yazılariktibasABD hala kendini dünyanın sahibi sanıyor – Noam Chomsky
yazarın tüm yazıları:

ABD hala kendini dünyanın sahibi sanıyor – Noam Chomsky

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

chomskyBu makale, Noam Chomsky’nin “Power Systems: Conversations on Global Democratic Uprisings and the New Challenges to US Empire” (Güç Sistemleri: Küresel Demokratik Ayaklanmalar üzerine Konuşmalar) adlı yeni kitabının “Uprisings” (Ayaklanmalar) bölümünden uyarlandı. Sorular Barsamian’ın, yanıtlar Chomsky’nin.

ABD Ortadoğu’nun enerji kaynakları üzerinde bir zamanlar sahip olduğu denetim seviyesine halen sahip mi?

Enerji üreten başlıca ülkeler halen Batı destekli diktatörlüklerin sıkı denetimi altında. Bu yüzden Arap baharının sağladığı ilerleme esasen sınırlı ancak önemsiz de değil. Batı kontrolündeki diktatörlük sistemi aşınıyor. Aslında, bir süredir aşınmaktaydı zaten. Örneğin 50 yıl geriye baktığımızda, enerji kaynakları – ABD’yi yönetenlerin temel kaygısı – büyük ölçüde ulusallaştırılmıştı. Bunu tersine çevirmeye dönük sürekli çabalar oldu ama başarıya ulaşmadı.

Örneğin ABD’nin Irak’ı işgalini ele alalım. İnanmış bir ideolog haricindeki herkes için, Irak’ı demokrasi aşkımızdan değil dünyadaki ikinci veya üçüncü en büyük petrol kaynağı olduğu ve en büyük enerji üretimi bölgesinin ortasında bulunduğu için işgal ettiğimiz açıktı. Ama bunu söylememeniz gerekir. Bu bir komplo teorisi olarak değerlendiriliyor.

ABD Irak’ta Irak milliyetçiliği tarafından ciddi bir yenilgiye uğratıldı – büyük ölçüde şiddet içermeyen direnişle. ABD isyancıları öldürebildi ama sokaklarda gösteri yapan yarım milyon kişiyle başa çıkamadı. Irak işgal güçlerince oluşturulmuş denetimleri adım adım çözülebildi. 2007 Kasım ayı itibariyle, ABD açısından hedeflere ulaşmanın çok zor olacağı bariz hale gelmişti. Ve ilginçtir ki bu hedefler, tam da bu noktada açıktan dillendirildi. Kasım 2007’de 2. Bush yönetimi, Irak’ta nasıl bir gelecek tasarımının olması gerektiğini bildiren resmi bir açıklama yaptı. İki temel gereklilik vardı: Bir; ABD, askeri üslerinden operasyonlar düzenleyebilme serbestine sahip olmalıydı, ki bunu muhafaza etti; ve ikincisi; “Irak’a yabancı, özellikle de Amerikan yatırımlarının akışını teşvik etmek.” Ocak 2008’de, Bush yazılı beyanlarından birinde bunu açık etti. Birkaç ay sonra, Irak direnişi karşısında, ABD bundan vazgeçti. Irak’ın denetimi, artık gözlerinin önünde yitip gidiyor.

Irak, eski denetim sistemine benzer şekilde, bir “güçle yeniden kurma” girişimiydi ama geri püskürtüldü. Genel olarak, ABD politikalarının ikinci dünya savaşından beri sabit kaldığını düşünüyorum. Ancak bunları hayata geçirme kapasitesi düşüşte.

Ekonomik zayıflık nedeniyle mi düşüşte?

Kısmen dünyanın çok merkezli bir yer haline gelmesinden. Artık daha çeşitli güç merkezlerine sahip. İkinci dünya savaşının sonunda, ABD mutlak şekilde gücünün zirvesindeydi. Dünya zenginliklerinin yarısına sahipti ve rakiplerinin tümü ciddi şekilde hasar görmüş veya yıkılmıştı. Hayal bile edilemez bir güvenlik pozisyonun ve dünyayı idare edecek gelişmiş planlara sahipti – o zamanlar gerçek dışı değildi bu.

Buna “büyük çağ” planlaması deniliyordu?

Evet, ikinci dünya savaşından hemen sonra, ABD dışişleri politika planlama daire şefi George Kennan ve başkaları, ayrıntıları hazırladılar ve ardından bunlar hayata geçirildi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, bir dereceye kadar da Güney Amerika’da şu an olup bitenler, büyük ölçüde 1940’lı yılların sonuna kadar dayanır. ABD hegemonyasına karşı ilk büyük başarılı direniş 1949’dadır. O tarihte, ilginç şekilde “Çin’in kaybı” olarak adlandırılan bir olay yaşandı. Bu hiç sorgulanmamış çok ilginç bir ifade. Çin’in kaybından kimin sorumlu olduğuna dair epeyce tartışma oldu. Olay iç siyasetin önemli bir meselesi haline geldi. Ama çok ilginç bir ifadeydi. Ancak sahip olduğunuz bir şeyi kaybedebilirsiniz. Kanıksanmıştı. Çin’e sahiptik – ve bağımsızlık yönünde hareket ederlerse, Çin’i kaybetmiştik. Ardından “Latin Amerika’nın kaybedilmesi,” “Ortadoğu’nun kaybedilmesi”, belirli ülkelerin “kaybedilmesi” konusundaki endişeler geldi, tümü de dünyaya sahip olduğumuz ve kontrolümüzü zayıflatacak herhangi bir şeyin bizim açımızdan kayıp olduğu görüşüne dayanıyor ve nasıl geri kazanacağımızı düşünüyoruz.

Bugün, dış politika gazetelerini okuduğunuzda veya absürt şekilde, Cumhuriyetçilerin iddialarını dinlediğinizde, şöyle soruyorlar: “Daha fazla kaybı nasıl engelleriz?”

Öte yandan kontrolü sürdürme kapasitesi keskin bir düşüş yaşadı. 1970 itibariyle, ABD bazlı Kuzey Amerikan sanayi merkezi, aşağı yukarı benzer boyuttaki Alman bazlı Avrupa merkezi ve o zamanlarda dünyadaki en dinamik büyüme bölgesi olan Japon bazlı Asya merkezi ile, dünya zaten ekonomik olarak üç kutuplu hale gelmişti. O günden bu yana, küresel ekonomik düzen çok daha çeşitli hale geldi. Bu yüzden politikalarımızı hayata geçirmek daha zor ancak altta yatan ilkeler pek değişmedi.

Clinton doktrinini ele alalım. Clinton doktrini, ABD’nin “kilit pazarlara, enerji kaynaklarına ve stratejik kaynaklara kısıtlama olmaksızın erişmesini” sağlamak için tek taraflı güç kullanma hakkı olduğu şeklindeydi. Bunlar George Bush’un sözlerini epeyce aşan ifadeler. Ancak yüksek sesle ifade edilmediler, kibirli değildiler ve batmıyorlardı, bu yüzden pek tepki yaratmadı. Bu hakka sahip olduğuna inanma hali, şu anda sürüyor. Bu entelektüel kültürün de parçası.

Usama bin Ladin’in öldürülmesinin hemen ardından, tüm o kutlama ve alkış arasında, bu eylemin yasallığını sorgulayan birkaç eleştirel yorum da vardı. Yüzyıllar önce, masumiyet karinesi denilen bir şey vardı. Bir şüpheliyi tutuklarsanız, suçluluğu kanıtlanana dek şüpheli olurdu. Mahkemeye çıkarılması gerekirdi. Amerikan yasalarının temel bir parçasıydı. İzini Magna Carta’ya kadar sürebilirsiniz. Bu yüzden belki de Anglo Amerikan yasalarının tüm temelini kaldırıp atmamamız gerektiğini söyleyen birkaç ses yükseldi. Bir sürü öfkeli ve kızgın tepkiyle karşılaştı bu sesler ancak en ilginç olanları, beklendiği üzere, yelpazenin sol liberal ucundan geldi. Tanınmış ve saygın sol liberal yorumcu Matthew Yglesias, bu görüşlerle dalga geçen bir yazı kaleme aldı. Bunların “inanılmaz ölçüde nahif” ve aptalca olduğunu söyledi. Ardından sebebini açıkladı. “Uluslararası kurumsal düzenin ana işlevlerinden biri, tam olarak, Batılı güçlerin ölümcül askeri güç kullanımını meşrulaştırmaktır” dedi. Elbette, Norveç’ten bahsetmiyordu. ABD’den bahsediyordu. Dolayısıyla uluslararası sistemin dayandığı ilke, ABD’nin kendi takdirine göre zor kullanmaya hakkı olduğuydu. ABD’nin uluslararası yasaları ihlal ettiğinden veya bunun gibi bir şeyden söz etmek, inanılmaz ölçüde nahifti, tamamen aptalcaydı. Tesadüfen, ben de bu eleştirilerin hedefi oldum ve suçumu mutlulukla kabul ediyorum. Magna Carta ve uluslararası yasaların özen gösterilmeyi hak ettiğini düşünüyorum.

Bunu sadece, entelektüel kültürde, politik yelpazenin sol liberal denilen kısmında bile, temel ilkelerin pek değişmediğini göstermek için söylüyorum. Ancak bunları hayata geçirme kapasitesi, keskin şekilde düştü. Amerika’nın düşüşü konusundan bu yüzden bu kadar çok söz ediliyor. Foreign Affairs dergisinin yılsonu baskısına bakın. Bu ana akım bir yayındır. Büyük ön sayfasında, kalın harflerle şu soru var: “Amerika’nın miadı doldu mu?” Bu, her şeye sahip olması gerektiğini düşünenlerin standart yakınması. Her şeye sahip olmanız gerektiğine inanıyorsanız ve her şey sizden uzaklaşıyorsa, bu bir trajedidir ve dünya çöküyordur. Peki ABD’nin miadı doldu mu? Uzun zaman önce Çin’i “kaybettik”, güneydoğu Asya’yı kaybettik, Güney Amerika’yı kaybettik. Belki de Ortadoğu’yu ve kuzey Afrika ülkelerini de kaybedeceğiz. ABD’nin vakti doldu mu? Bu bir tür paranoya ama süper zenginlerin ve süper güçlülerin paranoyası. Her şeye sahipseniz, bu bir felakettir.

New York Times gazetesi, ABD açısından Arap baharının tanımlayıcı politik ikileminin, “demokratik değişime destek, istikrar isteği ve etkili siyasal güçler haline gelen İslamcılara karşı ihtiyat şeklindeki çelişkili ABD dürtülerinin nasıl doğrultulacağı” olduğunu söylüyor. Times, üç ABD hedefi tanımlıyor. Bunlardan ne çıkarıyorsunuz?

Bunların ikisi isabetli. ABD istikrardan yana. Ama istikrarın ne olduğunu hatırlamanız gerek. İstikrar ABD emirlerine uymak demek. Örneğin büyük dış politika tehdidi İran’a yapılan suçlamalardan biri, Irak ve Afganistan’ı istikrarsızlaştırıyor olması. Nasıl? Komşu ülkelerde nüfuzunu genişletmeye çalışarak. Öte yandan, biz ülkeleri işgal ettiğimiz ve yıktığımızda onları “istikrarlı” hale getirmiş oluyoruz.

Bu konudaki en sevdiğim açıklamalardan birini sık sık alıntılarım. Foreign Affairs’in eski editörü, tanınmış, çok iyi bir liberal dış politika analisti olan James Chase’den. 1973’te Salvador Allende rejiminin devrilmesi ve Augusto Pinochet diktatörlüğünün dayatılması üzerine yazdığı bir yazıda, “istikrar” için Şili’yi “istikrarsızlaştırmamız” gerektiğini söylüyor. Bu bir çelişki olarak algılanmamalı, değil de zaten. İstikrar elde etmek için (yani biz ne dersek onu yapmaları için) parlamenter sistemi ortadan kaldırmamız gerekiyordu. Bu yüzden evet, teknik anlamda istikrardan yanayız.

Siyasal İslam konusundaki endişe ise bağımsız herhangi bir gelişmeye karşı duyulan endişeden başka bir şey değil. Endişelenmeniz gereken herhangi bir bağımsız gelişme, çünkü sizin altınızı oyabilir. Aslında, bu biraz paradoksal çünkü ABD ve İngiltere siyasal İslam’ı değil radikal İslami köktendinciliği, gerçek kaygı olan laik milliyetçiliği bloke eden bir güç olarak, geleneksel olarak güçlü bir şekilde desteklemişlerdir. Örneğin Suudi Arabistan dünyadaki en aşırı köktendinci devlet, bir radikal İslamcı devlettir. Bunu yayma konusunda çaba içindedir, radikal İslam’ı Pakistan’a yaymakta ve terörü desteklemektedir. Ama ABD ve İngiliz politikasının kalesidir. Diğer birçok başkalarının arasında, Cemal Abdül Nasır’ın Mısır’ı ve Abdül Kerim Kasım’ın Irak’ının laik milliyetçi tehdidine karşı Suudi Arabistan’ı sürekli olarak desteklemişlerdir. Ama siyasal İslam’ı sevmezler çünkü bağımsız hale gelebilir.

Üç noktadan ilki, demokrasi arzusu; bu Joseph Stalin’in Rusya’nın dünya için özgürlüğe ve demokrasiye bağlılığından bahsetmesi gibi bir şey. Komiserlerden ve İranlı din adamlarından duyduğunuzda içinizden gülmek istediğiniz ama nazikçe (hatta Batılı muadillerinden duyduğunuzda korkuyla) başınızı sallayacağınız türden bir açıklama.

Kayıtlara bakarsanız, demokrasi arzusu kötü bir şakadır. Bu önde gelen bilim insanlarınca da, bu şekilde ifade etmeseler de, kabul edilen bir şey. Bu sözüm ona demokrasi promosyonu konusundaki uzmanlardan biri, ateşli bir liberal değil de bir neo-Reagancı olarak kabul edilen, son derece muhafazakâr Thomas Carothers’dır. Reagan’ın dışişleri bakanlığında çalışmış ve çok ciddiye aldığı demokrasi promosyonunun gidişatını inceleyen sayısız kitap yazmıştır. Evet, der, bu köklü bir Amerikan idealidir ama komik bir tarihi var. Tarih göstermektedir ki her ABD yönetimi “şizofreniktir.” Demokrasiyi yalnızca belirli stratejik ve ekonomik çıkarlara uygun olduğu zaman desteklemektedirler. Bunu, sanki ABD’nin psikiyatrik tedaviye veya böyle bir şeye ihtiyacının olduğu garip bir patoloji olarak açıklamaktadır. Elbette başka bir yorum da mevcuttur ama iyi eğitimli, doğru düzgün bir entelektüelseniz aklınıza gelmeyecek bir yorum.

Mısır’da Mübarek, devrilmesinin ardından birkaç ay içinde yargı önüne çıkarıldı. Irak ve dünyanın geri kalanındaki suçları için ABD liderlerinin yargılanması hayal bile edilemez. Yakın zamanda bunun değişmesi mümkün mü?

Bu temel olarak Yglesias prensibi: Uluslararası düzenin temelini, tam da ABD’nin kendi takdiriyle zor kullanma hakkına sahip olması oluşturuyor. Dolayısıyla herhangi birini nasıl sorumlu tutarsınız ki?

Ve başka kimse de bu hakka sahip değil?

Elbette değil. Şey, belki de bize bağımlı ülkeler sahiptir. İsrail Lübnan’ı işgal edip 1000 kişiyi öldürürse ve ülkenin yarısını yakıp yıkarsa, bunda sorun yok tabi ki. Bu ilginç. Barack Obama Başkan olmadan önce senatördü. Senatörken pek bir şey yapmadıysa da, birkaç şey yaptı. Bunlardan birinden özellikle gururlanır. Aslında, ön seçimler öncesinde web sitesine baktığınızda, İsrail’in 2006 Lübnan işgali sırasında, ABD’nin İsrail’in askeri eylemlerini hedefine ulaşana dek engelleme yönünde hiçbir şey yapmamasına dönük ve İsrail’in 25 yılda beşinci kez güney Lübnan’ı yıkımına karşı direnişi destekledikleri için İran ile Suriye’yi sert şekilde kınayan bir Senato önergesinin sponsorlarından olduğu gerçeğini vurgulamıştır. Bu yüzden bu hakka onlar da sahiptir. Bağlı ülkelerimiz de.

Ancak haklar esasen Washington’a aittir. Dünyaya sahip olmak bu demektir. Nefes aldığınız hava gibi bir şeydir. Onu sorgulayamazsınız. Çağdaş uluslararası ilişkiler teorisinin ana kurucularından olan Hans Morgenthau, son derece dürüst bir insandı, Vietnam savaşını taktiksel değil ahlaki zeminde eleştiren bir avuç siyasal bilimci ve uluslararası ilişkiler uzmanından biriydi. Nadir görülen bir şey. Amerikan Politikasının Amacı adlı bir kitap yazdı. Bunu söyledikten sonra sıranın neye geleceğini biliyorsunuz: Başka ülkelerin amaçları yoktur. Öte yandan, Amerika’nın amacı, “aşkındır”, dünyanın geri kalanına adalet ve özgürlük getirmek. Ama Morgenthau, Carothers gibi iyi bir bilim insanıdır. Bu yüzden kayıtlara bakmıştır. Kayıtlar üzerinde çalıştığınızda, ABD’nin aşkın amacı doğrultusunda pek de çalışmamış olduğunun görüldüğünü söyler. Ama sonra aşkın amaçlarımızı eleştirmenin, “din ve benzeri temellendirmelerin geçerliliğini inkar eden ateizm hatasına düşmek” olduğunu söyler, ki bu da iyi bir karşılaştırmadır. Bu son derece köklü bir dini inançtır. O kadar derindir ki, düğümünü çözmek zor olacaktır. Ve biri bunu sorgularsa, neredeyse histeriye ve anti Amerikancılık veya “Amerika’dan nefret etme” ile suçlanmaya yok açar. Ki bunlar demokratik toplumlarda olmayan ilginç konseptlerdir. Yalnızca totaliter toplumlarda ve burada, kanıksandıkları yerde mevcutturlar.

 http://dunyadanceviri.wordpress.com/2013/02/09/abd-hala-kendini-dunyanin-sahibi-saniyor-noam-chomsky/

http://www.tomdispatch.com/blog/175645/

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin