Halil Paşa’nın Poli Dergisi’ndeki yazısı:
DÜNYANIN EN TUHAF….
Seçim davulu bir kez çaldı. Kuzeyin yakın zamanda “çöp kent” olmakla ünlenmiş en büyük kenti belediye seçimlerine odaklanmak üzere.
Ama “Kıbrıslıtürk solu” Lefkoşa’yı nasıl yaşanabilir bir kent yaparız diye kafa yorup da “ortak bir aday” saptayarak, Lefkoşa sakinlerini ayağa kaldıracak bir girişimi kendi örgüt çıkarlarına bir defa daha kurban etti.
Zaten uzun bir zamandır cemaatımızın üzerine “ölü toprağı” serpilmiş…
Dünyada gelişmiş ülkelere göre daha pahalı elektrik kullanmamıza rağmen, hem mali açık ve hem de teknik olarak gelişemeyen elektrik kurumumuzu…
Keşmekeşe dönmüş trafiğimizi ve araç kuyruklarımızla rekor düzeydeki trafik kazalarımızı…
Artık gözümüze batmaz olan rengarenk neon ışıklarıyla k(a)rhane ve kumarhanelerimizi…
Dairede işine değil de çalışma arkadaşı kadınları tacize yoğunlaşan amirlerin gazete haberlerine konu oluşuna lakayt kalışımızı…
Başbakana sahte evrak ile komplo yaptıktan sonra, gazetelerde el öperek bu vartayı atlatmaya çalışanın ve el öptürerek ona yardımcı olmaya çalışanın tebessümünde donuklaşmış fotoğraf karesinden cemaatçe “infiale” kapılmayışımızı…
İşadamı-siyaset-adalet sarmalında dile düşen, günlük gazete manşetlerine yerleşen şüphe ve endişe verici anlatılara toplum nezdinde kayıtsız kalışımızı…
Kadına şiddete ve dahi kadın ve çocuk cinayetlerine, ölümlü trafik kazalarındaki artışa “marjinal” ölçekte ses çıkarışımızı…
En masum-demokratik gösterilerimize, silahlı-coplu-kalkanlı resmi üniformalarıyla, siyah gözlüklü sivil kıyafetleri ve kameralı-fotoğraf makineli ve de dinleme cihazlı tam teçhizat teknik ekibiyle, “hasım” gibi karşımıza diklen güvenlik güçlerimizin ölçüsüz gövde gösterisine toplumun kör ve sağı halini…
Dahi güç kullanımına ve de sonrasında bir de yetmezmiş gibi şiddet kullandığı göstericilerden davacı olunmasına çoğunlukla seyirci kalışımızı…
Ve nihayet aylardır “çöp kent”e dönüşmüş, b.k kokulu başkentininçeşmelerinden paslı-tuzlu ve da lağımın da karışmış gürül gürül sularının akmasına seyirci kalanları, “ölü toprağı serpilmiş cemaat” olarak değil de başka nasıl tanımlayabiliriz ki…
Bu ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğu şu an itibarıyla her seçim döneminde oltanın ucundaki minik yeme konsantre olmuş “balık hafızası”yla, adanın yakın ve uzak geçmişine bir sünger çekerek şairin seksen yıl önce mısrasında dile getirdiği “sürüye katılan koyun” misali salhaneye koşan ve içerisinde yüzdüğü deryanın fevkinde olmayan “balıktan da tuhaf” tiplemesine değil de başka neye uyuyor diye düşünüp duruyorum…
Oldu olacak şiirini bu mısralarını da yazmış olayım…
‘Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf…’
Eline kaleme alarak kimi işe alacağını “tik”lemekle meşgul olduğu başbakan bile bilir de, solun tepesine çöreklenmiş yöneticiler bunun farkında değiller mi sanki?
“Solun ortak adayı” için kendisi heyecan duymayan, birkaç kelle için ittifaktan yan çizerek bölünmekte bir sakınca görmeyen bir örgüt, hangi yüzle Lefkoşa sakinlerinden oyunu bölmeyip kendine vermesini isteyecek?
İyisi burada durayım. Nefeslenip, artan kan basıncı ile kalp ritmimi düşürmek için, içerisine doğup büyüdüğüm bu kentten, hatıralarıma misafir ettiğim eski Lefkoşa’ya dair bir şeyler yazayım…
LEFKOŞA YASEMİN DEĞİL, ESNAFI GİBİ KOKARDI…
1957 Lefkoşa’da İngiliz Sömürge döneminde bugün Güney’de kalmış Lefkoşa Hastanesi’nde doğdum. Köşklü Çiftlik ve Marmara Bölgesinde yaşadım. 18 yaşına kadar babamın Lefkoşa surlar içerisindeki dükkanı ile Lise ve Ortaköy arasında geçti ömrümün en genç yılları.
1963-74 arasında Kuzey ile Güney Lefkoşa’nın bugünkü sınırlar ne ise, ne bir eksik ne bir fazla aynen öyleydi. Güney’deki yarısı kadar olmasa da, elbette Lefkoşa’nın Kuzeyi daha temiz, daha sakin ve bugünden daha yaşanılır bir kentti.
Son yıllarda ayaküstü konuşmalarımızda, facebook’da, twitter’de, e-posta trafiğinde ve gazete makalelerinde ve dahi manşetlerde en çok da “yasemin kokulu Lefkoşa”ya dönüş metaforu işleniyor ya…
Ama hani sokakları da “yasemin mi kokuyordu?” diye soracak olursanız size cevabım, iki kelimeden ibaret ve “öyle hatırlamıyorum” olacaktır…
Üstelik dedim ya, Güney’i Kuzeyinden daha varsıl ve çok daha temizdi Lefkoşa’nın. Tıpkı bugün gibi Lefkoşa’nın Kuzeyinden Güneyine, Lokmacıdan Uzun Yol’a, Ledra Palace’dan Metaksa’ya, (şimdiki Elefteria Meydanı-hp) GG’den Mağusa Kapısı’na her geçişimde, Güney’in neden biz Kıbrıslıtürklerin yaşadığı Kuzeyden çok daha gelişmiş ve temiz, geceleri daha aydınlık ve çok daha varsıl olduğuna, o çocuk aklımla yerinir dururdum.
Solcusu sağcısıyla Kıbrıslıtürklerin, 1963-74 Lefkoşa’sını yaşayan kuşağımın, şimdi o günlere duydukları özlemi, “Yasemin”i sembol alan metaforik bir isteğe dönüştürmeleri elbette anlayabildiğim bir şeydir. Çünkü her ne kadar Lefkoşa sokakları 1960’lı yıllarda yasemin kokmuyorsaydı da, birçok evin iç-avlusunda yaseminlere rastlanırdı. Ve akşamüzeri o yaseminler hurmaların yapraklarına dizilir, tepsilere sıralanır ve en çok da çocukların yalvar yakar bağırışları eşliğinde, az zamanda iyi bir “cep haçlığı”na dönüşüverirdi…
Lefkoşa’nın ne koktuğuna gelince.
Lefkoşa günün her saatinde daha çok Lefkoşalı gibi kokardı.
Lefkoşalı gibi?
Yani Lefkoşa’nın esnafı gibi kokardı.
Gündüz başka gece başka…
Sabah’ın erken saatlerinde, Hummus çorbası, kavrulmuş ciğer, kömürde kebap, çörek ve kolyandrolu çakıstes kokuları ile başlayan gün, öğlene doğru kavrulmuş kahve çekirdeği kokusuna karışırdı. Karanlık çökmeye başladığında ise Osman Gezer ile Aynalı’nın güveyisi Kemal dayının fıstık kokuları ve H. Sesi ve Bozkurt gazetenin mürekkep kokusuna teslim olurdu Girne kapısı.
Bir de “Şamişici Abdulla”nın lokma ve şamişi kızarttığı kazanlarından yayılan kesif yağ kokusuna…
Tepsilerde dizi dizi yaseminler ve o yaseminlerden yayılan koku, o yılların Lefkoşa fotoğrafının en güzel ama en küçük detaylarından birisiydi belki.
İnsan bir kenti kaybettiğini anlayınca, artık bir daha yaşamayacağı anların en güzel karelerini mi nakşeder hatıralarına?
Düne duyduğumuz özlem, bugünün “biz”ini, bir metafor arayışına mı iter?…
Bir gerçek miydi “yasemin kokulu Lefkoşa”, yoksa şimdilerde “ölmekte olan cemaatın, sıtmaya razı olma” hali mi?
Eski Lefkoşa deyince yasemin kadar gannavuri kokusunu da hatırlarım.
Gannavuri satan biri kadın diğeri adam, isimlerini çoktan unuttuğum o çok yaşlı amca ile teyzeyi… Bir de “gannavuriciler”in, şeherin arka sokaklarına sinmiş, sigara dumanından daha ağır ve puro’dan daha hafif o ağır ot kokusunu…
Ama şeherin kokusu, yazmış olduğum gibi, esnafının kokusuydu.
Belki biraz eksik, belki biraz fazla…
Belki de yasemin kokusu fazlası, gannavuri eksiğiydi…
Neden yazdım sanki bütün bunları?
Lefkoşa Belediye Başkanlığı seçimleri üzerine yazacaktım ama…
Midem bulandı, elim gitmedi, içimden gelmedi yazamadım…
Köfteci Nihat ile Ciğerci Osman’ın kebap, Hummusçu Abdullanın tahin ve nohut,Osman Gezer’in fıstık, “Ağa”, “Özerlat” ile “Con”dan yayılan kavrulmuş kahve çekirdeği kokusu… Ve hatta “Şamişici Abdulla”nın o kızarmış ağır yağ kokusu, dahi arka sokaklarına sinmiş gannavurinin kokusu…
Bütün bu kokular, bugünün Lefkoşasını teslim almış siyasi kokusundan, çok, ama çok daha “saf”, hani “hilesiz” ve “hurdasız” olduğunu anlatmak için…
Cahit Sıtkı Tarancı’nın, “ölümden sonra”sını anlattığı şiirindeki gibi…
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bize arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok.
“TÜRKİYA GELMEZSA B.K’TUR İŞİMİZ”Dİ… YA ŞİMDİ?
İçimden sadece bunları yazmak geldi ama; gelin görün ki siyaset denen illet bizi kendi doğasına gizlenmiş hastalıklarıyla uğraşmaya zorluyor…
1963-74 aralığının Kuzey Lefkoşa’sında en popüler erkek toplanma yerlerinden olan kahvehanelerde ve kadınların da kahve sohbeti için toplandıkları evlerde, “Türkiya gelmezsa b.kt’ur işimiz” lafı, isyanla karışık Lefkoşalının en mühim tekrarlarındandı…
PIK’in; “bekledim de gelmedin, yollarını gözledim” şarkısına karşılık, BayrakRadyosunun transistörlü radyolarından parazitler eşliğinde yükselen “bir gece ansızın gelebilirim” şarkısı eşlik eder, ama yine de söndüremezdi Lefkoşalının bu dört kelimeden ibaret şikayetini…
Türkiye’nin adaya gelişinden bir süre sonra, eski Lefkoşalıların geçmişte cennetten bir parça olacağını kurguladıkları adanın Kuzeyi’nde ve başkentindeki insan manzaralarının yarattığı büyük hayal kırıklığı, “asıl şimdi b.k’u yedik” mealindeki “bittik – tükendik” şikayetlerini tetiklediğini bilmem burada yazmama gerek var mıdır?
Türkiye’nin bir nehir gibi adanın Kuzeyine akan 40 bin kişilik ordusunun, bir yıl sonra 40 yılını dolduracak olan ve hala sürmekte olan kontrolsüz giriş ve göçlerden sadece Kıbrıslıtürkler mi şikayetçi olan?
Geçtiğimiz günlerde, sanırım ya Kanal Sim ya da Mayıs FM kanallarından birisindeki konuşmacıydı. 1974’ün hemen sonrasında Türkiye’den gelip Galatya’ya yerleşen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini ve yaşının da 30’larda olduğunu tahmin ettiğim genç, büyük bir heyecanla, Türkiye’den göçler nedeniyle Kıbrıs’ın Kuzeyinde, yaşam kalitesinde 1980’lerle birlikte başlayıp 1990’larda ve nihayet günümüzde yol açtığı olumsuzluklardan şikayet edip duruyordu.
“Türkiya gelmezsa b.ktur işimiz” 40 yıl öncesinin gerçeği ise; 1974 sonrasında Türkiye’den gelen ve bugün ikinci kuşağı oluşturanların Kıbrıslıtürklere katılarak; “asıl şimdi b.k’u yedik” deyişi de bugünün gerçeğidir.
KABAHATİN ÇOĞU BİZİM…
Şimdiye kadar seçilen hiçbir hükümet Kıbrıs’ın Kuzeyine yaşanan göçlere engel olacak siyasi iradeyi gösteremedi. Askeri getto yaşamının derin devlet menşeli kırk yıllık mottosuna elini süremedi.
Dahası Denktaş sonrasında seçilen cemaat liderleri de, “kraldan kralcı” bir eda ile; “950 kişilik Garanti Antlaşmasına karşılık adada tutulan 40 bin askerden tek bir eksiltemeye yanaşmayacağını” milliyetçi bir refleks ve üstelik de sert bir dille çözümün önüne dikmekten imtina etmediler…
Böylece 40 yıl aradan sonra, bu kadar çok ve kalabalık nüfusu kaldıramayacağını anlamış cemaatın bile gerisine düştüler…
Sonuçta koltuğu düşünen siyasetçiler gibi, insanlar da kendi gündelik çıkarlarına konsantre olup, çözümden ve seçtiklerinden ümidi keserek, sokaktan evlerine geri döndüler…
Böylece Annan Planı sonrasında ağır ağır boşalan sokaklar, az sayıda siyasetçi, sendikacı, sivil toplum örgütü ve aktivist’in fedakarane çabasına terk edildi
Aslında biz Kıbrıslıtürkler, yeniliğe açık bir toplum değiliz.
Gerçi adalı bir yaşamda çoğunluğun eğilimi de genellikle güçlü olanın peşinden savrulmakla malul bir muhafazakarlıktır ya…
Bizimkisi de o hesap…
Bu nedenledir ki aramızda siyasi, sosyal yaşamda değişime açık olanların sayısı bir elin parmakları kadardır. Onlara da “marjinal” diyorlar.
Gösterileri, söylemleri, çıkışları kulağımıza hoş gelse de, haklı olsalar da onları yalnız bırakıyoruz.
Siyasal ve yerel seçimlerde acı gerçeğimize parmak basan bu marjinallerden; “ne kadar güzel konuştu” lafını, kendimiz ve ailemiz yararına medet umduklarımızdan da muhafazakar “oyumuzu” esirgemiyoruz.
Kendi küçük menfaatlerine odaklanmış biz Kıbrıslıtürklerin, hiç mi suçumuz yoktur “siyasi irade”den yoksun bugünkü acınası halimizde?
Ve şairin yazdığı gibi…
“kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Devrimci ozanın sazındaki türkü gibi:
“… geldik bugüne”
“kör olasın demiyorum, ama kör olmada gör beni”…
LTB SEÇİMLERİ ÜZERİNE…
Cemaatımızın bugün en çok şikayetçi olduğu ve ada tarihinde “en uzun süre hükümet”te kalan UBP’nin ortasından ikiye bölündüğü en zayıf bu döneminde yapılan farklı anketlerde bile, UBP hala birinci parti olarak çıkıyorsa bunu daha nasıl izah etmek mümkün…
Dahası Lefkoşa, sokaklarının pislikten geçilmediği, belediye işçilerinin öden(e)mediği, kendi başkanının istifa etmekten yakasını kurtaramadığı, belediye ile ilgili yolsuzluk ve usulsüzlük davalarının mahkemede sıraya girdiği, “babasının çiftliği” imiş gibi sorumsuzca yapılan ölçüsüz harcamaların her gün gazete manşetlerine taşındığı bir zaman diliminde, birkaç ay sonra yapılacak seçimlerde…
UBP adayının kazanabileceği hala büyük bir olasılıksa eğer…
Üstelik kazanmaya yakın diğer aday da, UBP’den türemiş bir parti olan ve istifa eden Bulutoğlu’nun belediye başkanlığına adımını attığı ilk parti olan DP’li ise eğer…
…………………………………………………..
CTP en güçlü döneminde devrettiği belediye’yi geri almak isteseydi eğer, “ortak aday” için çaba gösterir, heyecan duyardı.
Ne yazık ki basiretsiz ve beceriksiz yöneticilerinin 78 Kuşağı solundan miras kalmış refleksiyle, “en büyük parti, benim partim” böbürlenmesi içerisinde, “isteyen peşimden gelir” düsturuyla hareket ediyorlar hala…
Bilinen şu ki; TDP de tam bir pragmatizm örneği sergileyerek, önce CTP ile kelle sayısında (siyasi ilkelerde, ya da LTB nasıl kurtulur, kent ve sakinlerin yaşam kalitesi nasıl artırılır vb. konularda değil-hp) pazarlık etti.
Sayıda uzlaşma sağlanamayınca CTP’nin biraz geç kalmış ve daha etkisiz bir “sol versiyonu” olarak onu taklide soyundu. Malum iki parti dışındaki “sol” için de görüşlerine gerek duyulmayan, seçim davulunun çalmasıyla nasıl olsa gerekli destek bir şekilde sağlanacak “marjinaller” değeri biçildi.
Böylece “sol’un ortak adayı” söyleminin de bu iki parti nezdinde, ister istemez daha çok kendi örgütsel çıkarlarının önemsendiği bir durum hasıl oldu…
“YENİ SOL”DAN HER ZAMAN ÜMİTLENDİM, AMA SEÇMENDEN “TIK” YOK…
Benim anladığım kadarıyla bir yıllık LTB Başkanlığını kazanmak için “sol” ne hazırlıklı, ne de çok isteklidir…
Zaten UBP’nin siyasi ahlak falan dinlemeyip, istifaya zorlamadığı ve bıyıkaltı bir tebessümle “nasıl kazıkladık ama”yı oynadığı belediye meclis üyeleri karşısında, CTP-TDP’nin niyeti belediye başkanlığında seçimleri kazanmaktan öte bir yıl sonraki seçimler için LTB seçimlerini bir sıçrama tahtası olarak kullanmaktır…
Uzun lafın kısası Lefkoşa’yı ve Lefkoşalıyı değil, ama bir yıl sonraki vekil ve yerel seçimlerde oylarını nasıl artıracaklarını düşünüyorlar…
Ne de olsa “Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir” ve bu da demektir ki bir yıl sonra “solda ortaklık” şartlar zorlasa dahi hiçbir şekilde ilkesel bir birlik için taraflar kıllarını kıpırdatmaya niyetli değillerdir.
Ancak sol deyince artık bundan sadece CTP ve TDP’nin anlaşılamayacağı da bir gerçek…
Sokağa bakınca, “marjinal” muamelesi görseler de diğer siyasal partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin, en az bu iki parti kadar sesleri yankılanıyor…
Çoğu da genç, dalında uzman, askeri disiplinden uzak, özgürlükçü, solu yerel değil ama küresel-evrensel tarafından okuyan-eleştiren bir kuşak…
Bilmem ki ne olacak???
Aralarından bir kişi vekil ya da belediye meclisi üyesi olsa…
Eminim sol’a bir soluk ve siyasete de bir miktar heyecan gelecek.
O zaman belki cemaatın üzerine düşen “ölü toprağı” dağılır ve sahne de renklenir…
Onlardan, aydınlardan, yalnızlıklarına aldırmadan bildikleri doğruları söylemekten bıkmayan, bazen kendi meşreplerine en yakın dururmuş görünenler tarafından dışlanan bu cesur insanlardan ve en çok da gençlerden daima umudum oldu…
Ama seçmenden hala “tık” yok…