı korku ortamının büyük payı olsa gerek…

 

Dönemin lise talebelerinin gözüyle avukatlar:

Avukatlar öldürüldüğünde lise öğrencisi olan Bekir Azgın ise Mart 2011 tarihli Havadis’teki köşe yazısında şöyle anlatmış o günleri…

Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan öldürüldükleri zaman ben lise öğrencisiydim. 24 Nisan günü birinci dersi ya yaptık ya yapmadık ki okul avlusunda toplanan bir kalabalık ‘Vatan Hainlerine Ölüm’ diye slogan atmaya başladı. Biraz sonra biz de onlara katıldık.

Hiçbir şeyden haberimiz yoktu. En azından bir kısmımızın yoktu. Bunlara ben de dahildim. Durumu öğrenmeye çalıştık. Meğer bir önceki gece iki vatan haini öldürülmüş. Kimdi bu hainler? Cumhuriyet Gazetesi yazarları imiş. Ve lise öğrencileri bayram yapıyorlardı.

Belli ki öğrenciler belli bir merkezden yönetilip yönlendiriyorlardı. Bugün geriye baktığım zaman, daha kesin konuşabilirim. Bundan eminim. Öğrencilerden bazıları TMT mensubuydu. Daha sonra kendileri itiraf ettiler. Öğretmenlerin bazıları TMT komutanıydı. İşleri onlar organize edip kotarıyorlardı. Biz de koyun sürüsü gibi peşlerinden gidiyorduk. Sürüden ayrılanı kurt kapmasa bile TMT kapıyordu. Ne günlerdi ama.”

 

Orgeneralin yıllar sonra yaptığı itiraf:

Yıllar önce gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söylediği “6-7 Eylül Olayları Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmedir” sözleriyle ilk askeri sırrı ağzından kaçıran Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri ve Özel Harp Dairesi eski Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu ikinci bir devlet sırrını daha ağzından kaçırdı.

Fatih Güllapoğlu’na söylediği, “6-7 Eylül Olayları Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmedir” şeklindeki sözlerine açıklık getirmek isterken,Özel Harp Dairesi’nin çalışma sistemini anlattığı Habertürk muhabirine: “1971’de Özel Harp Dairesi’ne Kurmay Başkanı oldum. 6-7 Eylül olayları 1955’te oldu. O tarihte Özel Harp Dairesi yoktu zaten. Kıbrıs için kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu vardı” dedi.

Güllapoğlu’na verdiği demeçle ilgili olarak ayrıca: “Gazeteci bana ‘Bu olay neden yapıldı?’ diye sorunca ona akademik düzeyde konuştum. Şunun için yapılır dedim; ‘Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini arttırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.’”

Böylece Kıbrıs’ta iki avukatın öldürülmesine yol açan Bayraktar ve Ömeriye Camiilerinin bombalanmasından tam 48 yıl sonra 24 Eylül 2010 tarihinde Habertürk’e yaptığı konuşmada, “Halkın mukavemet gücünü artırmak için düşman yapmış gibi Kıbrıs’ta bir cami yaktık” sözleriyle 48 yıl önce avukatların öldürülmesine neden olan haberin aslında doğru olduğu da dönemin en yetkili askeri ağzından teyit edilmiş oldu.

Tabii Habertürk muhabirinin “Cami mi yaktınız?” diye sorması üzerine ağzından kaçırdığını fark eden Yirmibeşoğlu, “Mesela diyorum…” deyip sözlerini yeniden toparlamaya çalıştı.

 


[i] Bilindiği üzere Özel Harp Dairesi’nin ilk örgütlenmesi Seferberlik Tetkik Kurulu’dur. Soğuk Savaş Koşulları sırasında, özellikle Avrupa, Latinler ve Asya ülkelerinde ABD tarafından yapılandırılıp finanse edilen ve asli görevi olası sol ya da komünist bir ayaklanma veyahut da Sovyet işgali sonrasında ülkenin dört bir yanında anti-komünist silahlı direnişi örgütlemektir. Türkiye’de 27 Mayıs Askeri Darbesi olunca Darbeciler, ilk anda “Seferberlik Tetkik Kurulu”nu Menderes’in kendi lehine de kullanabileceği bir askeri güç olarak görürler. Ve üst düzey kadrolarını dağıtma yönüne giderler. Bu Kıbrıs’ta TMT teşkilatının oluşumundaki Seferberlik ve Tetkik Kurulu subaylarının İsmail Tansu ile Kıbrıs TMT Başkanı Rıza Vuruşkan’ın, 27 Mayısçılar tarafından makam ve görevlerinden alınmalarına yol açar. Ancak TMT örgütlenmesinde sadece Rıza Vuruşkan gider ve yerine Mağusa Sancaktarı TMT Başkan’ı olarak tayin olurken, diğer Kıbrıs kökenli kadrolar aynen kalır. Avukatlar Cinayeti işte tam da bu zaman aralığında işlenir.

[ii] Melek M. Fırat, 196-71 Arası Türk Dış Politikası, Sf. 74-75

[iii] R. R. Denktaş, Hatıralar, Toplayış, 10. cilt, Sf. 169.

[iv] Özker Yaşın, Nevzat ve Ben, Sf. 48

[v] a.g.e. Sf. 50

[vi] Elbette kimse kendi kendini “zorunlu sürgün” etmez. Ama zorunlu olarak sürgün edilir. Çünkü bu kavram bir kişinin kendi iradesi ile yaptığı bir eylem değil, aksine maruz kaldığı bir fiildir. Yani sürgün edilen kişi kendi iradesi dışındadır ve edilgendir. Dolayısıyla Sayın Ahmet Tolgay’ın bu cümlesinde “Yakın tarihin üzerimize sinmiş bir korkusunun mu saklı olduğu, yoksa uğranan haksızlıktan dolayı konuya sinik (alaycı) bir girişi midir?” doğrusu tam olarak kestirmiş değilim.

[vii] Sevgül Uludağ, 26 Mayıs 2005, Yeraltı Notları, Yeni Düzen.