Hade “devlet” tanımını – kimilerin korktuğu – en radikal materyalist felsefeyle yapmayalım ama “egemen sınıfın yasallaştırılmış ifadesi” deyimi herhalde en mülayim olduğunda hemfikiriz. Başka ülke ve yeni dünya düzenine de girmeyelim… bizim yaşadığımız yer esasen uluslararası hukuk dışında olduğu gibi bunların da dışındadır. Devlet denen soyut kavram “mekanizma” eğer bizzat kendinin koyduğu ki adına anayasal kurumlar denir, kanunlarına dahi uymazsa ortada varolan (ucube suret) acaba nedir? Sorgulanması gereken ve ne yazık ki yapıl(A)mayan mesele budur! Toplumu devlet karşısında koruyacak kurumlar yok mu, sözde ve kağıt üzerinde var ama kimin uygulayacağı noktasında tıkanmaktadır… devlet ise “alakeyf” yaptırımlarına devam edebiliyorsa; bunun adı olsa olsa eskilerin deyişiyle; “beceren kadıya şikayet etmek” olur.
Bugün devletin her kademesinde kaos yaşanıyor… ama çıkış yolu sadece erken bir “seçim”de görülmesi kadar yanlış hesap olabilir mi? Mekanizma (koltuk) başına oturacak kişilerin değiştirilmesi ile çözülecek sorun olmadığı anlaşılmadıkça seçimler düzeni (kendisi gayrı meşru olsa da) bir yerde meşrulaştırmaktan başka işe yaramayacaktır. Son günlerde yaşanan hatta mahkemelik olan (hükümetin iç hesaplaşması) kurultay kavgaları, meclisin toplanaması, iflas eden belediyeler, toplanamayan çöplerin yarattığı sağlık tehlikesi, sosyal güvenlikten yoksun angarya çalıştırılan emekçiler, katledilen doğa, peşkeş çekilen öz varlıklar vs. vs. buna özelleştirmenin de yasal kılıfa sokulmasıyla toplumsal yokoluş “direnişi” daha bir önem kazanmaktadır. Meydanlara davul zurna eşliğinde seçim parolasıyla inenler felaketin boyutundan haberdar olmaması mümkün değildir… varsa, yoksa koltuğa oturmak! Dar anlamda olsa sokakta iane / para toplar bizim mobilyacı marangoza en “uygun” koltuğu ısmarlardık ama onların kafasındaki daha geniş anlamlısı “ulemanın takdiri” makamdır.
Oysa sokaklara inen emekçilerin örgütlü olduğu işçi-memur-öğretmen sendikaları, üretici-esnaf-zanaatkar örgütleri ile bu düzenden şikayet edenler “seçimi” değil de 1974’ten sonrası ülkede yaratıian “kapişari” düzenin yıkılmasını talep etmeli(idi). Ellerinde bayraklar ve davul, zurnalarla sanki bayram kutlaması yapıyor havasında eylem hele protesto olabilir mi Allahaşkına. Çare, uluslararası hukuk yolunda uluslararası örgütleri zorlamak ve Kıbrıs’ta “çözüm ve barış”ı cidden istemek! Öngörüden uzak düşülünce görünüşe ve gösterişe önem verilmektedir… analizini yapan ustalar; “görünüş de önemli ama asıl daha önemli olanı ardındaki muhtevadır” şeklinde açıklamıştır.
HEDEFE GİDEN YOLDA ENGELLERİ AŞMAK
Artık günümüzde belki “tarih” oldu ama her zaman için, eğer “inanç” getirilirse hedefe giden yolda engelleri açmanın yolları mutlaka vardır… Rus ozan Alexamdr Zharov bakın ne diyor;
“Namussuzların, kokuşmuşluğun üzerine yalnız gulle gibi sözlerle değil, üzerine yürüyelim kardeş; aç gözünü haydi koy ortaya artık, neyin var neyin yok.
Düşman mermileri kafamızın üzerinden vınlayıp geçtikçe Göreceksiniz… göreceksiniz sabrımızı Sabır neymiş, nasıl çarpıştığımızı” Tabii ki inanmayı ve ciddi bir mücadeleyi gerektirir!
Gerçek böyle iken neler oluyor? Toplumu, yaşam biçimi kültürü ve kimliği ile yok etmeyi hedefleyen bayraklar, yönetimlerin davul, zurnalı borusu öttürülmektedir. Özgürlüklerin bile ötekileştirildiği yerde yaşam bam başkadır… Anadolu’da, çağın en doğal insan hakkı olan “kendi dilinde eğitim, kendi dilinde mahkemelerde savunma vs” hakkları esirgenen bir halkın cezaevindeki siyasi mahkumların başlattığı “açlık grevi”ne destek vermek neredeyse suç olmaktadır. Her koşulda ırk, renk, milliyet gözetmeksizin evrensel özgürlüklerden yana tavır koymanın bir insanlık erdemi olabileceği gelişmemiş beyinler ne yazık ki henüz algılamaktan uzak! İnsan hakkı ihlallinde Avrupa Konseyi üyesi ülkeler arasında en çok dava açılan Rusya ama en çok mahkumiyet Türkiye olması şaşırtıcı değildir. Bir kaç gün önce BM İnsan Hakları Komitesi de Türkiye’de, hala daha insan hakkı ihlalinde askeri rejim yasalarının terör bahanesiyle uygulandığı gerekçesiyle kınamıştır.
Uluslararası hukuk dışılık belki ülke dahilinde insanını baskıyla yönetebilir ancak nereye kadar… hedefin, uzun süredir unutturulan AB olduğu daha 3 gün önce Tayyip Erdoğan’ın Almanya ziyaretinde Merkel ile yapılan görüşmede yenilenmesine rağmen yapılanlarla söylenen ne yazık ki uyuşmuyor. Öyle olsaydı “AB Uyum Yasaları” kaç yıldır hasır altı edilebilir miydi, tabii ki hayır… o zaman da ülkede bu denli insan hakkı ihlalleri, Kürt, Alevi, Kıbrıs vs ayrımcı sorunlar olmazdı. Ziyaretinde “Kıbrıs diye bir ülke yok” demesi en ilginci, ki garantörü olduğu ve takımlarının spor temasları yaptığı ülkeyi yok farzediyor… yanındaki danışmanları hiç mi uyarmıyor, ne bileyim?
Gününü “gün” eden politikaların uzun vadede başarı kazanması beklenemez… coğrafyada pek çok değişikliğe yol açacak olayların geride olduğunu söyleyen uzmanlara hak vermek gerekir. Batı tarafından desteklenen Arap Baharı’ndan, her ne kadar AKP hükümetini sevindirmiş ve Suriye olayında da taraf olmuşsa, beklenenin gerçekleşmemesi, yerine Yahudi düşmanı radikal islamcı sun’i “müslüman kardeşler” gelmesini sindirmeleri mümkün değildir. Doğu Akdeniz’deki zengin doğal gaz kaynaklarının yahudi sermayeli Angloamerikan güdümüne girmesiyle de Kıbrıs olayında hareketlenmeler beklenir. BM özel danışmanı Downer’in “toplum liderlerinin müzakerelerdeki ortak noktaları” olmayan belgeye rağmen piyasaya sürülmesine çalışılmasını iyi değerlendirmek gerekir diye düşünüYorum.