arşivUlus IrkadKeşke bir Tevfik Fikretimiz veya Velestinli Rigasımız olsaydı-9- Ulus Irkad
yazarın tüm yazıları:

Keşke bir Tevfik Fikretimiz veya Velestinli Rigasımız olsaydı-9- Ulus Irkad

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Bu yazımızda da Rigas hakkında yaptığımız araştırmaya devam ediyoruz . Fransız İhtilali etkisi altında kalan Rigas’ın Türkleri de kardeşi olarak görüp kurulacak olan demokratik cumhuriyetler fedarasyonunda onları da eşit vatandaşlar olarak hazırladığı anayasasına kattığını okuyoruz.Ekim 1797’de Rigas, bir ayaklanmayı ve Fransa’daki rejime benzer birleşmeyi hedefleyen eylemlerine gizlilik içinde hız verir. İnsan Hakları Bildirgesi’ni ve Anayasa İlkeleri’ni hazırlar ve bastırır. Bu iki metin, bir arada “Rigas’ın Anayasası” olarak bilinir.

Bu anayasanın ilk cümlelerinde, politik değişikliğin kimin için istendiğini okuyoruz. “Hellenlerin evlatları olan halk, ki Rumeli’de, Küçük Asya’da (yani Anadolu’da,H.M.), Akdeniz’in adalarında, Eflak-Boğdan’da yaşamaktadır ve iğrenç Osmanlı despotluğu altında inlemekte olan bütün herkese (…) ayrıntısız herkes diyorum, Hristiyanlar ve Türkler, hiçbir din farkı gözetmeden (…) çünkü herkes Tanrı yaratığı ve evladıdır(…).

Bu anayasanın “İnsan Hakları” başlığını taşıyan 1. Bölümü 35. “Anayasa ilkeleri” başlığını taşıyan 2. Bölümü ise 124 maddeden oluşmaktadır. Rigas’ın Anayasa’sı, 27 Haziran 1793 tarihli Fransız Anaysası’nı izlemektedir. Eğer Rigas Fransızca metin üzerinde, Osmanlı gerçeği ile uyum sağlamak için önemli değişiklikler yapmamış olsaydı, bir çeviriden bile söz edebilirdik. Oysa bu Anayasa çevirinin ötesinde bir çalışmadır. Esin kaynağı belli olmakla ve Fransız Devrimi ideolojisi izlenmekle birlikte, Rigas farklı toplumsal koşullar için uygun olabilecek ve yenilikler taşıyan bir anayasa hazırlamıştı.

Yunanca olarak yazılmış Anayasa’nın çevirisinde, Rigas’ın başarı ile üstesinden geldiği en önemli konulardan biri, metnin dili ve kavramların seçimidir. 18. Yüzyılın sonunda siyaset biliminin kimi terimleri Yunanca’da henüz bulunmamaktaydı. Rigas, uyarlamasını hazırlarken “egemenlik”, “insan hakları”, “devlet”, “halk meclisi” vb. Gibi anlamları aktaracak sözcükleri yaratmak ya da eski sözcüklere bu yeni kavramları katmak gibi zor bir sorunla karşılaşmıştı. Örneğin, bilinmeyen “devlet” sözcüğü yerine, krallığa son vermek istemekle birlikte, zorunlu olarak “krallık” sözcüğü kullanılmaktadır. Bu yazıda ele alınmayacak olan bu sorunun Rigas tarafından genel olarak başarı ile çözüldüğünü söylemekle yetinelim.

İkinci ve genel olan bir diğer fark da, metnin ifadesinde görülür. Fransız Anaysası, Avrupa’da yüzyıllardır sürmüş olan siyaset tartışmaları sonucunda halkın kolayca anlayacağı bir “siyaset dili” ile kaleme alnmıştı. Rigas ise söylediklerini “anlatmak” gereği duymaktadır. Kısa bir Fransız maddesine karşılık çok uzun, yeni ve açıklayıcı maddelere sık rastlanmaktadır. Örneğin Fransız Anayasası’nda, “Bir tek ferdin ezildiği yerde toplumun bütünü ezilmektedir, toplumsal bütünün ezildiği yerde her kişi ezilmektedir” ifadesi yer alırken, Rigas buna benzer bir anlamı oluşturmak ve Osmanlı gerçeğine uyarlamak için uzun bir paragraf yazmaktadır.

 

“Bu krallığın (devletin) bir yurttaşı haksızlığa uğradığında her yurttaş haksızlığa uğramakta ya da yurttaşa karşı çıkılmaktadır; bundan dolayı, ‘şu ülkeye karşı savaş verilmektedir, bana ne, ben kendi ülkemde rahatım’.denemez. bütünün içinde bir ülkeye karşı bir durum varsa, bana karşı da savaş veriliyor demektir; Hellen sıkıntıdaysa Bulgar harekete geçmelidir ve o da sırasıyla ötekinden yana olmalıdır; her ikisi de Arnavut’un ve Ulah’ın yanında olmalıdır. (İ.H.34)”

Kimi zaman bir maddenin hukuksal sonuçlarını ya da anlamını okuyucuya anlatabilmek için örnekler de verir. Böyle durumlarda dili resmi bir anayasa metni dilinden uzaklaşmakta, ama aynı zamanda halka yaklaşma kaygısının tatlı yalınlığı dizelere bir çekicilik vermektedir. Örneğin, “Yani eğer bir çiftçi öküzleri olmadığı için boş oturuyorsa, vatanın ödevi onları vermek ve ödenmeleri için beklemektir” sözleriyle, Fransız Anayasası’ndaki, “Toplum mutsuz yurttaşlara geçim araçlarını sağlar” anlamını aktarmaktadır(İ.H.21).

İlginç bir fark da İ.H. 27’de görülür. Fransız Anayasası “halk egemenliğine” karşı çıkanların hemen ve halk tarafından öldürülmesini isterken, Rigas, herhalde farklı bir toplumsal çevrede ya da tarihsel konjoktürde bulunduğundan ve Fransız uygulamasını otomatik bir biçimde kopya etmeye yatkın olmadığından, “egemenliği ve iktidarı zorla eline geçirenlerin” yasalara göre yargılanmalarını ister. Rigas bu farklı yaklaşımı ile Fransız Anayasası’nı yaratıcı ve eleştirel bir yaklaşımla Osmanlı gerçeğine aktarmaya çalıştığını ortaya koymaktadır.

Anayasa’nın amaçladığı devlet düzeni zamanın Fransa deneyimine dayanmakla birlikte, yerel özelliklere ve Osmanlı devlet gerçeğine uygunluk sağlayacak değişiklikler ve eklemeler içermekteydi. Örneğin Fransız Anayasası’nda, kurulan devletin halkının belirlenmesi için “Fransızlar”dan, “insanlar”dan ya da “yurttaşlar”dan söz ederken, Rigas özen gösterip bu kavramların fazlasıyla ulusçu bir anlam taşıdıklarını her fırsatta açıklamaktadır: “Din farkı olmadan Hıristiyanlar ve Türkler”, “bütün insanlar, Hıristiyanlar ve Türkler”, “bütün Hellenler’e, Türkler’e, Ermeniler’e, Yahudiler’e ve başka bütün uluslara eşitliği, özgürlüğü, her birinin mülk güvenliğini, bütün dinlerin serbestliğini (…) garanti eder.”(İ.H. Giriş bölümü, 3 ve A.İ. 122).

Anayasa’da 16 kez “Hellen” sözcüğüne ve türevlerine rastlıyoruz. Yunanca’da bugün “Yunan” anlamına gelen bu sözcük. Rigas’ın yaşadığı yıllarda ve özellikle Rigas’ın anlayışında çok daha geniş bir anlam taşırdı. Örneğin hemen “Giriş”te, “Hellenlerin evlatları olan halk” deyip, bu halkı “Hristiyan ve Türkler” olarak nitelemektedir. “Hellen Demokrasisi”nden söz eder, ancak “Hellen” sözcüğü etnik bir içerikten çok, eski Yunan’da da görmüş olduğumuz bir yönetim biçimini belirtir. Parlamento ile, halkın oluşturduğu meclislerle işleyen cumhuriyet yönetimi (A.İ 1).

Bir sonraki madde kuşkuya pek yer vermeyecek biçimde kaleme alınmıştır.: “Hellen halkı, yani, din ve dil farkı gözetilmeden bu devlette yaşayanlar, egemenliklerini eyleme koymak için…”Yani Arnavutça konuşan Müslüman da “Hellendir”. Zaten 4. Madde çok açık bir biçimde Fransız Devrimi’nin ortaya attığı “çağdaş” anlayışı izleyerek, bu devletin yurttaşı olmanın temel gereksinmelerinin dil, din, köken, ırk değil, yeni yasalara ve hedeflere saygı ve inanç olduğunu dile getirmektedir. Madde A.İ. 7’de kimin egemen olduğunu dile getirir: “Egemen halk, din ve dil gözetilmeden, Hellen Bulgar, Arnavut, Ulah, Ermeni, Türk ve başka soylar dahil, bu ülkenin bütün sakinleridir.” Anayasa’da sözü geçen “Hellen” sözcüğünün, gene aynı metin içinde verilen tanıma göre değerlendirilmesi ve yorumlanması en anlaşılır ve sağlıklı tutumdur.

Ancak söz konusu metinlerde, bir müddet sonra “Yunanlılar”, Yunanca konuşan Ortodokslar ya da başka diller konuşan Ortodokslar arasında egemen olacak; eski Yunan hayranlığı, eski Yunan’a uzanan bir köken inancı gibi Yunan ulusçuluğunun başlangıcını ve öğelerini de görmekteyiz. “Hellen” sözcüğü ile bu metinlerde hem “bütün yurttaşlar” nitelenmektedir ama hem de yukarda belirtmiş olduğumuz, “Anayasa Hellenler’e Türkler’e , Ermeniler’e …vb. özgürlüğü garanti eder” diyen maddede de gördüğümüz gibi, çağdaş bir halk da belirtilmektedir. Nihayet devletin dili ile ilgili olarak şunu okuyoruz: “Tüm yasalar ve emirler Hellenlerin basit dilinde verilirler, çünkü bu dil en kolay anlaşılan ve tüm devlet içinde yaşayan ulusların en kolay öğreneceği dildir”. “Büyük kentlerde ise (okullarda) Fransızca ve İtalyanca öğretilmelidir” (A.İ 53 ve İ.H. 22) Rigas’ın düşlediği devlette bir “Yunan kültürü” egemenliği istediği söylenebilir.

Rigas’ın bağımsız bir ulusal devlet anlayışı taşımadığı açıktır. Bu yönde bir isteği olduğunu gösteren hiçbir belirti de yoktur. Osmanlı Devleti’ni “dünyanın en güzel devleti” olarak niteler (İ.H. Giriş). Amacı bu devlete son vermek değil, bir devrimle, Fransa’da olduğu gibi demokratik bir yapı kazandırmaktır. Rigas, Fransa’daki politik değişikliklerin Osmanlı Devleti içinde de gerçekleşmesini amaçlamıştı. Bu doğrultuda, ulusların “kerdeşliğine” uygun inanması da dönemin ideolojisine uygun bir anlayıştı. Bütün ulusların düşmanı “tiran”dı. Fransa’da, tiran’ın hangi ulustan olduğu önemli değildi; ezilenlerin hangi ulustan olduğu da. O yıllarda cepheler, tiranlar- ezilen halklar olarak belirlenmişti.

“İnsan Hakları” bölümünde Rigas, Fransızca metne açıklamalar ve yorumlar ekleyerek yurttaşların güvenliğinden, istibdada karşı olan yasaların gerekliliğinden,yasadışı tutuklamalara karşı yaklaşımından söz eder. Bu maddelerin ayrıca kişileri iftiraya, haksız eylemlere karşı da korumaya uygun olduklarına inanılmaktadır. Toplumun temeli tiranın keyfi davranışları değil, yasalar olmalıdır. “Cezalar” suça uygun olmalıdır. Kişinin servetine saygı gösterilmelidir. Her meslek herkese açık olmalıdır. Kölelik yasadışı sayılmalıdır. Çalışamayanlara yardım sağlanmalı ve herkes okuma yazma öğrenmelidir. “Erkek kız tüm çocuklar köylerde okula gitmelidir”. Vergi vermek şarttır, ancak yoksullar vergi vermeyecek, tersine yardım göreceklerdir. “Egemenlik halka dayanır, bir bütündür (…) Kişi ya da bir kesim insan ya da bir kent değil, ancak halk emir verebilir (…) Halkın bir bölümü tüm ulus adına hareket edemez.

Not: Yukarıdaki yazı Herkül Milas’ın (151,Temmuz 2006) “Velestinli Rigas” adlı Toplumsal Tarih Dergisi’nde yayımlanan makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.

-DEVAM EDECEK-

 

 

 

3

 

 

 

4

ALİ SARITEPE

 

KANAYAN YARANIN İYİLEŞTİRİLMESİ İÇİN

 

Kürt sorunu cumhuriyetin kuruluşundan beri gündem de olan bir sorun olmasına rağmen, kendisi yok edilmeye, susturulmaya, yok hükmünde görülmeye çalışılması iradesine inatla direnerek TC’nin gerçeği olmak, var olan sorun olarak varlığını devam ettirdi.

Son otuz yıldaki, kendini askerileştirmiş politik savaş stratejisiyle varlığını topluma faş eden haline, süreci, sivil siyaset ve askerileştirilmiş siyaset olarak iç içe yürütmeleri ve genel olarak sivil siyasete geçme çabaları Oslo görüşmeleri ile yol alma hali alırken; sürecin akamete uğraması ve akabinde topluma faş edilmesi ile birlikte tamamen tıkanma noktasına gelmiştir.

Bu noktada devletin de kullandığı siyaseti askeri güçle yürütme ve sivil tarzda yürütme biçimi, yerini tek boyutlu olarak askeri siyaset ve onu tamamlayan hukukun askeri siyasete abad edilmesiyle, birbirlerine tetikte olan taraflar konumunu belirgin bir karakter olarak orta çıkartmış durumdadır.

Sivil siyasetin, barış görüşmelerinin tıkanmasının yarattığı çıkılmaz durum Leyla ZANA’nın açıklamalarıyla/açılımıyla karanlığa ışık vermek olarak siyaset sahnesine soluk verme imkanlarını ortaya çıkardı.

İşin bir yanı bu olurken diğer bir yanı da, TC’de ki Türk kimliğinin tarihsel sürecinin yarattığı korkudur.

TC’nin kuruluş süreci ve Osmanlı son dönemleri korkunun kodlarını kendinde gizlemektedir.

İmparatorlukların parçalanmasından, dağılmasından kalan,doğan devletler; içe ve dışa göçlerin yoğun olduğu bir dönemi neredeyse bir zorunluluk olarak yaşarlar. Bu noktadan baktığımızda, imparatorluğun dağılmasından doğan diğer geç ulus devletler kendilerini kurma süreçlerinde ortak dinsel aidiyet ve milliyetçilik kavramlarını birbirleriyle örtüştürerek bu kavramları birbirlerin ayrılmazlar noktasına taşımışlardır.

Netice olarak, TC kurulurken yoğun oranlarda nüfus hareketliliğini de yaşamıştır. Yaşanan bu nüfus hareketliliği rızaya, mecburi rızaya ve iradeye rağmenin toplamı olmuştur. Ve bu demografik Türkiye ayağı, gelenlerin Müslüman olduğu halidir.

Dolayısıyla buraya akan, akındırılan demografik karakterler Türkiye yönetme ikliminde, Türk demografik kimliğine büründürülmeye çalışılırken, bu toprakların egemen dili olmayan Türkçe’de kültürde yeniyi yaratmanın aracı olarak Köy Enstitüleri kurularak dilde ve kültürde birlik yaratılmaya çalışılmıştır.

Gelen Müslümanlar Sünni/Hanefi inanması örgütlenmesi olan diyanet örgütlenmesi ve Köy Enstitüleri aracılığı ile tarihi arka yapı inkar ve imhaya uğratılarak ortaya çıkarılan Türklük, bu sürecin sonucu olmuştur.

Sürecin yukarıdan aşağıya doğru oluşturulmasından dolayı ant demokratik olan bu hal, yerleşik karakter olan Kürt halkı üzerinde de egemen kılınmaya çalışılmış ve bunun oluşturulması için hiçbir davranıştan kaçınılmamıştır.

Bugün ortaya çıkan sonuca baktığımız zaman, sürecin yetiştiremediği demokrasi kavramının, demokratik özgürlüklerin yaşanamamasının durumu anlatan önemli bir karakter olduğu görülmektedir.

Kürt sorununun, başta anadilde eğitim olmak üzere; kendisini talepkar olarak sahneye çıkardığı durumda Türkleştirilmiş/Türkleşmiş toplumda kendilerinin yok olma korkusunun ortaya çıkmaya başladığı alenileşmektedir. Türkiye siyasetinde egemen olan Türk milliyetçiliği bu korku duvarından beslenerek, kendini toplumsal taban üzerinden ifade etmeyi karakter olarak benimsemiş vaziyettedir.

Buradan kalkarak şu tespiti yapabiliriz:

TC’nin Kürt sorunu esasında demografik özgürlük sorunudur. Demografik özgürlük, TC’nin öncesi ve sonrası gelen/getirilen toplum kütlelerinin kendi esas hallerini öğrenmelerini ve bunun üzerinden Türkiyelilik kavramını ve ruhunu ortaya çıkmasını beraberinde getirecektir. Gelen toplum kütlelerinin kendi dil ve kültürlerini kullanmaları, toplum dokularında demokrasi karakterinin egemen olmasına denk düşmesini de neden olacaktır.

Toplama getirecek olursak:

Demografik özgürlükler Türkiye toplumunun kendisiyle barışmasının başlangıç noktasıdır.

Demografik özgürlükler yönetme anlayışı olarak egemen kılınmadığı müddetçe, özgürlükler barajlanmasına devam edilecektir.

Sorunu güncelleştirmiş olan Kürt meselesi, özgürlük ve demokrasi ana açılma kapısı olarak demografik kütlelere de can suyu olacaktır.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin