Hayatımızın her alanında milliyetçiliği yücelterek, hiç görmediğimiz insanları düşman diye gösterdiler. Gökten yağmur damlaları gibi yağan paraşütlü askerleri anlattılar, onların yere inmeden barbarca öldürüldüklerini, inenlerin de “barış” için öldürdüklerini anlattılar. Tankları, uçakları anlattılar. Milli duyguları iliğimize kadar aşılamaya çalıştılar. Okullara yıldızlı askerleri soktular, gururla tanıttılar topları ve tüfekleri. Sokakları bayraklar ve heykellerle doldurdular. Yüzlerce, binlerce insanın öldürüldüğü bir savaşa “Mutlu Barış Harekâtı” dediler. Fetihçi zihniyetle işgali sürdürdüler. Hala sürdürüyorlar.
Bir sabah üzerine salıncaklar astığımız efkalipto ağaçları da teller arkasında kaldı, babamın çocukken oynadığı sokaklar da. Annemin pencereden baktığı ve kız çocuğu olduğu için oynayamadığı sokaklar da.
Ataerkil baskılar, silahlar artıkça artı. Bölükler sınırlarını genişletti, kumarhaneler, gece kulüpleri ve askeri müzeler “turistik yerler” haline geldi. Lefkoşa’nın büyük bir kısmı ve tarihi yerleri askeri birliklerle dolup taştı. Nice bizim güvencemizmiş, vatan içinmiş.
Gün geldi çattı ve bana da zorunlu askerlik kağıdı geldi. Artık, çocukken oynadığım yerleri dikenli tellerle çevirdi diye kızdığım, efkalipto ağaçlarının altında nöbet tutan o silahlı asker gibi ben de zorunlu silâhaltına girecektim. Girdim, ataerkil erkeksi yönetimin dayatıldığı, sadece kendi ırkının yüceltildiği, bayrağın “şerefin”, silahın “karın” diye tanıtıldığı, yirmi dört saatin her anı üst rütbelilere hizmetin eksiksiz olduğu, yasal katiller yetiştiren bir esir kampından başka birşey olmadığını gördüm. Ve bu esaret bittikten sonra savaş hazırlıklarına, seferberlik çağrısına karşı vicdani reddimi açıkladım .
İşte belki de; geceleyin yaşadığım eve paralel dikenli tellerin üstündeki “girmek yasaktır” yazan levhaya yaklaştığımda “dur, kimdir o?” diye bağırırken, soğuktan sesi titreyen “adam”ların üzerine “karısı” diye zimmetlenen silaha sarılışına bir anlam veremeyişimdir Askersiz Lefkoşa.