Ecehan Balta ile yaptığımız röportaj:
Kendini biraz tanıtır mısın?
Şu anda çok farklı mücadele alanlarında çalışıyorum, onları bir araya getiren tek ortak nokta ne yazık ki ve umarım şimdilik mücadele alanları olması. Sendika, ekoloji hareketi, feminist hareket, antikapitalist hareket… Ben ve bir dizi arkadaşım, bu alanların iç içeliğini göstermek için her birine ayrı bir mesai vermeye zorunlu kalmış insanlarız, çünkü böyle inanıyoruz. Sendika içinde feminist mücadele, feminist hareket içinde ekoloji mücadelesi, ekoloji içinde kadın mücadelesi … gibi. Çünkü saldırı bütüncülse yanıtın da öyle olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu parçalılığı karşılıklı olarak hem fikri hem de politik düzeyde aşabilmek için çaba gösteriyoruz. “Teorisyenler yazar pratikçiler oynar” düşüncesine inanmadığımız, daha doğrusu oradan sadece bürokrasi doğacağını bildiğimiz için de alanlarda var olmaya çalışıyoruz. Profesyonel olaraksa nerdeyse çocukluğumdan beri bir sağlık meslek örgütünde çalışıyorum. Sağlık sosyolojisi, bir de köylülükle ilgili bazı sorularım, sorunlarım var, çok uzun zamandır onlara cevap arama uğraşındayım.
Kendini ekofeminist bir sosyalist olarak tanımlamaktasın. Ekoloji mücadelesi, feminizm ve sosyalizmin birbirini bütünleme mekanizmasından biraz bahseder misin?
Başta da söylemeye çalıştığım gibi, kapitalizm, içinde cinsiyetçiliği, ırkçılığı, ekolojik yıkımı vb barındıran bütünleşik bir sistem olduğuna göre, bu bütünleşik sistemle mücadele de aynı biçimde bütüncül bakış açısına dayanmak, bu baskı ve sömürü ilişkilerinin çeşitli biçimleri arasındaki diyalektiği kavramak, bu kavrayışı da harekete yansıtmak durumunda.
Ekososyalizm, ekonomik sömürü ve ekolojik yıkım arasındaki bu bağlantıyı uzun bir zamandır hem kuramsal hem de hareket düzeyinde kuruyor. Bunu yaparken sınıf sömürüsü analizini ekolojik yıkım analizine eklemiyor; ekolojik yıkımın kapitalist üretim ilişkilerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ileri sürüyor ve anti kapitalist bir mücadelenin kaçınılmaz olarak bu ayak üzerine de oturtulması gerektiğinin propagandasını yapıyor. Ekofeminizm ise kapitalist toplumla ilgili tarihsel materyalist eleştiriyi paylaşıyor olmakla birlikte, hem ekolojistlere hem de sosyalistlere toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü ve patriyarkal ilişkilerin de bütünün bir parçası olarak resme dâhil edilmesi gerektiğini söylüyor. Yani ekofeminizm, feminizmin sosyal adalet ve eşitlik talebiyle ekoloji-kadın ve doğa arasındaki birbiriyle ilişkili egemenliklere analiz, eleştiri, vizyon ve praksis düzeylerinde müdahale etmeyi amaçlıyor.
Diğer taraftan senin kendine “ekososyalist feminist ya da ekofeminist sosyalist demen bir şeyi değiştirir mi” minvalindeki sorun bence son derece önemli. Çünkü bu adlar ve sıfatlara farklı anlamlar yükleniyor ve bunlar üzerinden bir mücadele de sürüyor aynı zamanda. Deyim yerindeyse, meta kuramlar kendilerini diğerleriyle eşitlemek konusunda bir direnç içindeler. Bu hiyerarşik öncelik-sonralık ilişkisinde ise siyasetin öznesinin kim olduğuna bağlı bir mücadelenin de veriliyor. Örneğin feminizmi sosyalizmin bir alt bileşeninden ibaret görenler var. Bu da elbette kadın hareketinin özerk alanını görmezden gelmeye yol açabiliyor.
İçerisinde aktif çalıştığınız halk mücadelelerinden bahseder misiniz?
Biz özellikle Ekoloji Kolektifi olarak HES’lere, termik santrallere, altın ve gümüş madenciliğine vs karşı verilen mücadeleleri takip ediyoruz, dahil ve müdahil oluyoruz. Türkiye’de bu alanda yoğun bir saldırı var malum, dolayısıyla ciddi hareketler de ortaya çıkıyor. Biz bunları her şeyden önce emek hareketleri olarak adlandırıyoruz. Çünkü sonuç olarak kırsal temelli bu hareketler kendi topraklarını, geçim kaynaklarını, yaşam alanlarını korumaya çalışıyorlar.
Türkiye’de bu alanda 1990’lardan itibaren gelişen ve aktarılan bir kolektif bilinç söz konusu. Bergama’da siyanürlü altın madenciliğine karşı verilen mücadeleyi herkes biliyor, onun derslerini taşıyan ve aktaran “kadrolar” da var. Yani bugün işimiz biraz daha kolay demek yanlış olmaz. Yine de elbette farklı bölgelerde farklı dinamiklerle uğraşıyoruz. Örneğin mikro milliyetçilik belirli oranda ekoloji bilincinin gelişmesini engelleyebiliyor. Ya da kadınların toplumsal konumu ve toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin önyargılar onları belirli sürelerle mücadelenin dışında tutabiliyor. Tek tek bu düzeylerle de mücadele etmek zorunda kalabiliyoruz.
Böyle durumlarda hep Bergama’nın öyküsünü hatırlıyorum ben de. Oradaki pek çok derneğin, kişinin, kurumun bıkmadan, yılmadan yıllarca kapı kapı dolaşıp verdiği mücadeleyi. Günün sonunda, 60’ını çoktan geçmiş bir amcanın bölgenin flora ve faunası hakkında verdiği detaylı bilgiler ve sahip olduğu antikapitalist bilinç karşısında ne kadar şaşırdığımı. (Şaşırmak da elbette benim şımarıklığım, sadece bu şaşırma halinden de öğrendiğimi vurgulamak için söylüyorum). Ama bu amca o zamanlar süregiden en şiddetli mücadelenin baş aktörlerinden biri olmasına karşın sosyalist bir partinin önseçimlerinde ilk ona bile girememişti. Pratik mücadele alanları bütünleştiriyor yani, ama mücadele eden açısından. Mücadelenin dışında kalmış bir yapı, sosyalist bile olsa, bu hareketlerin önemini kavrayamayabiliyor.
Bu alanda yapmaya çalıştığımız daha önemli şey, bu hareketleri bir araya getirmek için çeşitli zeminler inşa etmek. Deneyim aktarım kanalları açmak. Böylece birbirlerinin deneyimlerinden öğrenmelerini ama daha önemlisi birlikte mücadele etmelerini sağlamak.
İkinci bir konu da bu hareket mümkünse başarıyla bittiğinde geriye ne kalmasını istediğimizi hiç akıldan çıkartmamak. Bu bitiş bir ekoloji mücadelesi için şirketin ruhsatının iptal edildiği ve şirketin de çalışmayı bıraktığı (garip ama bu ikisi bir arada olmayabiliyor) yarın da olabilir, devrimin olduğu gün de. Biz geriye özyönetime dayalı organlar ve güçlü bir toplumsal dayanışma kalsın istiyoruz. İnsanlar kendi kendilerini yönetebileceklerine dair bir özgüven duysunlar. Bu mücadelelerde bunu yapabilirsek, siyasal yabancılaşmayı kırabilirsek ve sosyalizm nesnel bir ihtiyaçsa, su kendi yatağını bulur.
Ekoloji, feminizm ve sosyalizmin kuramsal birliğini ve birbirini besleyiciliğinin halk mücadelelerine yansıdığını görebiliryor muyuz? Yoksa bunu yapmanın yolları ne olabilir?
Aslında tam tersi, halk mücadeleleri bu üçlü arasında olması gereken kuramsal birliği zorluyor. Olgusal düzeyde bakıldığında çok basitleştirerek söylüyorum ama ekoloji mücadelelerinde zaten kadınlar önde. Ve bu mücadeleler bir süre sonra devlete, oradan kapitalizme yönelme potansiyeli her zaman taşıyor. Bunu çok net olarak görebiliyoruz. Kadınlar hem üreticiler hem de tüketiciler olarak ekolojik kriz karşısında erkeklere göre çok daha kırılgan. Diğer taraftan ekolojik yıkım elbette kapitalizmle başlamadı ama kapitalizm onu bugünkü ekolojik kriz haline getirdi.
Konuşmalarınızda ve yazınızda jinekolojinin kadın benedi üzerinde tahakküm aracı olarak kullanıldığından, ve doğum kontrol yöntemlerinin kadının doğurganlığını kontrol altına aldığınızdan bahsetmektesin. Bunu biraz açar mısın? Jinekoloji ve doğum kontrol yöntemleriyle kadın arasındaki ideal bir ilişki nasıl olurdu? Ve bu bağlamda, doğurganlık ve annelik mevhumlarını nasıl ele alır bir ekososyalist feminist?
Kadın bedeni sürekli denetim altında tutulması gereken bir nesne olarak görülüyor, bu çok açık. Örneğin Türkiye’de kadınlar kaç çocuk doğursun ya da kürtaj gibi tartışmalar, tamamen bedene yönelik bir devlet müdahalesi. Genellikle devlet özel alanda bu iktidarı erkeklere kullandırır, ama bizdeki gibi muhafazakar hükümetler bir ideolojik yeniden şekillendirme ile uğraşıyorlarsa bunu kendi elleriyle de yapmayı tercih ederler.
Jinekoloji de bu denetimin en önemli araçlarından biri olagelmiş tarih boyunca. Herşeyden önce, kadın bedenine ilişkin bilginin modern tıpla birlikte kadınların elinden alındığını, hatta ebelerin cadı diye yakıldığını unutmamak lazım. Modern tıp son derece uzmanlaşılmış bir alan. Hakkında ahkam dahi kesilemeyecek bir alan. İşte böylesine muktedir bir alanın parçası olarak jinekoloji, biz kadınlara ne zaman doğurmamız gerektiğini, yumurtalarımızın ömrünü, ne zaman cinsel arzularımızın azalacağını, ne zaman biteceğini vs söylüyor. Yumurtanın ömrünü uzatamıyor ama nerdeyse bir rahmimiz olmasa bile doğum yaptırabiliyor. Peki benim doğum yapmam gerektiğini ya da çocuksuz bir aile olmayacağını kim söylüyor?
Doğum kontrol yöntemleri zaten kadınlar tarafından yüzyıllardır kullanılıyor. Modern tıbbın yaptığı bunun seri üretimini yapmak. Elbette doğum yapmak istemeyen kadınlar için daha güvenli seçenekler, fiziksel olarak yapamayacaklar içinse bazı fırsatlar sunuyor ve bunda kötü bir şey yok. Ama düşüncem o ki jinekoloji bunun çok daha ötesinde bir alan. Örneğin östrojen ikame tedavilerinde kullanılan hormonların tamamen sentetik olmasının nedeninin ilaç şirketlerinin patent alabilmelerine olanak sağlamak olduğunu düşünen feministler var. Hatta “gerilla jinekoloji” gibi bir alan var. Jinekolojiyle ilgili temel sorun, tıbbın “normal” ya da “hastalık” kabul ettiği şeylerin son derece eril-merkezli tanımlanmış olması. Bu nedenle de kadınların menapozunu, mensturasyonunu, çocuk yapmasını medikalize ediyor.
Jinekoloji alanındaki feminist yaklaşım, her şeyden önce kadınlar için değil, kadınlarla birlikte bir bakım hizmeti öngörüyor ve kadınlar arasındaki farklılıkların tanınmasını, kadın bedeni hakkındaki tıbbi bilginin hiçbir kadının aleyhine bir güç ilişkisi yaşanmayacak biçime dönüştürülmesini talep ediyor. Yani biomedikal değil, dönüştürücü bir toplumsal bir model öngörüyor.
Eklemek istediklerin?
Çok teşekkür ediyorum beni de düşünmeye iten ve kafamı açan sorular / tartışma için. Ne zaman bir YKP’li ile temas etsem hep aynı şeyi gözlemliyorum: Karşılıklı öğrenme deneyimine açıklık. Bu bana inanılmaz keyif veriyor ama daha da ötesinde bence bu, en baştan beri sözünü etmeye çalıştığım hareketler arası iletişim için de son derece avantajlı bir başlangıç olanağı sunuyor.