Ortadoğun’nun ilgi alanına giren Türkiye Kürdistan’ına yönelik olarak TC. devlet politkasının, Kürt ve Kürdistan sorununu nihayetlendirme ya da çelişkiyi çatışma noktasından uzaklaştırma kararı; bugün gündem de çözüm süreci olarak deklare edilmiş durumdadır.
Çözme olgusunda; çözüme konu olan olgunun karakteri önemli olduğu gibi, bu karakterin bugüne kadar ki geçtiği merhaleler de önemlidir.
Diğer taraftan çözüme irade koyan/gösteren taralardan her birinin de karekter yapısı ve siylasal, kültürel yapıları da önem arz etmektedir.
Çözümün toplumsal taraflarının, çözüm etrafında şekillenmeleri ve şekillendirilmeleri de kayıt altına alınmalıdır.
Çözüme konu olan olgunun aktörlerinin siyaseti algılama biçimleri ve ideolojik edinimleri, çözüm olgusu üzerine etki eden halde olurlar. İdeolojik edinimi içerisinde “amaca varmak için her yol mübahtır” yer almışsa, böyle bir edinimin içerisinde ki aktörün; çözüm sürecini ve olgusunu kullanma olarak ele alması mümkünat içerisinde olabilmektedir ve olgu, onda istismar objesi olarak zihninde yer etmiş olmaktadır.
Çözüm sürecinin akamete uğrayıp uğramamasının gerekçelerinden diğer bir tanesi de, taraflarda ki merkezi disiplin kararlılığıdır.
Çözüme konu olan olgu, taraf olan toplumların hayatlarına temas etme, derecesi ve değdirilmesi haline orantılı olarak; tarafların bu konuda oluşan/oluşturulan zemine desteğini vermesi, olgunun toplumsal karakteri halidir.
Dolayısıyla:
Balkan ve Mekadonya topraklarında oluşan ulus devletler, yüzlerce yıllık Osmanlı feodal sömürgeciliğinin zincirlerini kırmalarının getirmiş olduğu ulus devlet kurma hallerinin; Osmanlı feodal sömürgeciliğinin bu topraklarda hegemonyasını devam ettirebilmek için kendisine önemli dayanak noktalarından olan kiliselerin, ruhban sınıfının bu topraklarda ulusal uyanışta önemli bir kurum olmasına da imkan sağlamıştı. Osmanlı, kiliseler aracılığı ile egemenliğini topluma hükümran ederken, aynı zaman da kiliseler bu ilişkilerde ayrıcalıklı halde olmakta idiler. Onların, toplum hayatının günlük hallerinin içinde devamlı bulunması halleri ve Osmanlı devlet kurumlarında itibar sahibi olmaları, onlara müracaat edilecek bir merci olma imkanını sağlamıştı. Ve dolayısıyla ulus ve ulus devlet kavramı bu topraklarda hıristiyanlık ve mezhepleri ile iç içe geçmiş halde olmuşlardır. Sonuç olarak buralarda kurulan ulus devletler süreci anlatımının diğer yüzü, bu topraklarda ki müslüman toplumların buralardan gitmesi gerektiği ruh halidir.
Aynı şekilde:
Osmanlıdan TC. devletinin var olma sürescinde, kurulmaya çalışılan ve kurulan devletin sınırları içerisindeki müslüman olmayan toplum kesimlerinin de bu topraklardan gitmesi, gönderilmesi gerektiği ruh haliydi. Ve taraflar birbirlerinden olmayan, aynı topraklardaki toprakdaşlarını öteki halde tutarak ve dönemin mücadele örgütlerinin yaratmış olduğu mültecilik ve mübadele hallerini yaşamışlardır.
TC. kendi payına gelenlerin müslüman ortak paydaları üzerine Türk’lük paydasını ilave ederek, devlet politikasından Türk’lük yaratmış ve bunu devletin Türk’ü noktasına taşımıştır.
TC’nin kuruluşu ile Kürt meselesinin Kürt sorunu haline gelmesinin aynı tarihi paralellik içerisinde olması ve devlet politikasının inkar ve imha olarak tespit edilmiş olmalasından dolayı, Kürt direnme ve isyanları aynı zamanda: Türkiye’ye muhacir olan toplumların Türk’leştirilmesin de araç olarak kullanılmış ve TC devleti Türk devleti olarak toplum hafızasına işlenmiştir.
Devletin; başından günümüze kadar geçen sürecinde Kürt’lerle olan ilişkilerinde devlet, hiç bir zaman güven verici bir konumda olmamıştır. İnkar ve imha politikası tek politika olmuştur ve bunun sonucu olarak Kürt toplumunda, tarihsel arka planı olan bir güven sorunu yaratmıştır.
Yaratılan Türk ulusuna (hızlandırılmış ulus) kendi formatları içerisinde görmedikleri farklı aidiyetler o kadar horlandırılmıştır ki bu toplumlar öteki olarak bilinçlere kazındırılmıştır. Ve son otuz yıl savaşı, Kürt özgürlük savaşı; TC devleti tarafından Türkleştirmeye tüm araçların kullanılmasının şahikası olmuştur.
Bu vesileyle, çözüm süreci bu yanıyla çok ciddi bir şekilde Türk sorunu haline getirilmiştir. Bunu, bu hale getiren devlet, Türk sorununu çözmede de mecburi muhatap halindedir. Türk sorununu yaratan devlet bu sorunu çözmenin de biricik görevlisi mecburiyetindedir.
Göstereceği kültürel, sosyal ve siyasal irade de çözüm sürecine merkezi disiplinle ortaklaştırma yapması, ona sorunu çözmede kolaylaştırıcı olarak dönecektir.
Çözüm süreci deyimini dilimize aldığımız anda:
Çözmenin tek aktörünün olmadığı ilan edilmiş olmaktadır. Çözüm kelimesi, tarafları iç barınma olarak kendisinde tuttuğu için kullanılacak olan dilin egemen dil dışlığında ki dil olması kendisini öne çıkarmaktadır.
Çözümde siyasi güvenirlilik (hele ki geçmişteki yaşatılanlardan dolayı) yokluk derecesine düşürtülmüşse, devlet bu halini bilincine çıkarmalı ve kendisine karşı olan güvensizliği güvene dönüştürmeyi kendisine görev edinmelidir.
Sinop’da, Samsun’da ortaya çıkan tablo, devletin; yaratmış olduğu Türk sorununu özel harp örgütlenmesi haline gelmiş olmasının kendisini açığa çıkarmanın ta kendisidir.
Türkiye’nin geleceğinin ne olacağı hali, TC devletinin Türk sorununu çözüp çözememesi ile yakından ilgili halde bulunmaktadır.
Özgür ve demokratik Türkiye, yaratılan Türk sorununu çözmekle yakından ilgilidir.
Devlet, Türk sorununu çözmediği müddetçe, Kürt sorununu uluslararası sorun haline gelmesi/getirilmesi olmasının önüne geçme imkanlarından devamlı olarak mahrum olmuş halde olacaktır.
Türkiye bunu asla hak etmiyor.