Küçükaydın Dr Hikmet Kıvılcımlı’yı anlatmaya devam ediyor:
“Ne var ki, bu arada, Filistin’deki gözlemlerimiz ve deneylerimiz (kısmen de okuduğumuz klasiklerin) sonucu, politik görevlere ilişkin görüşlerimiz de kökten değişmişti.
Başlangıçta, Sovyet Çin çatışmasında Çin’i kendimize daha yakın bulurken (Aslında Küba’yı daha da yakın buluyorduk ama ikisi arasında bir fark olduğunu da düşünmüyorduk. Ha Che’nin “yeni Vietnamlar”ı, ha “dünyanın şehirlerinin kırlardan kuşatılması”. İkisi de aynı şeydi.) Bizzat Çin kaynaklarını okumalarımız ve gözlemlerimiz sonucu, Çin’in hiç de daha devrimci olmadığı, lafta keskin olduğu; kültür devriminin ise bürokratik yozlaşmaya karşı bir ilaç değil; insanlığın kültür ve bilim mirasını inkar eden, gerici, köylü ve küçük burjuva bir hareket olduğu sonucuna ulaşmıştık.
Mao’nun diyalektik, çelişkiler üzerine yazdıkları, Marksizm’e ve diyalektiğe katkılar değil, olsa olsa köylülere Marksizm’i anlatmaya yarayan popülarizasyon metinleri olabilirdi.
Sovyetler Birliği’ne gelince, o elbette bizlerin devrimci duygu ve beklentilerimize uygun davranışlar göstermiyordu. Göstermemesi de doğruydu. Dünyayı yok edecek silahlar ve dehşet dengesi varken, elbette bir söz söylemeden önce kırk kez düşünmek ve büyük bir sorumlulukla hareket etmek zorundaydı. Sovyetler belki keskin laf etmiyor ama keskin iş yapıyordu. İşte Vietnam her şeyden önce Sovyetler’den gelen silahlar ve yardımlar sayesinde ayakta durabiliyordu. Bizzat Filistin’de Sovyet Klaşinkovlarının ve diğer yardımlarının nasıl aktığını kendi gözlerimizle görmüştük. Sovyetler’in halk savaşına karşı olduğu düşüncesi yanlıştı. Ciddiye alınacak bir hareket nerede varsa, işte orada yardım etmekten kaçınmıyordu.
Dünyanın kırlardan şehirlerin kuşatılması teorisi ise, Çin tecrübesinin kabaca dünya ölçeğine aktarılmasından başka bir şey değildi. Bizler soruna kırlar şehirler gibi coğrafi kategorilerle değil, sınıflar açısından bakmalıydık. Coğrafi kategorilerle devrim stratejisi oluşturulamazdı. Sorun sınıflar idi. Kuşatılacak şehirlerdeki işçiler ancak olabilirdi devrimin öz gücü. Temel güç her zaman olduğu gibi işçi sınıfı olabilirdi. İşçinin şehir veya kırda yaşaması önemli değildi. Köylüleri de ancak bu işçiler örgütleyebilir ve kazanabilirdi.
Ayrıca bir mücadele biçimi üzerinden strateji çizilemezdi. Her türlü mücadele biçimi ve örgüt biçimi ve taktik olabilirdi. Buna ancak bir Parti karar verebilirdi. Parti ise ancak sosyalist aydın ve öncü işçilerin kaynaşmasıyla ortaya çıkabilirdi. Ulaştığımız sonuçlar kabaca böyle özetlenebilirdi.
Böylece Filistin’e gelirken Çin’e sempati besleyen, dünyanın Şehirlerini kırlardan kuşatmak; yeni bir Vietnam yaratmak ve gerilla savaşı vermek için silah kullanmayı öğrenmeye çalışan bir devrimciyken, Filistin’de tam tersi sonuçlara ulaşmıştık. Sovyetler’i hataları olsa da daha aklı başında ve devrimci görüyorduk. Gerilla konusunda ise, sorunu mücadele biçimleriyle tanımlamak yanlıştı. Sınıf ilişkisi olarak koyulmalıydı. Devrimin öz gücü işçi sınıfı olabilirdi. İşçi sınıfı ise ancak devrimci bir parti varsa bağımsız bir sınıf olabilir ve devrim yapabilirdi. İşçi sınıfının partisi ise, sosyalist ve devrimci aydınların işçilerle kaynaşması; işçi mücadeleleri içinde onları örgütlemesiyle mümkün olabilirdi.
O halde yapılacak pratik politik iş, işçiler arasına gidip orada çalışmak ve İşçi sınıfı Partisi’ni yaratmaktı. Bu bir kez ortaya çıkınca, hangi koşulda hangi mücadele biçimi yapılacağına en iyi ve doğru olarak o Parti karar verebilirdi. Prensip olarak hiçbir mücadele biçimi baştan reddedilemezdi.
Öne koyulan görev, işçi sınıfı içinde çalışmak ve bir parti yaratmak olunca, Filistin’de kalmamızın bir anlamı kalmamıştı. Türkiye’de iken işçiler arasına gerilla için gitmiştik; şimdi gerillada işçiler arasına gitmek gerektiği sonucuna ulaşmıştık. Bu durumda elbet pratiğimiz de ulaştığımız görüşlere uygun olmalıydı. Türkiye’ye işçi sınıfı içinde örgütlenmek ve bir Proletarya Partisinin (ya da o zamanların deyimiyle “İşçi Sınıfının Öz Örgütünün”) yaratılmasına katkıda bulunmak hedefiyle dönüyorduk.
Filistin’e gitmeden önceki konumumuzu Rus devrim tarihindeki Narodniklere benzetiyorduk. Şimdi ise Marksizm dönemimizin başladığını düşünüyorduk. Nasıl Rus Marksistleri işçilere gitmişler ve onlarla kaynaşıp onları örgütlemişlerse, bizim de yapmamız gereken buydu. Bu değerlendirme her ne kadar yolunu bulmak isteyen bir devrimci militanın Rus Devrim tarihiyle yaptığı bir analojiye dayanıyorsa da, bu gün geriye dönüp bakıldığında pek de yanlış olmadığı görülüyor.
Elbette bu yeni pozisyonumuz aynı zamanda Kıvılcımlı’nın Türkiye’de Finans Kapital egemenliği olduğu için, prekapitalist tefeci bezirganlığın da güçlü olduğu ve tam bu nedenle devrimin aynı zamanda demokratik karakter taşıması gerektiği şeklindeki yaklaşımı ile de uyum içinde bulunuyordu. Demokratik devrim görevleri geçerliliğini sürdürüyor, ama aynı zamanda bu görevleri ancak işçi sınıfının köylülüğü yanına alarak çözebileceği sonucunu çıkarıyorduk.
Demokratik Görevleri ülkedeki feodalizmin gücüne ve yeterince kapitalistleşmemişliğe bağlayanlar ise ister istemez buradan köylülere gitmek sonucunu çıkarıyorlardı. Benzer şekilde, Türkiye Kapitalist diyenler ise, Sosyalist Devrim diyerek genellikle şehirlerde ve işçiler arasıda çalışmaya önem veriyorlar, demokratik görevlerin üzerini atlıyorlar ve gerçeğin baskısı altında birer reform programına takılıyorlardı.
Bizim pozisyonumuz her ikisinden de ayrıydı, çünkü metodolojik olarak tarafların dayandıkları varsayımları kabul etmiyor ve onları sorguluyordu. İşçi Sınıfı dediğimiz, Kapitalizm dediğimiz için, köylücü ve gerillacıların gözünde diğer işçici burjuva sosyalistlerinden farksız görülüyorduk. Devrimin demokratik karakteri dediğimiz için ise, burjuva sosyalistlerinin gözünde köylücü küçük burjuva sosyalistlerinden farksız görünüyorduk.
Gerçekte ise ne biri ne ötekiydik, her ikisinden de özden farklıydık. Biz onların bizi klasifize ederken dayandıkları var sayımları sorguluyorduk. Ama dayandıkları var sayımların bu sorgulanışını gündemden uzak tutmak; tartıştırmamak ve tartışmamak için her ikisi de suç ve kader ortaklığı yapıyorlar, bu metodolojik farklılığı yok sayıyorlar bir susuş komplosu içinde bulunuyorlardı. Ama böylece, Türkiye’de Tarihsel Maddeciliğin veya Marksizm’in derinliğine kavranmasının ve geliştirilmesinin yolunu tıkıyorlardı.
*
Ancak bu politik, acil görevlere ilişkin sonuçlara, yani İşçi sınıfına gitmek ve o zamanın deyimiyle “İşçi sınıfının öz örgütünü yaratmak için çalışmak” sonucuna, Kıvılcımlı’dan tamamen bağımsızca, kendi orada okuduklarımızla ve gördüklerimizle ulaşmıştık. Kıvılcımlı’nın bu konulardaki görüşlerini bilmiyorduk.
Türkiye’ye dönerken Kargamış ve Cerablus arasında, hudutta yakalandık Nizip ve Antep’te hapis yattık. Hapisteyken 15-16 Haziran olayları oldu. Bunlar bizim yeni ulaştığımız görüşlere olan güvenimizi pekiştirdi. İşte ortada koca bir işçi sınıfı vardı. Şimdi işçi sınıfı içinde uzun vadeli çalışmak ve devrimci bir sınıf partisi yaratmak üzere geri dönerken ne kadar doğru bir karara verdiğimizin kanıtlandığını görüyorduk.
Eski arkadaşlarımız ise tam tersi yolda bir evrim geçirmişlerdi ve geçiriyorlardı. Sonra gelen sıkıyönetimden de onlar, artık şehirlerin yaşanmayacağı; şehirlerin emperyalizmin kontrolünde olduğu; onun için kırlara gitmek ve gerilla savaşını başlatmak gerektiği sonucunu çıkarıyorlardı. Yollarımız tamamen ayrılmıştı.
Hapisten çıktığımızda, Türkiye solundaki tartışmalar ve acil görevlerle ilgili, Kıvılcımlı’nın birbiri ardınca çıkmaya başlayan kitaplarıyla karşılaştık[1]. Bunlarda, Filisitin’de okuduğumuz tarih kitaplarından farklı olarak, bambaşka, somut sorunlarda apaçık yazan bir Kıvılcımlı vardı ve bizim kendi başımıza ulaştığımız sonuçların neredeyse aynılarını savunuyordu. İşçi sınıfının devrimin öz ve temel gücü olduğunu; köylülüğün bunda yedek bir güç olacağını; ama bütün bunlar için de, öncelikle bir “Proletarya Partisi” yaratmak gerektiğini; hatta yeni bir şey yaratmak bile değil, 1920’lerde kurulan ve artık yok olduğu söylenen partiyi yeniden organize etmek gerektiğini söylüyordu. Sovyetler’e bakışı da bizler gibiydi. Eleştirel de olsa onun gücünü ve önemini gören ve Çin’den daha doğru ve yakın gören bir bakış.
Bu dönemde bütün bu sonuçlara uygun olarak bir yandan başta Aliağa’da İsmet Demir’in yanında, Necmettin Giritlioğlu’nun öldürüldüğü grev ve direnişlerin örgütlenmesinde işçi sınıfı içinde; diğer yandan da Kıvılcımlı’nın çıkarmaya çalıştığı Sosyalist gazetesinin örgütlenmesinde çalışıyorduk.
*
Ne var ki, “Doktorcu”lar arasında da yapayalnızdım. Diğer “Doktorcu”lardan temel iki farkım vardı. Kıvılcımlı’yı önce tarih ve metodoloji sorunlarından hareketle benimsemiştim. Yani onun özüydü asıl benim ilgimi çeken; onda yaratıcı, eleştirel, devrimci, Marksist olan şeydi. Güncel durum ve görevlere ilişkin olarak, yani strateji tartışmalarında ise Kıvılcımlı’yı okumadan o görüşlere ulaşmış, sonra o görüşlerin çok daha mükemmel ve yetkin olarak Kıvılcımlı tarafından savunulduğunu görünce otomatik olarak “Doktorcu” olmuştum.
Diğer “Doktorcular” ise, ya Kıvılcımlı’nın bir insan ve devrimci olarak ahlaki nitelikleri ve bilgisine duydukları hayranlıkla (bunlar daha ziyade esnaf ve köylü karakterli tiplerdi ve Kıvılcımlı’yı bir tarikat pirini benimseyecekleri gibi benimsiyorlardı), ya da tamamen bir yanlış anlama ve yanılsamayla (Örneğin Kıvılcımlı’nın cuntacı olduğunu düşünerek ona sempati duyanlar. Bunların en meşhuru Sarp Kuray’dır) ya da İşçi sınıfı, parti ve sosyalizm vurguları nedeniyle burjuva sosyalizminin kanallarından (Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik Birliği dergisi ve çevresi. Daha sonra TSİP’i oluştururlar, bir tür TİP’in “doktorcu” bir versiyonuydular ve zaten özünü kavramadıkları için asıllarına rücu ettiler, Kıvılcımlı’yı benimsedikleri gibi terk ettiler.) Kıvılcımlı’ya geliyorlardı. Ve nihayet Kıvılcımlı politik çıkışında, çok geç kaldığından[2], o sıra birbiri sıra gerçekleşen bölünmelerde, hiçbir yerde tutunamadıkları için, diğer “trenler kaçtığı” için gelenler de vardı.
Bunların en iyisi için bile Kıvılcımlı’ya yöneliş metodolojik sorunlar değil, stratejik veya taktik sorunlardaki yakınlıklar bağlamındaydı. Bu noktada hepsinden kökten farklı bir durumdaydım. Bu nedenle aslında bütün doktorculara da yabancıydım. Onlar metodolojik olarak diğerlerinden farklı değillerdi. Bu zaten sonraki evrimlerinde de görülür.
Örneğin bu gün bile, Kıvılcımlı hakkında bütün yazılmış yazılar yığınına bakılsın, Kıvılcımlıyı metodolojik düzeyde katkıları bağlamında; Tarih ve Tarihsel Maddecilik bağlamında ele alan yazıların istisnasız hepsi bana aittir. Ve diğerlerinin yazdığı yazılar içinde Kıvılcımlı’yı metodoloji ve tarihsel maddecilik düzeyinde ele alıp tartışan bir tek yazı bile yoktur. Bu bir rastlantı değildir. Bu o temeldeki farkın bir görünümüdür, bir yansımasıdır”.
-DEVAM EDECEK-