Ülkemizin kayıp edilmesi yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılmaya başlamasından mı nedir, sonunda “onu” dışında arar olduk… Oysa, doğru adres şeherin merkezi “dikilitaş” bilinirdi! Tabii, bir de diğer “anıt” önü (dianellos sigara fabrikasından bozma) toplumun derdine merhem / umut diye bakılarak seçip gönderdiği kulüp örneği sohbet edilen “meclis”. Ancak çoğunluğun her şeyin yine de hemen karşısındaki “şato”dan kotarıldığı! Her neyse, ne orda ne de burdaymış; anlamak için 40 yıl geçmesi gerekmiş… Aslında BM örgütü vardı, ne güzel hep çıkmaz sokakların “yol haritası”nı izletirken bizlere “ha gayret, az kaldı… mutlu son şu dağın ardında” birbirinden güzel hatta heyecan dolu pembe dizileri izletmekteydi.
Sonra AB dönemi başladı, bu da olayın gerçek fotoğrafını göstermeye yetmedi. Uluslararası hukuk ile anlaşmalar hep göz ardı edilince toplumların birbiriyle olan alacak, verecek mal, mülk kavgası başlatıldı. AİHM kararların peşi sıra gelmesi ülkedeki statüko durumu bir yerde kalıcılaştırmaya yönelik olduğunu da anlamakta geç kaldık. Öyle ya; bölünmüş ülkede karşılıklı toprak sorunu tazminatla, eşdeğerle çözüleceğinin fermanıydı. Ayrıca ve daha önemlisi şikayet edilen üşke bir yerde ve şekilde “resmi” meşruiyet kazanmaktaydı. Söyler misiniz “başka bir ülkenin al yönetimi” olmak ve buna her iki yanda uymak ne demek? Yaşananlar, çekilen acılar ve göz yaşları mı; her yerde olağan şeyler “dert etmeyin. nurlu ufuklar yakın” sebep olanlar, Kıbrıs halkı toplumların ilk elden sarılması gereken Kıbrıs Cumhuriyeti anlaşmaları “garantörlük” gizli silahıyla vurdular. Üç garantörün neyi garanti ettiği yoksa bilinmiyor mu “amarika yeniden keşfedilirken” sahnedeki oyun bayağı seyirci toplar olur!
Sahnedeki oyunun gerisi gelecek
Bir süre önce ihtilafın çözüm yerine doğru adres, geç kalınmış Brüksel çıkarmasıydı… her ne kadar karşıt “fantasma” gösterisine de sahne olmuşsa! AB yetkilileri, Avrupa Konseyi / Parlamento ilgilileriyle de temaslar yapılmış vs vs. Bakıldı ki dinleniyorlar, demek ki “devamda yarar var” Sendikal Platform olsun, kimi örg “ütler buralara çıkarma yapıyor. Son olarak İngiliz İşçi Partisi davetlisi olarak giden Sendika temsilcileri bu çerçevede “yararlı” görüşmeler yaptı, döndü. Anlaşıldığı kadarıyla (ben demiyorum) temaslardan çıkan sonuç “barış ortamının sürmesi” yolunda bugünkü statükonun resmileştirilmesi! Garantörlük hakkının devamı ve coğrafyadaki çıkarların korunması demek esasen ip ucunu vermektedir. Ülkenin kaybı ne yazık ki şimdilerde değil, ta 1950’li yıllarda toplumlara şiringa edilen “ırkçılık, şovenizm” belasıyla elde edilen ancak buna bile tahammül edilmeyip yaşatılmasına fırsat tanınmayan Kıbrıs Cumhuriyei’nin önce Yunan, sonra Türk askeri darbeleri sonucu 1974’de ortadan kaldırılmasında aranmalıdır.
Son Londra çıkarması bize “gidilecek köyün minareleri” hakkında tamamlayıcı bilgi veriyor. NATO ve garantör ülkelerin coğrafyadaki çıkarlarıyla uymlu yaşamaya mahkum Kıbrıs halkı toplumlar… Teslimiyet değildir… bizler çocuklarımız çekmiş, sıra torunlarla onların çocuklarına gelmiştir. Zaman “dağa çıkıp gerilla savaşı vermek” değil, akılla ve geleceğe olanaklar ölçüsünde sahip çıkmaktan geçer. Yaşamı “zehir” edenlere uyup bunu tümden felakete düşürmenin alemi yok! Neler mi yapılabilir; “uluslararası örgütlerle beraber hukuk savaşı vererek sosyal, siyasal, ekonomik mevzilerde kazanımlar sağlamak… bizdeki seçimlerin hele yaratılan demografik yapıyla başarı kazanılmasının da imkansızlığı bilinerek tabiatıyla! BM’nin yakında AB ile Kıbrıs planı sunacağı yönündeki sinyalleri iyi değerlendirmek gerekir.
Siyasete yön vermek
Batıda demokrasinin daha büyük oranda uygulandığı ülkelerde siyasi partilerin dayandığı “zemin” topluluk grupları bellidir… bizde ve daha geri kalmış toplum ve ülkelerde ne yazık ki işler ne demokrasi / insan hakları, ne de ideoloji penceresinden bakılarak yürümektedir. Siyasi partiler yer ve zamana göre bölgesel dini inanç, mezhep veya etnik yapılara bile dayandırılabilmekte. Kıbrıs’taki duruma gelince ilk başlarda toplumlar arasındaki farklılık milliyetçilik iken şimdilerde bizde bir de ithal din üzerinden etki yapması en tehlikeli olanıdır. KKıbrıslı toplumlar az çok “ders” çıkarmıiş olsa da diğeri için söylenemez. Geçmişte tartıştığım sendikacı bir dostuma “siyasi partilere yön veren sivil toplum örgütleridir… sozyal demokrat ve hele sosyalist iddiasındakiler tamamen sendikalara dayanır. Bu bakımdan onlara bağımlı olmak yerine onları doğru yola getirmeye çalışılmalı” demiştim de büyük tepki almıştım.
Ülkemizde ceryan eden olaylara bakınca; siyasi partilerle işbirliği tabiatıyla yapılacak, ama yapılırken bir çok konuda “olmazsa olmaz” ilkelerin ortaya konulmasında yarar bulunduğu, hatta vazgeçilmezliğinde direnilmesi gerektiğini söylemeye çalışıYorum. Hade Lefkoşa Belediyesi başkanlığı seçiminde ortak adayda uyuşma sağlanmadı… kriterleri başka olabilir ancak toplumsal geleceği etkileyecek ve sosyal, ekonomik ve en önemlisi varlığın kültürel yanını olumlu ya da olumsuz etkileyeceği kesin olan “özelleştirme” ve “eğitim” konusunda ödün verilmemeli. Öz varlıklar gittikten sonra neyle avunacaklarının hesabı şimdiden sorulmazsa (klasik ama) ihanetten başka bir şey olmayacaktır.
Güney’de başkanlık seçimi var… Batı’nın bölgemiz için biçtiği elbise (ya da kefen) kazanacak kişiyle alakası olmasa da, kamu oyu yoklamaları kendilerine bağlı ideolojik bakımdan liberal adayın kazacağı merkezindedir. Doğu Akdeniz doğal gaz enerjisinin pompalamasıyla çözüm ve barış umudunun çoğaldığı yorumları her geçen gün artıyor. Türkiye’de de buna paralelo İmralı ve anayasa sürecinden beklentiler Batı ile uyumlu… kimse kuşku duymasın!