Yüksek elektrik fiyatlarına karşı Bulgaristan’da iki haftadır devam eden gösteriler son günlerde iyiden iyiye yoğunlaşmış ve yolsuzluklara, düşük yaşam standartlarına ve elbette hükümete karşı büyük bir öfke dalgasını açığa çıkarmıştı. Başbakan Boiko Borisov önce elektrik fiyatlarında indirime gidileceğini açıklamış, sonra da maliye bakanını azletmiş olmasına rağmen protestolar devam etmişti. Ancak Salı günü gerçekleşen ve onlarca insanın yaralandığı gösteriler merkez sağ hükümet için son darbe oldu. İstifasını açıklayan başbakanın ve hükümetinin kaderi Perşembe günü gerçekleştirilecek meclis oylamasında belli olacak. Temmuz ayında gerçekleştirilmesi planlanan seçimlerin bu gelişmeler ışığında öne alınıp alınmayacağı henüz belirginleşmiş değil. Gözlemciler gösteri ve eylemlerin geleneksel partilerin ya da sendikaların inisiyatifinde ya da denetiminde gerçekleşmediğini vurguluyor. Eylemlerin örgütlenmesinde sosyal medya araçlarını kullanan gençler bilhassa öne çıkıyor.
Bulgaristan’da elektrik enerjisinin dağıtımının özelleştirilmesinin ardından sektör, Çek kökenli CEZ ve Energo-Pro ile Avusturya kökenli EVN gibi tekellerin eline geçmişti. Ücretlerin zaten çok düşük olduğu ülkede yüksek elektrik fiyatları, bilhassa kış aylarında can yakıyor ve tam da bu yüzden protestocular sektörün yeniden kamulaştırılmasını talep ediyor. Göstericilerin yarattığı ülke çapındaki dalgayı kazanca çevirmek isteyen Sosyalist Parti de seçimlerde iş başına gelirse elektrik dağıtımını yeniden kamulaştırmayı “düşünebileceği” yönünde açıklamalar yapıyor.
Bulgaristan’da daha önce de, 1997’de, bu sefer merkez sol hükümet pahalılık karşıtı protestolar nedeniyle çekilmek durumunda kalmıştı. Ancak bu son gelişmeler, Avrupa Birliği’nin bu en yoksul ülkesinin siyasal hayatına dair bir olağanüstülüğün ya da istisnailiğin eseri sayılamaz elbette. Krizin ve kriz dolayısıyla gündeme gelen radikal bütçe kesintilerinin tetiklediği protestolar karşısında düşen ya da alelacele seçime gitmek durumunda kalan hükümet örnekleri bütün kıtada giderek artıyor. Yani Avrupa, hele hele kıtanın periferisi, bir mini “argentinazo” dalgasıyla karşı karşıya. Hatırlanacağı üzere “argentinazo”, 2001 yılının Aralık ayından itibaren Arjantin’de krizin tetiklediği toplumsal ayaklanmaların mevcut yönetimleri ard arda devirdiği bir büyük mücadele dalgasıydı. Krizle beraber Avrupa’nın (özellikle de kıtanın “çevresinin”) radikal, saldırgan bir “Latin Amerika tipinde” neoliberalizmle tanışması, yine Latin Amerika tipinde büyük-spontan sosyal patlamaları gündeme getiriyor. Güney Amerika’da bir on, belki on beş yıl önce gündeme gelmeye başlayan bu toplumsal patlama ve direnişler, bugün Avrupa’da da yaygınlaşma eğilimi gösteriyor. Bu durum Avrupa’da siyasal mimariyi giderek daha kırılgan hale getiriyor.
Bulgaristan başbakanı istifasını açıkladığı gün Yunanistan’da yeni bir genel grev söz konusuydu. “Komşularda” pişenler otomatik olarak bizlere de düşecek değil elbette. Ancak bize yine de bir “ders” düşmeli (“darısı başımıza” demekle yetinmeyelim yani). Türkiye’nin oldukça karışık bir coğrafyada (sermaye çevrelerinin çok sevdiği tabirle) bir “istikrar adası” görünümü veriyor olması elbette bize de sirayet ediyor ve nasıl patlayıcı bir dünya ahvali karşısında olduğumuzu çoğu zaman unutuveriyoruz. Ekolojik krizle bütünleşen kapitalist kriz ve ABD emperyalizminin “göreli” bir gerileyiş içerisinde olması (bu ikincisi uluslararası ilişkilerin daha da militarize olması ve artan emperyalistler arası rekabet demek), yani Alex Callinicos’un tabriyle “liberalizmin ikiz krizi”, burjuva medeniyetinin topyekûn buhranına işaret ediyor. Sermaye ile emek güçleri arasında dünya ölçeğindeki güçler dengesi hâlâ birincinin lehine olsa da, yani düşman kazanmaya devam ediyor olsa da burjuva siyasal mimarisinin giderek daha kırılgan, dengesiz bir hal alacağı bir döneme giriyoruz. Tarihin hızlı aktığı, müteveffa Hobsbawm’ın ifadesiyle yeni “tuhaf zamanlar” ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde oluşturulacak “savunma mevziileri” çok hızlı ve beklenmedik karşı saldırıların kaynağı olabilir. Savunma ile saldırının iç içe geçtiği bir yeni tarihsel dönemin kıyısındayız. Bunu bir an olsun unutmamalıyız.
Kestirmeden söylemek gerekirse, dünyanın dört bir yanında yeni ve radikal bir kitle mücadeleleri dönemi kapımızdayken sanki her şey eskisi gibiymişçesine davranmaya ve düşünmeye devam ediyoruz. Maddi güçler dengesi değilse bile, moral güç dengesi sola dönerken biz hâlâ geçmiş on yılın kalıpları içerisinde düşünmeye devam ediyoruz. Muktedirlerin dünya ölçeğinde kadir-i mutlak olduklarını varsayıyor, egemenlerin disiplin, itaat ve rıza üretme teknikleri karşısında kendimizi çaresiz hissediyoruz. O nedenle mesela çoğumuz Arap devrimci sürecinde direnişlerin nasıl mümkün olduğuna ve bu mücadelelerden neler öğrenebileceğimize değil de iktidarın kendini bu direnişler aracılığıyla nasıl yeniden ürettiğine, emperyalizmin oluşmakta olan yeni koşulları nasıl belirlediğine veya belirlemek istediğine odaklanıyoruz. Direniş üzerine değil tahakküm üzerine yoğunlaşıyoruz. Bu ikisi elbette birlikte ele alınmalı ama direnişin nasıl doğduğu ve ne gibi devrimci olanaklar yarattığı zaviyesinden mi yoksa iktidarın kendisini nasıl yeniden ürettiği zaviyesinden mi baktığımız kritik önemde. Bu nedenle olacak, Bulgaristan konusunda sol sosyal medya mahfillerimizde tartışma konusu, hükümeti deviren bu sosyal hareketin ne menem bir şey olduğundan ziyade sabık başbakanın istifa ederken söylediği sözler (“polisin halkı dövdüğü ülkeye hükümet edemem”) oldu. Yani yine direnişi değil de iktidarı (bu sefer onun “âlicenaplığını”) tartışıyoruz; bu sosyal mücadeleden ne öğrenebilirizi sorgulamaktansa, Todor Jivkov’un eski bir “bodyguard”ı olan başbakanın yumuşaklığını Erdoğan’la kıyas ediyoruz.
İyimser olacak zaman değil elbette. Ancak illa kötümser olacaksak da Daniel Bensaid’in sözleri kafamızın bir yerinde kazınmış olsun: “En kurak dönemlerde ve en çorak topraklarda bile -akıntısı belki de sızıntıdan öteye geçmeyen- bir dere, bir çay bulunur; ama bu, şaşırtıcı yeniden doğuşların habercisidir.” Kuraklığın bilinciyle gözümüz çorak topraklarda takılı kalmasın, tam tersine belki de şimdilik bir sızıntıda başka bir şey olmayan dereye odaklanalım. Odaklanalım ki yeniden doğuş mümkün olsun. Çünkü derenin suyu kabarmaya başlıyor…