yaklaşımlarHalil PaşaBalyoz Davası ve Kıbrıs'taki HAYALETLERİ – Halil Paşa
yazarın tüm yazıları:

Balyoz Davası ve Kıbrıs’taki HAYALETLERİ – Halil Paşa

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Balyoz, Mart 2003 ayında 1. Ordu Komutanlığı’nda, dönemin Türkiye Cumhuriyeti hükûmeti AKP’yi devirmek için hazırlanan ve sonradan Taraf gazetesi’nin yayını ile açığa çıkarılan Askeri Darbe Planı’dır.

Her askeri darbenin, TC derin devleti ile yakın ilişkisi nedeniyle, Balyozcu generallerin amaçları da, AKP Hükümetini devirmekle sınırlı değildi.

Türkiye basınındaki tartışmalardan da anlaşılacağı üzere, darbeye gerekçe olacak provokasyonlar ve buna bağlı olarak hangi bakan, vekil, partili, sendikacı, sivil toplum örgütü lideri ve üyelerinin, hangi adreslere ve ne zaman yapılacağı belirlenmiş olan baskınlarla, nasıl gözaltına alınıp, nerelerde hapsedilecekleri de planlanmıştı…

Uzun lafın kısası önceli askeri darbelerdeki gibi tüm teferruatlar, Balyoz Darbe Planı’nda da detaylandırılmıştı.

Darbeciliğin Türkiye Cumhuriyeti geleneklerinden olması ve bu geleneğin en büyük kaynaklarından birisi olan derin devletin ilk eylem sahasının Kıbrıs oluşu…

Yakın tarihinde, pek çok faili meçhul kalmış siyasal cinayetin yanı sıra, başbakandan siyasi liderlere; parti, örgüt, konut ve siyasilere ait araçların bombalandığı, faillerin ise hiçbir zaman bulun(a)madığı bir ada değil miydi Kıbrıs?

Bu kısa düşünce turu bile, Kıbrıslıtürkler ve özellikle de Kıbrıslıtürk solu için, Balyoz Davası’nın önemini işaret eder.

Bu nedenle dilerseniz Balyoz Darbe Planı ile Balyoz Davası’nı iredlemeye devam edelim.

Adını, darbe planının isminden alan ve sanıklar arasında 1. Ordu Komutanı ile o yıllardaki Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlarının ve birçok orgeneral ile generalden Albay rütbesine kadar uzanan toplam 365 üst rütbeli sanığın yer aldığı Balyoz Davası, geçtiğimiz Eylül ayında, 7 ay gibi kısa bir sürede sonuçlandı.

 

SAVCININ MÜTALAASI:

Savcı, 29 Mart 2012’de, mahkeme heyetine sunduğu 920 sayfalık esas hakkında mütalaasında, davadaki tüm sanıklara, “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini devirmeye eksik teşebbüs” suçundan, 15 yıldan 20 yıla kadar değişen hapis cezaları verilmesini talep etti.

 

MAHKEMENİN KARARI:

21 Eylül 2012’de sanıkların son savunmalarının da tamamlanmasının ardındanmahkeme heyeti karar için toplandı. Vedarbe planlanmak ve de darbeye teşebbüs etmekten dolayı 365 yüksek rütbeli askeri sanıktan 325’ini suçlu buldu.

En azı 6 yıl olmak üzere en tepedeki kuvvet komutanları da dahil, sanıklar 16, 18 ve 20 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldı.

Aslında, mahkeme heyeti önce,“Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten, cebren men etmek” suçlarından, sanıklara ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Fakat eksik teşebbüs indirimi nedeniyle sanıkların cezalarını, 20 yıl hapis cezasına çevirdi.

Bu karar, Türkiye siyasal demokrasi tarihinde dönüm noktalarından birisi oldu.

Nitekim yazılı ve görsel medya, tutuklama ve yargılama süresince ve nihayet mahkemenin vermiş olduğu kararın ertesinde, Türkiye’de siyasette askeri vesayetle ilgili tartışmalara sahne oldu.

Medya’da oluşan genel kanaat; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve en son da 28 Şubat 1998 tarihli askeri darbelerle, seçilmiş hükümetlerin üzerinde siyasal iktidar erkiymiş gibi davranan ordu ve ordudaki üst rütbeli askerlerin döneminin artık kapanmış olduğu yönündeydi.

Bundan böyle ordudaki generaller ve diğer üst rütbelilerin, askeri darbe yapmak bir yana, darbeye teşebbüs etmeleri halinde dahi, ağır hapis cezasına çarptırılmaları söz konusuydu.

 

BUNDAN SONRA NE OLACAK?

Kıbrıs’ta da alışık olduğumuz üzere, televizyonlarda, silah kuşanmış askerlerin resmi geçit törenlerinde sert adımlarla yürüdüğü sahneler eşliğinde, fonda gür sesli bir spikerin, generalin bir muhtıra gibi “iç düşman” ve “hain”lere hadlerini bildiren nutukları artık anılarımızda mı kaldı?

Yoksa eskiden bunu askerler yapıyordu da bundan böyle AKP’li siviller mi devraldı?

Balyoz Davası ile Türkiye’de askerlerin seçilmişlere silah ve şiddet uygulayarak, bir gecede iktidara el koyacağı, askeri mahkemeler kuracağı, ülkenin gençlerini işkence tezgahlarında mahvedip, kurduğu idam sehpalarında şimdi Türkiye gençliğinin örnek aldığı Deniz Gezmiş’i, çocuk denecek yaşta Erdal Eren’i sallandıracağı günler, artık geride mi kaldı?

Türkiye’de idam cezaları kendi iç dinamiğinden çok aslında bir AB müktesabatı olarak kalktı. Af Örgütü, AHİM vb. uluslararası kuruluşların da yakın takip ve baskısıyla, işkence vakalarına eskiye nazaran çok daha az rastlanır oldu. Ancak Türkiye’de hapisler hala eskiden olduğu gibi, yazarlar, gazeteciler, aydınlar, solcular ve özellikle de Kürtler üzerindeki şiddete ve baskıya son verilmesi için mücadele eden siyasilerle dolu!..

Türkiye’de siyasi düşüncesinden dolayı birçok insan hala demir parmaklıklar arkasında…

Balyoz sonrasında artık asker artık tamamen “yurt savunması” ile ilgili asli görevine dönmekte olduğuna göre, Türkiye’nin siyasal ve sosyal yaşamında, şimdi daha özgür bir yola mı girmiş oluyor?

Yoksa askeri vesayetten boşalan yeri, birkaç yıl sonra başkanlık rejimine geçişle, “Erdoğan ve AKP” mi doldurulacak?

Tüm bunları yaşayıp göreceğiz!…

Ama bir şey var ki orası kesin.

Balyoz Davası sanığı kuvvet komutanı ve generaller, darbe yapmayı planlamak suçundan, emeklilik yıllarının büyük bir bölümünü hapiste geçirecekler.

Hapisler arasında Kıbrıs’ta Kolordu Komutanı olarak bulunmuş ve adamızda bulunduğu süre zarfunda asker ile siyasetçi, asker ile basın arasında gergin ilişkiler yaşanmıştı. Dönemin Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Ali Nihat Özeyranlı’nın Mustafa Akıncı ile basına yansıyan tartışmaları ve akabinde UBP-TKP hükümet koalisyonunun bozulması…

Askerle siviller arasında basına da yansıyan sert tartışmalarda, bildik milliyetçi kurum ve kuruluşların generallere destek amacıyla bildiri yayınlamayı adeta bir gelenek haline getirerek ortalığı velveye vermeleri…

Sonradan beraat edecek olan Avrupa gazetesi yazarlarının asker-polis operasyonuyla yakalanarak, birkaç televizyonda geçilen alt yazılarla “Kıbrıs’ta bir casus çetesinin çökertildiği”nin duyurulması…

Basında gür kaşlarına olan düşkünlüğü nedeniyle “kaşlarını tarayan adam” olarak da anımsanan Sarıışık, Kıbrıs’tan ayrıldıktan sonra, sanırım son asker kökenli kişi olarak, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği’ni de yapmıştı.

 

ASKERİ VESAYETTEN AKP-ERDOĞAN OTORİTER REJİMİNE Mİ?

Yasalar ve icraatlar, insanların gündelik yaşamlarında yer buldukları zaman anlam kazanırlar.

Türkiye, yakın tarihinde kendi gençlerinin hayatını, “asmayalım da besleyelim mi” düsturuyla hiçe sayan ve Erdal Eren gibi çocuk yaştaki gençlerini asan siyasal zihniyetleri mahkum etmedikçe, rejimini askeri vesayetten kurtarmış olsa bile, bir siyasal kültür olarak devlete egemen otoriter ve darbeci geleneğinden kurtulabilir mi?

Geçmişte Darbecilerin söylemlerinde, “Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet elden gidiyor” mottosunu gerekçe göstererek, gençleri sakat bırakan, kadınların ırzına geçen, dayak, falaka, Filistin askısı, elektrik verme, makata cop sokma ve bok çukuruna gömmek suretiyle işkenceyi devleti kurtarma adına bir devlet eylemi haline getirmek, hem kendi vatandaşının gözünde, hem de uluslararasında Türkiye’nin itibarını mı artırmıştı, yoksa itibarsız mı kılmıştı?

İnsanlık ve nefret suçu ile malul 12 Eylül’ün siyasal mantalitesini ve hatta faili meçhule havale edilen ve bugüne kadar karanlıkta kalmış siyasal cinayetlerini gün ışığına çıkarmadan, geçmişiyle yüzleşip hesaplaşmadan, Türkiye’nin hem kendi vatandaşı nezdinde ve hem de uluslar arasında demokratik ve itibarlı bir ülke olması mümkün müdür?

Darbecilerinden, işkencecilerinden, provokatörlerinden velhasıl insanlık ve nefret suçu işleyen kişi, kurum ve örgütlerinden hesap sormayan bir Türkiye, otoriter geleneğinden kurtulabilir mi?

Son AKP Kongresi, geçtiğimiz Eylül ayının son gününde, askeri vesayete son verildiği söylenen Balyoz Davası’nın karara bağlanmasının hemen ertesinde yapıldı. On yıllık AKP Hükümetinde ve R.T. Erdoğan’ın dokuz yıllık Başbakanlığı döneminde, askeri vesayete son verilirken, Türk-Sünni İslam sentezinde şimdi de başka bir otoriter rejime doğru mu yol alıyor Türkiye?

Askeriyeden azade kılınmış, ama siyasi otoritenin tekil kişi ya da partide toplandığı, polis ve istihbarat ağırlıklı bir rejim Türkiye’yi ne denli demokratikleştirip geliştirir, Kıbrıs Sorununun çözümüne ne denli katkıda bulunur?

Bugünlerde Türkiye’de gerek sol, gerekse sağ cenahta en çok tartışılan siyasi konulardan birkaçı da yukarıdaki sorular üzerine yapılan hararetli tartışmalarda kendini gösteriyor.

Hükümet olduğu ilk yıllarda “daha çok demokrasi”, “siyasi yaşamın şeffaflaşması”, “AB üyeliği perspektifi”, “farklılıklara hoşgörü”, “tüm komşularla sıfır sorun”, “Kıbrıs ve Kürt Sorununda barışçıl ve demokratik çözüm” için siyaset üretme çabasındaki AKP ve Başkanı Erdoğan gitti…

Yerine, seçilmiş milletvekillerinden gazetecilere ve yazarlara, akademisyenlerden öğrencilere varıncaya kadar pek çok siyasi muhalifi içeriye atıp, hapiste tutmakta ısrarcı, en masum yürüyüş ve mitinglerde dahi polis şiddeti ile biber gazını esirgemeyen, “Kürt Sorununda şahin”, öncelleri gibi “otoriter”, sosyal yaşamda “Sünni ve Türk kimliği ile mahalle baskısı yaratan”, “komşusu Suriye ile savaşın eşiğine” gelmekten imtina etmeyen ve nihayet “Kıbrıs Sorununun çözümünü çoktandır buzdolabına kaldırmış” bir AKP ve Erdoğan geldi.

Hükümetinin ilk yıllarında, Türkiye Dış Politikasında derin devlet menşeli konfederasyon teziyle kilitlenmiş Kıbrıs Sorununda, ortaya atılan Annan Planı’nı “cesur” bir siyasi hamle ile destekleyen, Kıbrıslıtürklerin onbinler halinde sokağa ve meydanlara taşan çözüm arzularını arkalayan AKP ve Erdoğan gitti, yerine, Kıbrıs’ı son ziyaretinde, adada çözümü en çok savunan Kıbrıslıtürk göstericileri kendi polisine darp ettirmekten çekinmeyen, bir AKP ve  Erdoğan mı geldi?

Hükümete geldiği ilk yıllarda “sol” parti, sendika ve sivil toplum örgütü ve onbinlerce Kıbrıslıtürkü sokaklara döken “Bu Memleket Bizim Paltformu”na TBMM kapılarını sonuna kadar açan AKP gitti, onun yerine, adayı ziyaretinde, AKP’nin giderek şahinleşen Kıbrıs politikasını eleştirmeye yeltenen siyasal parti liderlerini, görüştüğü TC Elçilik Binasında azarlayan Erdoğan, protesto gösterisi yapan sendikacıları “Güneydekilere ne kadar da benziyorlar” diye aşağılayan Cemil Çiçek geldi.

Türkiye’de siyaset askeri vesayetten kurtuldu kurtulmasına da, demokrasi hayalleri yerine otoriter başkan olma hayalleri daha baskın çıkan Erdoğan, şimdi demokratik değil de başkanlık rejimine geçme tahayyülleriyle, daha bir Sünni, MHP’ye inat daha bir Türkçü ve Milliyetçi görünmeye, demokrattan çok bir siyasi diktatör gibi görünmeye mi meyletti?.

Şimdi Türkiye’de siyasette vesayet, AKP ile başkanı Erdoğan’ın iki dudağının arasına mı kilitlendi?

Ne olacak, sadece Türkiye değil, biz Kıbrıslıtürkler de yaşayıp göreceğiz…

Cevabı içerisinde saklı soruyu, “Perşembenin gelişi Çarşamba’dan bellidir” mi? diye sorup, “kim bilir belki AKP ve Erdoğan ile bu mümkündür” mü?

Diyerekten,

Neme lazım evkafın su meselesinden” diye düşünen tipik bir şark (Kıbrıslıtürk de denebilir-hp) kurnazlığıyla kendi küçük çıkarlarımıza yoğunlaşarak,gelen ağam, giden paşam”  umursamazlığıyla ve de “ay kapının ardında” şiarıyla, tüm bu Balyoz, 12 Eylül, askeri darbe, derindeki devlet, Tayyip ve nihayet AKP gibi tehlikeli sularda yüzmekten kaçınarak tatlı su balıklarının yaşamına mı özeneceğiz?

Hade konuyu açmışken bir adım daha ileri giderek, “Balyozdan bize ne?” diyemeyeceğimiz kadar biz Kıbrıslıtürkleri ilgilendiren yönlerine biraz daha yakından bir göz atalım.

 

BALYOZ DAVASI VE KIBRISLI TÜRKLER

Türkiye’de Balyoz’dan Kürt Sorununa, hapislerdeki tutuklu sayısından Suriye ile savaşın eşiğine gelinmesine kadar yaşanan siyasal alt üst oluşlar, 1974’den bu yana sosyal ve kültürel yaşamı her gün daha bir Türkiyelileşen Kıbrıs’ın Kuzeyini nasıl etkiliyor?

Kıbrıslıtürkler, siyasal partileri ve örgütleri bu olayların neresinde?

Bu noktada bir kez daha yakın tarihimize dönerek, “Türkiye derin devletinin, ilk denizaşırı coğrafyada örgütlenme ve eylem sahası Kıbrıs’tır” diye yeniden bir hatırlatmada bulunup, yazımıza kaldığımız yerden, Balyoz’dan devam edelim.

Siyasi söylemlerini uzun yıllar TMT ve Özel Harp Dairesi’nin Türk milliyetçisi düşüncelerinden alıntılayan, siyasal parti ve vekillerimizin, bugün Balyoz Davası konusunda tek lakırdı etmemeleri anlaşılır bir şeydir. Çünkü, bugüne kadar Türkiye siyasal iktidar erkiyle “çek şükranı, kap parayı” çerçevesinde ilişkiye girip, yıllardır bunun dışında, “şeytanın gör dediği”ne kör ve sağır kalanlardan bunu beklemek zor.

İlginç olan mecliste vekili bulunan Çakıcı ve Yorgancıoğlu liderliğinde kendisini solda gören parti ve vekillerinin de, hani “adet yerini bulsun” türünden de olsa davanın sonucuna ilişkin herhangi bir siyasi açıklamada bulunma zahmetine girmiş olmadıklarıdır.

Bu konuda siyasal sahne bir ara Serdar Denktaş’ın UBP kurultayındaki başkanlık seçimleri öncesi yaşanan ve mahkemeye taşınan son “imza taklidi” olayını kast ederek, hem bu olayı, hem de Türkiye’deki Balyoz Davası’nı hafife alırcasına sosyal medyada; “Türkiye’nin Balyozu varsa bizim de guspomuz var” deyişine şahit oldu. Tabii Serdar’ın bu açıklaması sosyal medyada “gusbo değil matsa!” diye karşılığını buldu ve biz de Türkiye’de siyasi gidişatı etkileyecek tarihi bir dava sonucunu ne denli önemsediğimizi göstermiş olduk.

Başta UBP ve DP olmak üzere sağ cenahımız daha düne kadar siyasette askeri vesayeti alkışlayıp ya da sessiz kalmak suretiyle bundan pek şikayetçi olmadıkları bilinmeyen siyasi gerçeklerimizden değil midir?

12 Eylül’ün darbeci generallerinden Kenan Evren ve Nurettin Ersin’e övgüler düzen, caddelerimize ve Girne’nin siluetini değiştiren Camiye isimlerini veren, 28 Şubat darbesi olurken “şeriata karşı bizim de Çevik Paşa’mız var” diye sesini yükseltip, Erdoğan’ı okumuş olduğu bir şiirden dolayı içeriye tıkan derin devlet zihniyetini onaylayanların, elbette “Balyoz Davası”nda söyleyecek pek sözleri olamaz.

Bugün 12 Eylül ve28 Şubat’ın mimarı olduğu söylenen generaller, yaptıkları darbelerden dolayı yargılanmaya hazırlanırlarken, eskiden demokrasi tanımını Evren ve Çevik Bir’in konuşmalarından alıntılara dayandıran medyatik olmayı seven siyasilerimiz, şimdilerde Erdoğan’ın gönlünü hoş tutmak için Külliyelerin ve Kuran Kurslarının açılışıyla meşguliyetten olsa gerek, yakın geçmişte eyleyip söylediklerini unutmuşa benziyorlar…

Demokrasinin en önemli fonksiyonlarından birisi olan seçmenimize gelince…

Kısa süre önce yaşamış oldukları UBP dışı hükümet deneyimlerinden (CTP-DP ve CTP-ÖRP) hayal kırıklığına uğrayalı beri, kendileri ve yakın akrabalarının küçük bencil çıkarları uğruna yeniden UBP’ye dönmenin telaşıyla, bugünlerde UBP içerisindeki liderlik kavgasından kendilerine de küçük bir pay çıkarmaya konsantre olmuşlar…

Dolayısıyla ilk akşam haberlerine yansıdığı kadarıyla; UBP’de kimin başkan seçileceğine gösterilen heyecan ve ilginin onda biri, ne Balyoz Davası ne de mahkum olan generallere ne de siyasal yaşantımızda olası sonuçlarına gösterilmiyor.

Hal böyle olunca, halkı aydınlanmak ve bu amaçla peşine takmak, önemli konularda kamuoyu oluşturmak gibi bir görevi olan basınımız da, UBP’nin peşine takılan seçmenin peşinden mi sürükleniyor?

Yazdıklarıma pek rağbet edilmeyecek olsa da, buraya kadar yazmışken bari biraz daha yazmaya devam edeyim…

 

DERİN DEVLETİN, SORULARDA VE OLAYLARDA SAKLI “ADRESLERİ”…

Aşağıdaki yazının uzun soluklu soruları sizleri bıktıracak da olsa, bu sorular Türkiye’nin Balyoz öncesi Kıbrıs operasyonlarını ilgilendiren, belki de “Türkiye-Kıbrıs ortak yakın siyasi tarihinin gerçekleri” diyebileceğimiz cinsten bazıları cevapları içerisinde gizli sorular…

Neden Türkiye’de Askeri Darbeler çoğu zaman derin devletle ilişkili sayıldı?

Türkiye’de Askeri Darbeye yol açan bombalama, kurşunlama, eylem ve söylemlerin failleri meçhul örgüt veya kişilerce çıkarıldığı ve adresi de derin devlet olduğu bugüne kadar gazete, dergi ve kitaplarda yazılıp çizilmedi mi?

12 Eylül’e giden yolda 30 küsur kişinin öldüğü, 1 Mayıs 1997 katliamının failleri yakalandı mı?

Ya 12 Eylül darbesinden bir gün önce Türkiye’nin dört bir yanında patlayan bombalar kimin eseriydi?

Hepsinin failleri bulunabildi mi?

Daha geriye gidecek olursak, İstanbul’daki 6-7 Eylül olayları, Kültür Sarayı yangını, Araba Vapurunun batırılışı, öldürülen ilk öğrenci Deniz Gezmiş’in arkadaşı Taylan Özgür’ün fail(ler)i?

Türkiye’de bazen ağzından laf kaçıran bir generalin demeci, bazen görgü şahitlerinin anlatıları, perdeyi araladı. Ancak devlet, zaman zaman ele verilen, dolayısıyla olayların bilinen ya da tahmin edilen faillerini hiçbir zaman ele vermedi, kendi insiyatifi ile adalete teslim etmedi.

Kıbrıs’a gelince…

TMT’yi Kıbrıslıtürklerin değil, kendilerinin kurduğunu açıklayan ÖHD’nin lojistik sorumlusunun, ÖHD’den “devlet içerisinde devlet” olarak bahsetmesi, “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” isimli kitabının kapağında “Yeraltında silahlı bir örgüt, hem de devlet eliyle… TMT” diye yazmış olması (1) “derin devlet”e ilişkin bir itiraf veyahut da bir adres bildirimi miydi?

1957-58li yıllarda TMT tarafından kurban edildiği artık bir sır olmayan dönemin Kıbrıslıtürk sendikacıların, önce yayınlanan bildirilerle isimlerinin ihbar edildiği ve sonra da aralarından bazılarının ölüm emirlerinin onaylandığı adresin ta kendisi miydi derin devlet?

Güpegündüz Lefkoşa’nın en işlek ve merkezi bir noktasında, önden silahla vurulmuş ve arkasından keskin bir aletle hançerlenmiş, kanlar içerisinde yere uzanmış bir vaziyette can çekişir bir haldeyken, başında toplanmış ölümünü seyreden komşularının, dostlarının hatta bir de yoldaşının, Fazıl Önder’i hastaneye götürmekten alıkoyan korkularının adresini nerede aramak gerekirdi?

Malum devletin anlatıldığı kitabın ön kapağındaki yazıda mı?

Örneklerle sorularımıza devam edelim…

12 Mart Askeri darbesinin ertesinde, Dr. Küçük’ü ve Berberoğlu’nu Kıbrıs’taki seçimlerde adaylıktan vazgeçmelerine “ikna” eden, böylece Denktaş beyin de rakipsiz, tek aday olarak seçimlere katılmasını sağlayan adreste mi aramak gerekiyordu derin devleti?

Yoksa derin devlet, yeniden başkan seçilmesi anayasaya göre imkansız olan Denktaş bey’in, 12 Eylül sonrasında ilan olunan yeni bir devlet (KKTC) ile seçilmesine cevaz veren bir anayasayla, yasal olarak miyadı dolmuş Cumhurbaşkanlığının devamını tazeleyen merci miydi? (2)

Kenan Evren’in açık muhalefetine rağmen, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında seçilen ilk sivil hükümetin Başbakanı, ANAP’ın da başkanı Turgut Özal’ın, “kucağımda buldum” diye sitem ettiği KKTC’nin kurulmasının arkasındaki siyasal güç müydü derin devlet?

Yarım yüzyılı aşkın bir süredir adamızda barış içerisinde bir arada, ya da yan yana yaşamayı dillendiren kişi ve örgütleri hedef alarak, “hain”, “iç-düşman” diye işaret eden ve her milli ya da askeri törende bu mealde siyasi nutuklar atanların arkalarını dayadıkları adres miydi yoksa?

Tarihimizi bir miktar geriye sardığımızda ve örneğin 20. yüzyılın ikinci yarısında, uluslararası hukuk camiasında ismi öne çıkan bir Kıbrıslıtürk’e, Balalan köyünden Mehmet Zeka Bey’e, üstelik de kaba bir biçimde, seçimlerde Dr. Küçük’ün karşısına aday olarak çıkamayacağını bildiren TC Elçiliği mi anlaşılmalıydı Balyoz öncesi derin devletin varlığından? (3)

Yoksa “siyasi rakibine yapılan muamele kendisinin de başına gelince, icazet almak için Lefkoşa’daki TC Elçiliği’ni de pas geçerek kalkıp gittiği Ankara’da, kendisine Denktaş karşısında aday olamayacağı bir kez daha tebliğ edilen Dr. Küçük’e, tebligatı yapan general Kemal Yamak mıydı andaki derin devletin yetkili temsilcisi? (4)

Yani 1974’den hemen önce biz Kıbrıslıtürklere kimin liderlik edeceği ve bizleri kimin nasıl yöneteceğinin karara bağlandığı teşkilat mıydı ÖHD?

Bir de TMT’nin ilk kurucularından olduğunu bildiğimiz Dr. Burhan Nalbantoğlu hakkında Lefkoşa’da ortaya çıkan bir “vur emri” hikayesi var ki; emir’in iptal edilmesi için Nalbantoğlu’nun Ankara’ya gitmesi gerekmemiş miydi?

Bu durumda, 60’lı yıllardaki derin devletin Kıbrıslıtürklerin siyasal kaderlerinin 1974 yılına kadar büyük ölçüde tayini hakkında bizi bilgi veriyor.

Bütün bunların sonunda şöyle bir yoruma başvursak ne dersiniz?

Balyoz öncesi Kıbrıslıtütklerin siyasal kaderinin tayini Ankara’nın elindeydi. Şimdi hükümetimizden meclisteki muhalefetimize Ankara’nın icazetini almadan politika üreten siyasal parti ve vekillerimize rastlamak mümkün değil.

Peki Balyoz ile ne değişti?

Balyozun Kıbrıslıtürkler açısından önemi nedir?

 

xxx

 

BALYOZ DAVASI’NIN KIBRISLITÜRKLER AÇISINDAN ÖNEMİ…

Şimdi adamızın yakın siyasi tarihini de göz önüne alarak, Bayoz Davası’nın sonuçları hakkında şu soruyu sormak gerekmiyor mu?

Biz Kıbrıslıtürkler Balyoz Davası sona erdiğinde, kendi kaderimizi belirlemekte, siyasal geleceğimize karar vermekte, ne kadar bağımsız ve özgür olacağız?

Eskiden liderimizin kim olacağına, bizi kimin idare edeceğine, Kıbrıs Sorununda üretilecek politikalara karar veren nihai adresler, son tahlilde Lefkoşa’da değil Ankara’da saptanırken, Balyoz Davası’ndan sonra bunların kararı kim tarafından nerede kararlaştırılacak?

Bu ve benzeri soruların cevapları, Balyoz Davası sonrasında yaşanacak siyasal gelişmelerin sadece Türkiye’nin yakın gelecekteki kaderini belirlemede değil, Kıbrıslıtürklerin de uzak olmayan bir zaman dilimindeki kaderini belirleyecektir.

Dahası biz Kıbrıslıtürkler, yakın bir gelecekte, adada bir toplum mu, yoksa bir topluluk olarak mı yaşamaya devam edeceğiz?

Balyoz’un siyasi sonuçları, bunu etkileyecek, dahası belirleyecek denli önemlidir.

 

xxx

 

(1) “Aslına Hiç Kimse Uyumuyordu”, İsmail Tansu, Minpa Matbaacılık, Ankara.

(2) Kenan Evren’in Annan Planı döneminde katıldığı bir TV programındaki canlı yayında; “biz KKTC’nin ilanına Denktaş yeniden Cumhurbaşkanı seçilebilsin diye onay verdik” mealinde bir açıklamada bulunmuştu.

(3) “M.Zeka Bey’in yaşamı” , Oktay Feridun…

(4) Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Kemal Yamak.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin