Geride bıraktığımız yüzyıla rengini veren ve onun bir “aşırılıklar çağı” olarak hatırlanmasına sebep olan iki temel hadiseden bahsedilebilir: Faşizmin yükselişi ve Sovyet devriminin Stalinist deformasyonu, yozlaşması. Bu iki hadisenin de ardında Alman devriminin makûs talihinin yattığı söylenebilir. Bolşeviklerin sabırsızlıkla bekledikleri Alman devrimi, 1918-1923 yıllarında yenilgiye uğrayınca Sovyet devriminin tecridi de iyiden iyiye derinleşir. Stalinizm tam da bu tecrit koşullarının ürünü olacaktır. Faşizm ise ancak yenilen devrimin bıraktığı boşlukta yükselecektir. Rusya’da Lenin’in alternatifi nasıl Kornilov idiyse Almanya’da Liebknecht ve Luxemburg’un alternatifi Hitler’dir. Walter Benjamin’in hatırlattığı gibi her faşizm yenilgiye uğramış bir devrime delalet eder.[1]
Bir adım öteye giderek nasyonal sosyalizmin kuruluş eyleminin Alman devriminin bastırılması olduğunu söylemek hiç de anakronizm olmayacaktır. Devrimin iki amblematik figürü Luxemburg ve Liebknecht’i katleden ve I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından Almanya’daki devrimci yükselişin sindirilmesinde kullanılan eski askerlerden oluşmuş Freikorps çeteleri, aynı zamanda Alman genelkurmayının Baltık’ta sovyet devrimine karşı yürüttüğü askeri harekâtlarda da başroldedirler. Bu bölgelerde kitlesel kıyımlara ve vahşete başvuran ve Weimar cumhuriyetinin soldaki “düşmanlarını” yok etmesinde çok işlevli olmuş Freikorps, gerek uyguladığı vahşet ve bu vahşetin oluşturduğu antikomünist ve antisemit kültürle, gerekse de Nazi hareketine sağladığı kadrolarla nasyonal sosyalizmin gelişiminde önemli rol oynayacaktır. Freikorps ile II. Dünya Savaşı’nda özellikle Doğu Avrupa’da kitlesel kıyımlara imza atacak Nazi özel operasyon gücü Einsatzgruppen arasındaki devamlılık aşikârdır. İşte bu anlamda da Luxemburg ve Liebknecht’in katli ile Nazi rejimi arasında doğrudan bir bağ mevcuttur.
Sadece bu tarihsel önemi itibariyle dahi Alman devrimi ve onun sembol isimleri hakkında ilgiyi muhafaza etmekte, dönüp dönüp onlara tekrar bakmakta yarar var. Ancak muazzam zenginlikteki çalışmaları Türkiye’de yayımlanmış olan “Rosa”nın aksine[2] Karl Liebknecht, Türkiyeli okurlar açısından büyük ölçüde bir bilinmeyen olarak kalmıştır. Neyse ki yakın zamanda Liebknecht’in yazılarını yayımlayan Belge Yayınları bu duruma nihayet bir son verdi. Aslında Ragıp Zarakolu’nun verdiği bilgiye göre Liebknecht’in yazılarının çevirisi çok daha erken bir tarihte yayımlanacakmış. Ancak belli ki yazarının makûs talihi yazılarının Türkçe çevirisine de eşlik etmiş. Belge yayınları bu kitabı, Luxemburg’un aynı yayınevince neşredilen Spartakistler ne İstiyor? başlıklı kitabının hemen ardından, Liebknecht’in ölümünün 60. yılında, yani 1979’da yayınlamayı planlamış. Ancak 1980 darbesi öncesi ve sonrasının koşullarında bu mümkün olmamış. Kitabın tercümesi uzun yıllar boyunca saklı kalmış. 1990’lı yıllarda bulunan kopyası ise yayınevinin bulunduğu binanın bombalanması sonucunda yok olmuş. Liebknecht’in yazılarının, başlangıçtaki niyetten 30 yıl sonra, Militarizme Karşı Sınıf Mücadelesi başlığıyla 2009 yılında yayımlanması, ancak başka bir kopyanın bulunabilmesiyle mümkün olmuş.[3]
Alman Sosyal Demokrat partisi’nin kurucularından Wilhelm Liebknecht’in oğlu olan Karl, 1907 ile 1910 arasında Sosyalist Gençlik Enternasyonali’nin yönetiminde bulunur. Militarizm karşıtı mücadelenin ön saflarında yer alan Liebknecht, Militarismus und Antimilitarismus (Militarizm ve Antimilitarizm) adlı çalışması nedeniyle 1907’de tutuklanır. Bir sene sonra hapisteyken Prusya meclisine, 1912’de ise Alman meclisi Reichstag’a seçilir. I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın katılımına karşı çıkarak partinin çoğunluğuyla ters düşer. 4 Ağustos 1914’teki oylamada savaşa karşı çıksa da parti disiplini adına savaş kredileri lehinde oy kullanır. Ancak 2 Aralık 1914’teki oylamada savaşa karşı oy kullanan tek parlamenter olarak parti yönetimiyle yollarını ayırır. Daha sonra Liebknecht, Rosa Luxemburg, Leo Jogiches, Paul Levi, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi isimlerle birlikte Spartaküs Birliği’ni (Spartakusbund) kurar. Savaş sırasında savaş karşıtı faaliyetleri nedeniyle iki kez hapse mahkûm edilir. Ekim 1918’de serbest kalan Liebknecht, Spartaküs Birliği’nin lideri olarak savaş sonrasında Almanya’yı saran devrimci kaynaşmanın tam ortasında yer alır. Ocak 1919’da Spartakist ayaklanmanın bastırılmasının ardından 15 Ocak’ta Rosa ile birlikte yakalanır. Liebknecht saatlerce süren işkence ve sorgunun ardından başının arkasına ateş edilerek öldürülür.
Savaş ve sosyalizm
Henüz ikincisinin çıkmadığı dönemde “Büyük Savaş” olarak adlandırılan 1. Dünya Savaşı, sosyalist hareketin tarihinde bir dönüm noktası oluşturur. Savaşa karşı alınan tutum sosyalist harekette büyük bir yarılmaya sebep olur. Sıkça düşülen bir yanılgı, sosyal demokrasi ile devrimci sosyalizm arasındaki temel ayrımın taktiksel bir reform/devrim karşıtlığı şeklinde ifade edilebileceği, yani amaçlar aynı ya da benzer olsa da ayrımın bu hedeflerin hangi araçlarla gerçekleştirileceğine dair olduğu kanaatidir. Oysa tartışma zarfa değil mazrufa, araçlara değil araçları da ister istemez belirleyen amaçlara dair bir tartışmadır. Dahası sosyal demokrasi ile devrimci sosyalizm arasında boşanmaya götüren vaka yönteme dair soyut bir devrim ya da reform tartışmasından ziyade çok daha somut, çok daha yakıcı bir meseleden kaynaklanmıştır: I. Dünya Savaşı’na karşı alınacak tutum.[4]
Sosyal demokrasi hemen tüm Avrupa’da milliyetçilik ve militarizm safında yer alana dek “reform taraftarları” da “devrim taraftarları” da aynı partiler içersinde bulunabilmişlerdir. Luxemburg ile Liebknecht, savaşa kadar ters düşseler de Kautsky, Bernstein, hatta Noske ve Scheidemann ile aynı partide bulunabileceklerdir. Luxemburg, Liebknecht ve elbette Lenin gibileri için sosyal demokrasinin temel günahı, milliyetçi savaş kampında yer almak, proleter enternasyonalizmine ihanet etmektir. Sosyal demokrat parti önderliklerinin ulusal birlik adına hemen her ülkede sınıf mücadelesini ertelemesi, II. Enternasyonal’in iflası, uluslararası sosyalist hareketin hâkim sınıflar önünde diz çökmesi anlamını taşımaktadır. Savaş, sosyal demokrasinin kapitalist düzene içerilmesi sürecini hızlandırır. Daha önce partinin sağ kanadınca savunulan reformlara ya da evrimsel gelişmeye dair tezler savaş içerisinde somutluk kazanmaya başlar. Sosyal demokrat parti ve sendikal yapılar savaş boyunca bir dizi ülkede merkezi devlet ve yerel yönetim düzeyinde savaş dönemi iktisadi ve sosyal politikaların yürütülmesinde önemli derecede söz sahibi olurlar. Dolayısıyla sosyal demokrat partilerin ve sendikal örgütlerin devlet aygıtıyla bütünleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrası Keynesyen ya da neokorporatist modelden çok önce, daha ilk savaş sırasında gündeme gelir. Bu durum kabaca şöyle özetlenebilir: Otantik sosyalist siyasetin “ulusallaşması”, yani enternasyonalist zemininden uzaklaşmasıyla, ulusal kapitalist devlet aygıtıyla bütünleşmesi gündeme gelir. Liebknecht’in sınıf mücadelesinin uluslararası düzeyde ertelenemezliği ve başatlığı vurgusu bu gelişmeye karşı bir uyarıyı da içerir.
Karl Liebknecht’in yazılarında enternasyonalizm vurgusunun bu kadar öne çıkması, elbette bu tarihsel bağlamla açıklanabilir. Çoğu insan için sosyalist olmanın az ya da çok “yurtsever” olmak anlamına da geldiği bir ülkede Liebknecht’in milliyetçilik hakkında düşünceleri hayli yadırgatıcı gelebilir. Kararlı bir enternasyonalist olan, enternasyonalizmi pratik politik bir mesele olarak kavrayan Liebknecht için proletaryanın kurtuluş mücadelesi olarak sosyalizmin yurtseverlikle en ufak bir ilgisi yoktur. Onun için “esas düşman içeridedir”, yani sosyalistlerin ödevi, önce kendi hâkim sınıflarını alaşağı etmek, önce kendi askeri yayılmacılık ve savaş politikalarına karşı mücadele etmek, önce kendi milliyetçiliklerine karşı savaşmaktır. Liebknecht, kendisini “vatana ihanet” ile suçlayan askeri mahkemeye mektubunda şöyle der: “Vatana ihanet enternasyonalist bir sosyalist için hiçbir anlam taşımaz. (…) Uluslararası kapitalizme karşı uluslararası proletarya adına mücadele eder. Karşılaştığı yerde yakasına yapışır ve etkili bir darbe vurabilir, yani kendi ülkesinde. Kendi ülkesinde, uluslararası proletarya adına, uluslararası kapitalizmin temsilcileri olan kendi hükümetiyle, kendi yönetici sınıflarıyla mücadele eder.” (s. 207) Marx’ın sınıf mücadelesinin içeriği bakımından enternasyonal ve ancak biçimi bakımından “ulusal” olduğu önermesini hatırlatan ifadelerdir bunlar. Otantik Marksizmin uzlaşmaz ve pratik enternasyonalizmi, Liebknecht’in özellikle savaş sırasındaki yazılarında sürekli vurgulanır: “Proletaryanın sınıf mücadelesi ancak uluslararası düzlemde sürdürülebilir, ancak uluslararası bakımdan başarıya ulaşabilir.” (s. 178)
Liebknecht savaş ve militarizmi kınayıp barışı savunmakla kalmaz. Onun antimilitarizmi aynı zamanda sınıf mücadelesinin bir tezahürü de olduğundan milliyetçi “ulusal birlik” başlıca hedeflerindendir. Liebknecht savaşın hemen başında, sosyal demokrasinin sınıf mücadelesini ulusal birlik adına reddetmesine ya da ertelemesine karşı çıkar. Savaşan ulusun çıkarları adına hâkim sınıflarla geçici de olsa bir “ateşkes” ilan etmek, sınıf savaşımına dışarıda süren savaş adına mola vermek kabul edilemez. “Yalnızca her türlü desteğin reddedilmesi değil, ama her türlü hükümet siyasetine karşı en canlı, en amansız mücadele, sınıf mücadelesinin en ateşli biçimde sürdürülmesi; kutsal birlik değil, iç savaş.” (s. 152) Kendisini mahkûm eden mahkemenin huzurunda bir kez daha haykıracaktır: “İç barışa hayır; iç savaş! İşte benim sloganım budur.” (s. 229)
İç savaş teması Liebknecht’in bu dönemdeki yazılarında sürekli karşımıza çıkar. Onun kastettiği, düşmanın karşı siperlerdeki Fransız, İngiliz ya da Rus emekçileri değil, “içerdeki” sınıf düşmanları olduğudur. Liebknecht için durum nettir: Ya sınıf savaşımı ya ulusları birbirine kırdıran ulusal savaş. “İç barış değil, iç savaş! Sözde ulusal ahenge karşı, sınıfların sözde yurtsever ahengine karşı proletaryanın uluslararası dayanışması, barış için, sosyalist devrim için uluslararası sınıf mücadelesi.” (s. 186) Emperyalizmin bir “dış güç” olarak algılanışının, esas yurtseverlerin “vatanı satan” düzen partileri değil de solcular olduğu kanaatinin pek yaygın olduğu sosyalist hareketimiz açısından Liebknecht’in bir “yabancı” olması tesadüf olmasa gerek. Liebknecht gerçek düşmanın kim olduğu hususunda ikircimsizdir: “Her halkın ana düşmanı kendi ülkesindedir! Alman halkının ana düşmanı Almanya’dadır: Alman emperyalizmi, savaştan yana olan Alman partisi, Alman gizli diplomasisi. İşte Alman halkı için, mücadelesi kendi ülkesindeki emperyalistlere doğru yönelmiş olan, başka ülkelerin proletaryasıyla işbirliği yaparak siyasal mücadelede savaşması gereken düşman, işte kendi ülkesindeki bu düşmandır.” (s. 184)[5]
Sosyalist antimilitarizm
Liebknecht’in antimilitarizmi de Türkiye’nin güncel düşünsel iklimine çok yadırgatıcı gelecektir ilk bakışta. Antimilitarizm bizde çoğu zaman askeri vesayete karşı bir “sivilleşme” çabası olarak, gerçekten hayli dar manada tanımlanmakta. Liebknecht savaş sırasında Hindenburg ve Ludendorff gibi komutanlar etrafında gelişen askeri diktatörlük yönelimine karşı mücadele yürütür elbette, ama militarizmin “sistemik” tabiatını daima akılda tutarak. Liebknecht için savaşa ve militarizme karşı mücadelenin sınıf savaşımıyla bağı aşikârdır. Liebknecht açısından militarizm “sistemik” bir meseledir. Militarist siyaset egemen sınıfların yürüttüğü keyfi ve rastlantısal bir tercih meselesi değildir, kapitalizmin bir fonksiyonudur. Militarizm “organik olarak kapitalist” bir niteliği haizdir. Militarist siyaset hâkim sınıflar açısından basit bir tercih, bir kapris değil, bir zorunluluktur. Ancak Liebknecht’in “zorunluluk” anlayışı kaba bir determinizme imkân vermeyecek ölçüde nüanslıdır: “Kapitalist gelişme dönemini tanımlayan şey, her şeyin bir an için zorunlu olduğu ve hiçbir şeyin de kalıcı olarak zorunlu olmadığıdır. (…) Varolan ancak, değişikliklere ve hatta dönüşümlere neden olan ters eğilimlerin kendilerini ortaya koymadıkları ölçüde zorunludur.” (s. 306)Yani silahlanma ve militarizm kapitalizmin içsel bir dinamiği ise de kapitalizmin bağrında silahlanma yarışına ve savaşlara karşıt eğilimler de bulunmaktadır. Bu eğilimlerin başlıcası ise işçi sınıfının emperyalizme karşı enternasyonalist mücadelesidir; yani tayin edici faktör sınıf savaşımıdır, siyasal ve toplumsal mücadelelerdir. Dolayısıyla, “sosyal demokratların anti-militarist propagandası bir sınıf mücadelesi programıdır” ve dolayısıyla da “sosyal demokratların anti-militarist propagandası proletaryanın sınıf mücadelesindeki çıkarlarından kaynaklanır.” (s.98-99)
Militarizm sadece bir devletin rakip devletlere karşı yürüttüğü savaş siyasetinin bir ürünü değildir. Dışa yönelik militarizm içe dönük militarizmin bir devamı, tamamlayıcısıdır. Liebknecht militarizm hususundaki yazılarında “iç” ve “dış” arasındaki sınırları bilinçli olarak silikleştirir. “Sürdürdüğü amaçlar ve görevleri bakımından, dış siyaset iç siyasetin devamı, uzantısından başka bir şey değildir. Birbirlerini destekler ve tamamlarlar; dış siyaset iç siyasetin araçlarını ve yöntemlerini kullanır, iç siyaset de dış siyasetinkileri kullanır.” (s. 293) Militarizmin “içsel” boyutu, “halkın ve özellikle de işçi sınıfının bağımlılık altında tutulması amacıyla ordunun iktisadî ve siyasal mücadelede zor aracı olarak kullanılması” ile doğrudan bağlantılıdır (s. 118) Bu anlamda militarizmin başlıca görevi “iç düşmana” karşı mücadeledir.
Bu durum, yani militarizmin içsel boyutu, militarizmin giderek daha bütünsel bir karakter edinmesiyle daha belirgin olur. Hele hele bir “topyekün savaş” halini alan 1. Dünya Savaşı sırasındaki yazılarında Liebknecht, savaş faaliyetinin nasıl iktisadi, toplumsal ve kültürel hayatın bütününü tayin ettiğini, bunların nasıl militarizmin birer işlevi haline geldiklerini kapsamlı bir biçimde aktarır. Kamuoyu oluşturma ve seferber etme teknikleriyle sivil halkın sürekli olarak koşullandırılması, üretimin ordunun ihtiyaçları için bütünüyle yeniden düzenlenmesi, devletin antik Sparta misali bir askeri aygıt halini alışı hep bu durumun görünümleridir. Topyekün savaş koşullarında sivil-asker ayrımı berhava olur. Artık üretimde neyin silah sanayi olduğunu tespit etmek mümkün değildir; üretimin neredeyse tamamı doğrudan ya da dolaylı olarak ordunun ihtiyaçlarına yöneliktir. Nüfusun sadece orduda yer alan kesimi değil, tamamı askeri disipline tabi kılınır.
Liebknecht için silahlanmanın hâkim sınıfın bir tekeli halini alması, demokrasinin fiziksel temelini ortadan kaldırır. Militarizm “halkı kendisine karşı silahlandırır” (s. 91) Liebknecht, şiddetin ya da şiddet tehdidinin kapitalist toplumun asimetrik karakterinin muhafazasındaki, yani emekçi kitlelerin yönetici sınıflara iktisadî ve toplumsal bağımlılık durumunu sürdürmedeki yeri hususunda çok nettir. Dolayısıyla hâkim sınıfların şiddet aygıtları üzerindeki tekeli ortadan kaldırılmadan gerçek anlamda bir demokrasiden bahsetmek mümkün olamaz. Demokrasi ancak mülk sahiplerini siyaseten mülksüzleştirip silahsızlandıracak radikal bir toplumsal eylemle, bir devrimle mümkündür. “Şu halde demokrasiye doğru giden yol sosyalizmden geçer, ama bunun tersi doğru değildir.” (s. 329)
Liebknecht’in yazıları bizde çoğu zaman düşülen bir yanlış anlama hususunda, yani antimilitarizm ile mutlakçı şiddet karşıtlığı ya da pasifizmin eşanlamlı kılınması hakkında da uyarıcı işleve sahip. Aslında pasifizm anarşist ya da sosyalist antimilitarizmlerin sadece bir biçimini oluşturur. Murray Bookchin, günümüzün anarşist hareketlerinin kimi eğilimlerini haşin bir dille eleştirdiği çalışmasında bu noktaya işaret ederek pasifizm ile antimilitarizm arasındaki farkın altını çizer. Günümüzde yaygın bir yanlış anlama hususunda hayli uyarıcı olduğu için uzun bir alıntıya müsaade edilsin: “Bir Zamanlar Sol’un içinde birçok pasifist de vardı, ama en radikal eğilimleri şiddet karşıtlığından kaçınıyor ve kendilerini gerek toplumsal gerekse mücadeleci açıdan pasifizm yerine antimilitarizme adıyorlardı. Onlara göre militarizm, ordulaştırılmış bir toplum, savaş ya da devrim gibi kriz durumlarında demokratik hakların ikinci plana itilmesi anlamına geliyordu. Militarizm, kitlelere itaatkârlığı aşılıyor ve onları bir emir-komuta toplumunun buyruklarına göre koşullandırıyordu. Ancak Bir Zamanlar Sol’un talep ettiği şey, ‘kırık tüfek’in –bugünlerde pasifist butiklerde pek moda olan- sembolik görüntüsü değil, ancak insanların devrimci amaçlar için, sadece demokratik milisler halinde eğitilmeleri ve silahlandırılmalarıydı. (…) Halkın silahlandırılması Bir Zamanlar Sol’un temel ilkelerinden biriydi ve bugünün Solcularının silah kontrolüne ilişkin sofu talepleri, Bir Zamanlar Sol için tamamen yabancıydı. 1930’lar gibi yakın bir tarihe kadar, ‘silahlı halk’ kavramı, dünyanın her yerindeki, (…) bağımsız anarşist hareketlerin yanı sıra bağımsız sosyalist hareketlerin ana ilkesi olarak kaldı. Kamu güvenliği için polis ve askere güvenme konusunda kitleleri terbiye etme anlayışı, hele hele şiddet karşısında öbür yanağını çevirme yaklaşımı tiksindirici bulunurdu. (…) Demokrasi kavramlarının doğrudan demokrasi anlamına gelmesi gibi, antimilitarizm kavramları da devletin şiddet tekeline silahlı bir hareketle karşı koymak zorunda olmaları anlamına geliyordu.”[6] Liebknecht bu geleneğin bir parçası olduğundan ve antimilitarist mücadeleyi sınıf savaşımının bir tezahürü saydığından günü geldiğinde yukarıdakilerin silahsızlandırılıp aşağıdakilerin silahlandırılması çağrısında bulunmakta tereddüt etmez.
Ölümünün 91. yılında Türkiyeli okurun karşısına çıkan Karl Liebknecht, işte böylesi bir antimilitarist geleneğin zenginliğini, pratik bir enternasyonalist tutumun gerekliliğini hatırlatıyor. Dahası Liebknecht hemen tüm yazılarında, kitle hareketinin, emekçilerin kendi inisiyatiflerinin, aşağıdakilerin bağımsız eyleminin sosyalist mücadeledeki merkezi rolünü vurguluyor. Onun sınıf mücadelesinin “ulusal birlik” ve ulusun çıkarları adına göreceli kılınmasına itirazı, sosyalist siyaset alanının tanımına ilişkin bir ikaz aslında. Çünkü aşağıdakilerin basıncının olmadığı, susturulduğu koşullarda yukarıdakilerin hüsnüniyetine tabi olmak kaçınılmaz olacaktır. Liebknecht’in yüz küsür yıl önce yazılan aşağıdaki satırları bu ikazın bugün her zamankinden güncel olduğunu ortaya koyan bir örnek aslında: “Uyanık olmalıyız; kuşku duymak haklı olarak iyi bir demokratik nitelik olarak kabul edilmiştir. Rakiplerimiz bizlere gelirlerse, tavizlerde bulunmaya hazır olurlarsa, onları geri çevirmeyeceğiz. Ama barış bildirileriyle, iyi tanrıça Demokrasi’nin kollarında sallanıp uykumuzun gelmesine izin vermeyelim, silahlarımızı atmayalım. Toplumsal hayatta ittifaklar kurmamıza yalnızca mücadele gücümüz imkân verir, yalnızca bu güç bize siyasal, toplumsal ve iktisadi reformların yolunu açabilir” (s. 274).
(Mesele dergisinin Ocak 2010 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)
[1] Alman devrimi hakkında Türkçede basılmış çok şey yok maalesef. Konu hakkında 2009 yılında kaybettiğimiz Chris Harman’ın çalışması (The Lost Revolution: Germany 1918 to 1923) ile Pierre Broué’nin hayli kapsamlı eserinin (Révolution en Allemagne, 1917-1923) evleviyetle yayımlanmasında büyük fayda var.
[2] Osman Akınhay’ın çevirisiyle Everest Yayınları’nca yayımlanan (2002) Peter Nettl’in kapsamlı biyografi çalışması Rosa Luxemburg’u da burada anmak gerek. Bu arada Paul Frolich’in bir klasik sayılması gereken Rosa Luxemburg biyografisi ile Paul Le Blanc ve Norman Geras’ın Luxemburg hakkındaki çalışmaları hâlâ çevirmen ve yayıncılarını arıyor.
[3] Karl Liebknecht, Seçme Yazılar Militarizme Karşı Sınıf Mücadelesi, çev. Alp Tümertekin, Belge yayınları, İstanbul, 2009.
[4] “Büyük Savaş” sadece sosyalistleri değil anarşistleri de böler. Fransız anarşist sendikalistlerinden Kropotkin’e, anarşist hareketin önemli bir bölümü de savaşı şu ya da bu nedenle destekler bir konuma sürüklenir.
[5] Savaş sırasında Alman militarizmi kitleleri seferber etmek için savaşın çarlık otokrasisine karşı verilen bir savaş olduğu iddiasını öne sürer. Tıpkı İngiltere ya da Fransa’da savaşın Alman militarizmine karşı verilen bir mücadele olduğu iddiası gibi. Günümüzün “insani müdahale” argümanlarını andıran bu karşılıklı meşrulaştırma çabalarına karşı Liebknecht’in cevabı nettir: “Nasıl ki Alman halkının kurtuluşu başka devletlerin iyiliksever girişimlerinin sonucu değil de, Alman halkının kendisinin eseri olacaksa, Rus halkının kurtuluşu da Rus halkının kendi eseri olmalıdır.” (s. 160)
[6] Bkz. Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi?, Kaos Yayınları, İstanbul, 1998, s. 97-8.