arşivSaid İlhanİhtilafların nedeni de çözümü de "özünde" saklı! (Kıbrıs - Kürt - Filistin...
yazarın tüm yazıları:

İhtilafların nedeni de çözümü de “özünde” saklı! (Kıbrıs – Kürt – Filistin Vs) – Said İlhan

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Bazı konularda “sonuç” alınmak istenmeyince ilgililerin onları “komisyonlara” havale ederek zamanla unutturulmak istenmesi şeklinde yorumlanabilecek halk deyişi yaygındır… ki bunda büyük oranda gerçeklik payı bulunduğunu kabul edelim. Bizim Kıbrıs olayı, coğrafyamızdaki Filistin ile Kürt sorunu buna örnektir. Özü / kaynağına girilse çözümlenemeyecek mesele mi allahaşkına! Savsaklayıp uzatmaktan “rant” sağlayanların “çözüm” işine gelmeyince başvurulmuyor… Sorunlarla boğuşan halklara “makyajlısı” yani başka projeler altında sunuluyor ve büyük çoğunluk güçlü teknolojik iletişim ve finansal kaynaklar sayesinde ne yazık ki ikna edilebilmektedir. İhtilafların “özü” ortada ama çözüm başka yerlerde aranırsa o halk / toplumlarla bir yerde “dalga” geçiliyor olsa da, bunda müsaadenizle ama onların (hafifletici sebep gibi gözüken geri kalmışlık ötesi) çanak tutmasının rolü daha büyüktür. Dış kaynaklı müdahalelerle çözümsüzlüğe oynayanları görmek dururken, içte meseleye doğru teşhis koyanlara saldırılması ve işbirlikçi otoriteyle birlikte hareket edip “ihanet” suçlaması yapması toplumun cehaleti ve bilinç düzeyi ile alakalı! Bu da tabiatıyla ayakta durabilecek sağlam bir toplum yapısı tesisine imkan tanımamaktadır.

Özü diyoruz, ne olduğuna bakalım; gelişen (ya da iddia edilen) evrensel sözleşmeyle garanti altına alınmış “insanların en temel hak ve özgürlükleri” serbestçe kullanması öyle ise neden kabul görmüyor. Ki bunlar en başta yaşama hakkı, düşünceyi ifade, kendini yönetme ve kültürüne sahip çıkmak gelir. Bunların da ancak kendi tanımladığı “kimliği” ile mümkün olabileceği ortadadır. Örneğin; Kıbrıs’ta yaşayan toplumların, Filistin’de yaşayan halkın veya Anadolu’daki Kürtlerin kendi kimlik ve kültürleryle yaşama ve yönetme hakkını istemesinde İnsan Hakları Sözleşmesi’nde nasıl bir aykırılık olabilir? İhlal edilerek “hayır, sen o kimliğe değil, benim çizdiğimle yetineceksin” deme hakkını nereden buluyor.  Irkçılık, milliyetçilik, din mezhep farklılıklar ne yazık ki “çatışma” bahanesi yapılabiliyor. Geçmiş Bulgaristan örneği çarpıcıdır… orada kendilerini islam ve Türk tanımlayan topluma (zorla Ortodoks isimler verilmiş) yapılanlar hatırdadır. Sonra ne mi oldu? Yeni yönetim özür dilemiş, seçimde kendi kimliği ile hükümete ortak bile alınmıştı. Yani yanlıştan dönülmüş, AB üyeliğine de kabul edilmiştir.. Emperyal çıkarlar söz konusu olunca – bakmayın kimi uluslararası sözde insan hakkı  savunucu örgütlere – halklar üzerindeki hakimiyetin kaba kuvvetle sağlanması yolunda kılıf olabiliyor. Kimi sivil toplum örgütlerinin bu güçlerden finansal destek aldığı gizli değildir. Süper güçlere tamamen teslim olmayan Uluslararası örgütlerle dayanışma ve güç birliği tabii ki sürdürülmesinde yarar vardır. Ama unutmayalım “kendi iç dinamiklerine dayanması” daha önemlidir.

TOPLUMSAL YOK OLUŞ YOLUNDA DİRENMEK!

Toplumsal yok oluş zamana yayılarak uygulanırken coğrafyada ceryan eden olaylar artık şaşırtıcı gelmiyor. Suriye’ye ders verme hesabı “Esad’a silah bırak” derken işbirlikçilere “komşu ülkede silah eğitimi ve silah sağlanması” göstergesidir. Anadolu’da ise tersi yapılıyor “devlet her türlü silahlı harekette serbest ama Kürtlere silah bırak” dayatması… Coğrafyayı biraz daha  açarsak “Kıbrıs’a nüfus aktarılması, vatandaşlıklar verilmesi” yerli halkın siyasi iradesine el koymak, anlaşma yapılacağı iddia edilen Rumların savaşla geride kalan mallarının ganimet diye dağıtılması çözümü bizzat engellemek için değil de nedir? Filistin toprakları Yahudilerin yerleşimine açılması vs hepsi de aynı (petrola dayalı ekonomik, askeri ve siyasi proje uygulaması) anlayışın eseri olmaktadır. Toplum yokoluşunun farkına yeni yeni varıyor mu ne; “her yörede festival ve toplu buluşma etkinliklerine sarılması” doğru adım olarak algılanabilir.

Kıbrıs’ta 40 – 50 yıldır sözde çözüm için müzakerele sürdürülür ama sonuç malum… ondan daha eski Filistin olayına benzetilmedi mi. Şimdi yeniden Anadolu’da Kürt sorununa sözde çözüm için hareket başlatıldı… CHP tam da yeni anayasa çalışmaları döneminde “öneriler” hazırlayıp dün başbakan Erdoğan’a sunacaktı. Bu tür girişimler eğer “içtenlik” taşırsa tabii ki yararlı ama anlaşıldığı kadarıyla pek yarar sağlamayacağıdır. Hala olaylara “milliyetçi” zihniyetle yaklaşan Türk siyasetinin çözebileceği şey değildir. Kıbrıs olayı da Kürt olayı da aynen öyle! Ülkede en doğru görüşü ortaya koyanın MHP olduğunu söylersek yanlış anlamayın, hele bir düşünün hak vereceksiniz. Olaylara İNSAN odaklı bakılmadığı sürece de çözümsüzlüğün devam edeceği kesindir. Verilen üç örnekte “insan hakkı” açısından değerlendirilmesi halinde o çerçevede kolaylıkla çözüm üretilebileceği açık değil midir? Bir ara Özal döneminde dile getirildi hatta çalışmalar başlatıldı… hani askeri kanattan da görüş alınmıştı; Güneydoğ^’da komutanlık yapan Eşref Bitlis’le dayanışma içine girdi! Bir süre sonra her ikisi de (hala daha şüpheli durum tartışılan) öldü. AKP’nin sözde derin devletten mahkemelerde hesap sorar görüntüsü altında bir yerde “intikam” olabileceği göz ardı edilmesin! Bize gelelim;Mehmet Ali Talat cumhurbaşkanlığı döneminde Kıbrıs olayına bakışı nedeniyle derin devlet tarafından “silah” tehditinden (gazete haberi) bahsetmesine de şaşırmamalı. Ancak biraz geç kalınmadı mı? Eğer yetkili idiysen, toplum seçmiş neden toplumsal çıkarlar temelinde çalışmadın ve bir yerde (işler yolunda giderken bir anda  yoldaş Hritofyas’ın da haklı olarak tepkisini çeken) derin devletin hizmetine girmek zorunda kaldın, sorulması gerekir diye düşünüyorum.

NE TÜTER NE KOKAR YANLIŞ!

Kıbrıslılarda bir deyiş var, tavşanlar için söylenir… tavşanın bokuyla alakalı! “ne tüter, ne kokar” diye. Ancak, her nekadar Kıbrıslıca da “tüter” ile “kokar” farklı anlamda kullanılsa da yanlıştır. Sizler hiç tavşan yetiştirdiniz mi, yanıt “hayır” ise nereden bileceksiniz. Bilenler çok iyi bileceklerdir “temizlemek için kümese bile zor yaklaşırsınız”. 5 Haziran “Dünya Çevre Günü” idi, konuşmalara, etkinliklere baktım her yıla benziyor neredeyse… ama memleketin hali “ne tüter ne kokar” durumu anlayacağınız. Bir Çernobil, Akkuyu, JJaponya’daki nükleer sızıntı bile toplumu harekete geçiremiyorsa bizim ne bileyim “lağım suları” dere halinde Mesarya’yı aşıp ta Magusa’yı tehdit eder hale gelmiş gibi basit olay neden ilgilendirsin ki, değil mi efendim?

Düşüncenin “terörle” özdeştirilmeye çalışılan yerde özgürlüklerin kazanılması ve kültür / kimliğin korunması zordur.  Bu “çelişki” aşılmadıkça ne yaparsanız yapınız başarı oranı hemen hemen hiç yoktur. İNSAN olmakla, farklılıkların zenginlik olabileceği anlaşılmadan olmayacak demektir. Odağında insan / doğa olmadan ne başarıldı ki?  Doğa felaketi veya Kıbrıs, Kürt veya Filistin olayına çözüm aranıyor söylemini daha çok duyacağımızdan şüpheniz olmasın.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin