.Yeniçağyeniçağ güncelKıbrıs’ın kuzeyindeki demografik değişim yeniden Avrupa Parlamentosuna taşındı
yazarın tüm yazıları:

Kıbrıs’ın kuzeyindeki demografik değişim yeniden Avrupa Parlamentosuna taşındı

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

28 Mart tarihinde Brüksel’de Avrupa Parlamentosunda Sol grup GUE/NGL ve 2 Avrupa Parlamenteri olan AKEL’in organize ettiği “Kıbrıs’taki demografik yapı: sorunlar ve perspektifler” başlıklı toplantıda Kıbrıs’taki nüfus konusu tartışıldı.

Toplantıda AKEL, BKP, YKP, KTÖS, Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği, DEV-İŞ ve PEO temsilcileri birer konuşma yaptı.

Toplantının açılış konuşmasını GUE/NGL Başkanı Die Linke üyesi Avrupa Parlamenteri Gabriele Zimmer yaparken, AKEL üyesi Avrupa Parlamenteri Takis Hadjigeorgiou ise toplantıyı yönetti.

Açılış konuşmasından sonra AKEL Genel Sekreteri Andros Kiprianu, YKP Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı, BKP Genel Sekreteri İzzet İzcan, DEV-İŞ Başkanı Mehmet Seyis, Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği Başkanı Derman Saraçoğlu, KTÖS Eğitim Sekreteri Mustafa Özhür ve PEO Genel Sekreteri Pambis Kiritsis birer konuşma yaptı…

GUE/NGL Başkanı Gabriele Zimmer, Kıbrıs sorununun, iki kesimli iki toplumlu federasyonla, barışçıl çözümü konusunda Kıbrıslılarla dayanışma geliştiren GUE/NGL’nin en önemli faaliyet alanlarından biri olduğunu ifade etti.

Önceki Başkanlar Lothar Bisky ve Françis Wurtz gibi Hristofyas’a destek vermeye devam edeceğini söyleyen Zimmer, Kıbrıs sorununun çözümü yönünde gösterilen çabalara uluslararası desteğin verilmesi gerektiğini vurguladı.

“Kıbrıs Türk toplumunu tehdit eden Türk asimile etme politikası olarak Türk işgali ve kolonizasyonun sonuçlarını” eleştiren Zimmer, AB’nin bu “savaş suçunu” kınaması gerektiğini söyledi.

Zimmer ayrıca konuşmasında, Türkiye’yi “kolonizasyona” son vermeye ve barışçıl yeniden birleşme ve Kıbrıs Türklerle Rumların birlikte yaşaması için ilkeler temelinde Kıbrıs sorununun çözümüne katkı koymaya çağırarak, “Kıbrıs’taki mevcut binlerce işgalci asker çözüme katkı sağlamıyor” dedi.

Brüksel’deki toplantılara YKP, Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı, Parti Meclisi üyesi Yılmaz Parlan ve Dış İlişkiler Sekreterliği üyesi Oğuz Özen’den oluşan 3 kişilik delegasyonla katıldı.

 

ORTAK DEKLARASYON

Brüksel’deki toplantılara katılanlar bir de ortak açıklama yayınladılar. Ortak açıklama şöyle:

“Brüksel’e ortak ziyaretimiz, Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin eylem birliği yönündeki isteğimizin bir örneğini daha teşkil etmektedir. İki toplumun ve halktan insanların geçmişteki işbirliğinden kaynaklanan ortak mücadelemiz özgür, yeniden birleşmiş, federal ve bağımsız bir Kıbrıs’a ulaşma ve vatanımızın geleceği için yolu göstermektedir.

Bu ziyarete katılanlar kendi özerkliklerini koruyarak şunları deklare etmektedirler:

Kıbrıs sorunun çözümü büyük bir öneme haizdir. Taksime katlanılamaz ve kabul edilemezdir. Taksimin Kıbrıs ve daha geniş Akdeniz bölgesi açısından yıkıcı sonuçları olur.

Kıbrıs sorunun çözümü yabancı müdahaleler olmaksızın Kıbrıslıların tümünün meselesidir. Çözüm bu adanın yasal sakinlerine hizmet edecektir ve iki toplumun barış içinde bir arada var olmalarını, işbirliklerini, ülkemizin ilerlemesini ve refahını ileri götürecektir.

Vatanımızın yeniden birleşmesi Bölünme ve Enosisi olasılık dışı bırakmalıdır.

Kıbrıs sorunun çözümü BM kararlarında belirtildiği şekilde iki toplumun siyasi eşitliğinin olacağı, uluslararası örgütün kararları temelinde iki toplumlu iki bölgeli bir federal devlete dayanacaktır. 1977-79 Doruk Antlaşmaları, 2008 Mayıs ve Temmuz ortak açıklamaları çözüm çerçevesini tamamlamaktadır.”

İki toplumun ve halkımızın tümünün siyasi, yasal ve çalışma yaşamına ilişkin haklarını çiğneyen adanın demografik yapısının dıştan değiştirilmesi kabul edilemez.

Partilerimiz ve örgütlerimiz yukarıdaki hedeflerin ileri götürülmesi için mücadelelerini sürdürme ve güçlendirme taahhüdünde bulunmaktadırlar”.

 

KONUŞMALAR

YKP Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı’nın konuşması

 Ex injuria jus non oritur*

*{illegal eylemlerden hak yaratılmaz}

  • Türkiye, Kıbrıs’ın kuzeyini 1974’te işgal etti. Kıbrıs’ın kuzeyine tam anlamı ile hâkimdir. Bu durum AİHM kararlarına yansımıştır. AİHM, Kıbrıs’ın kuzeyini Türkiye’nin yerel alt idaresi olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus hareketini, dış ve/veya uluslararası göç olarak tanımlamak mümkün değildir. Bu, Türkiye egemenlik alanı içindeki bir iç göçtür. Zaten Kıbrıs’ın kuzeyindeki polis ve muhaceret dairesi bağımsız hareket eden kurumlar değildir. Polis direk olarak askere bağlıdır, muhaceret ise Türkiye’nin etkin kontrolü altındadır. Bu nedenle adaya giriş çıkışlar Türkiye Cumhuriyeti’nin etkin ve fiili denetimi altındadır. Bu nedenle adadaki demografik değişiklikten Türkiye birinci derecede sorumludur.

Ayrıca Kıbrıs’ın kuzeyinde vatandaşlık alan TC yurttaşları mutlaka TC elçiliğinden özel izin almak zorundadırlar.

  • Bazı tanımlamaları hatırlamakta yarar var…

1949 yılında yürürlüğe giren ve halen teamül hukukunun bir parçası olan Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesi muharip kuvvetlerin işgali altındaki topraklarda toplu insan hareketini yasaklar.

“Sınırdışı edilme ya da zorla nüfus taşıma” Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsünün 7. Maddesine göre insanlığa karşı bir suç olarak tanımlanmaktadır. Eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Mahkeme pek çok siyasi ve askeri yetkiliyi insanları bölgeden zorla sınır dışı ettiği için yargılamış ve bazı hallerde mahkum etmiştir.

Etnik temizlik, “nüfusun sınır dışı edilmesi veya zorla taşınması” ve zorla insanlık suçu işlemeyi içermektedir. Milliyetçi ajitasyon halk desteğini zora sokabilir ya da bir şekilde bir nüfusun taşınmasını, lehte veya aleyhte, bir çözüm olarak görebilir ya da muhtemel etnik sorunun çıkması durumunda bu gibi davranışlar destekçi bulabilir ve destekleyici propagandalarla amacın yerine getirilmesi için tipik bir politika aracı olarak kullanılabilir.

Birmingham Üniversitesinden Profesör Stefan Wolff, “Zorla nüfus transfer etme self determinasyon çatışmasını çözer mi?” isimli makalesinde Kıbrıs’taki 1974 Ağustos’undan hemen sonraki durumu şu şekilde tanımlamaktadır:

1974 işgali, adanın etnik olarak homojen iki bölümden meydana geldiği bahanesi ile Kıbrıs’ın nüfusunun üçte birinin – ki bu yaklaşık 200,000 insan anlamına gelir – yer değiştirmesine sebepiyet vermiştir. Nüfus sayımları bunun göstergesidir: Adanın yüzde 78’i etnik olarak Helen ve bunların yüzde 99.5’u Kıbrıs Rum tarafında yaşamaktadır. Türk etnik toplum ise adanın yüzde 18’ini oluşturmaktadır ve yüzde 98.7’i Kıbrıs Türk kesiminde yaşamaktadır. 

Ancak sorun bununla da kalmadı. “ÇOK GİZLİ” ibaresi taşıyan 2 Mayıs 1975 tarihli 97 numaralı ‘Kıbrıs Türk Federe Devletinin İstemi Üzerine Kıbrıs’ın Türk Bölgesindeki İşgücü Açığının Türkiye’den Gönderilecek İşgücü İle Kapatılmasına İlişkin Yönetmelik” ile Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus akışı başladı.

TÜBİTAK için Yard. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş “Kuzey Kıbrıs’a Türk Göçünün Niteliği ve Göçmenlerin Ekonomik Sosyo-Mekansal Bütünleşme Sorunları” başlıklı bir araştırma yaptı. Bu araştırma içindeki bazı yorumlar Türkiye resmi tezlerini taşısa da önemli durum tespitleri yapmaktadır. Bu araştırma Türkiye’den göçü 3 evreye ayırmaktadır. İlk göç dalgası ile tespit şu şekildedir:

1975’in sonlarında başlayan bu göç dalgası 1980’lerin başlarında kadar sürmüştür. İlk dalga göçmenler Türkiye’nin belli yerlerinden, bütün bir köy ahalisi ya da köysel mahalle halinde otobüslerle alınarak Mersin Limanına götürülmüş oradan da gemilerle Gazi Mağusa Limanına taşınmışlardır.

İkinci göç dalgası 1980’lerden 1999’a kadar sürdüğü, üçüncü dalganın ise 2000’lerden günümüze kadar sürmekte olduğu tespiti yapılmaktadır.

1981 yılı sonrası Kıbrıs’ın kuzeyindeki politik ortam muhalefet yönündeydi. Araştırmada bu konuya yer verilmemesine rağmen ikinci dalgayı tetikleyen unsurlar aktarılırken bunu da okumak mümkündür:

Diğer yandan Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a ikinci göç dalgasının yükselmesinde bu dönemde yapılan yasal düzenlemeler ve Türkiye ile KKTC arasında yapılan ikili anlaşmalar da önemli rol oynamıştır. Bunlar arasında, 1987 yılında KKTC ile Türkiye arasında imzalanan işgücü anlaşması (KKTC’nin Türkiye’den İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığı ile belli vasıflarda işgücü talebi); 1991’de imzalanan Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC vatandaşlarının iki ülke arasındaki seyahatlerde pasaport yerine kimlik belgesi ile giriş-çıkış yapabilmelerine olanak sağlayan anlaşma ve KKTC’de, Kıbrıs Lirası yerine Türk Lirasının kullanılmasına dair yasal düzenleme bulunmaktadır. Bu ikili anlaşmalar ve yasal düzenlemeler iki ülke arasında nüfus hareketliliğini destekleyici etki yaparken, aynı zamanda da Kuzey Kıbrıs’a gelen göçmenlerin niteliği üzerinde de belirleyici olmuştur.

Bu dönemde gelen nüfusa hızlı vatandaşlık verilerek o dönemdeki seçim sonuçları üzerinde belirleyici olunmaya çalışılmıştı.

Üçüncü dalga ise tam anlamı ile ekonomik iç göçtür:

Bu dalganın öncekilerden en önemli farklı, yalnızca Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasındaki bağlamlara bağımlı olarak oluşmuş bir işgücü hareketi olmayışı, aynı zamanda enformel emeğin küresel hareketliliğinin bütün özelliklerini taşıyan bir işgücü hareketi olmasıdır. 1990’lardan itibaren, Türkiye’de, iç göçlerde yeni bir evre olarak Güney ve Güneydoğu illerinden, metropoliten alanlara yoğun nüfus hareketleri yaşanmaktadır. Bu nüfus hareketi, becerisiz ucuz işgücü niteliği ile belli kentlerde yoğunlaşmaktadır. Bu kentler arasında yer alan Adana, Mersin ve Antalya’nın yeni yoksulluk alanlarında biriken bu emeğin bir kısmı, daha önce kurulmuş göçmenlik ağları üzerinden Kuzey Kıbrıs’a kaymaktadır. Diğer yandan bu yeni göçlerin kaynağı olan Güneydoğuda açığa çıkan emeğin bir kısmı ise doğrudan Kuzey Kıbrıs’a yönelmektedir. Bu doğrudan harekette Güneydoğu ile Kıbrıs arasında önceden kurulmuş göçmenlik ağlarının yanında, özellikle Kuzey Kıbrıs’taki inşaat ve tarım sektörüne vasıfsız emek sağlayan taşeronlar etkili olmaktadır.

Araştırma bu nüfus akışının birbiri ile ilişkisini de ortaya koymaktadır:

Birinci ve ikinci dalgalarla oluşan kentsel göçmen mahalleri, bu üçüncü dalga ile gelen, çoğu zaman enforel işgücü konumundaki yoksul göçmenler için tutunma mekanları olmaktadır.

Bu nedenle Türkiye’den kuzeye nüfus akışı Avrupa ve dünyadaki günümüz ekonomik göçlerinden farklıdır. Özellikle ilk göç dalgası ki net bir nüfus taşımadır:

Tarım İşgücü Protokolünün 1975 Şubatında imzalanmasının hemen ardından, Türkiye’de iskan müdürlükleri ve valiler aracılığı ile Kıbrıs’ta iskan edilebilecek köylerde duyurular yapılmasına, Kuzey Kıbrıs’ta ise Türkiye’den gelecek göçmenlerin yerleştirilme hazırlıklarına başlanmıştır.

(…)

1975 Şubatında yapılan Protokolden hemen sonra, Türkiye’de toprakları baraj gölü altında kalmış ya da kalacağı için iskan kararı bulunan, heyelan bölgesi ilan edilmiş olan ve orman içinde kalmış olan köylerin bulunduğu 14 ilde valiler aracılığı ile Kıbrıs’a göçmen alınacağı duyuruları yapılmıştır. Bu bölgelerde bu konu ile görevlendirilmiş iskan memurları, muhtarlar aracılığı ile köylülere, hangi koşullarda göç edeceklerine, nereye yerleştirileceklerine, sahip olacakları sosyal haklara, kendilerine verilecek tarım arazisi ve evlere dair bilgiler vermiş ve göçü teşvik edici konuşmalar yapmışlardır. Bu konuşmalarda göçmenlerin dilerlerse devletin onları geri getireceği garantisi de verilmiştir.

Tüm bu aktarılanlar Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus aktardığını, taşıdığını, taşınmasını teşvik ettiğini göstermektedir.

Tüm bunlar Kıbrıs’ta 1974’te Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesini çift yönlü olarak ihlal edildiğinin kanıtıdır.

Bunun ötesinde Yugoslavya’daki etnik çatışma sonrası ortaya çıkan yeni tanımlamalar çerçevesinde Kıbrıs’ta etnik temizlik kavramını da ciddi şekilde konuşmamız gerekmektedir.

Bu nedenle Türkiye Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesi temelinde savaş suçu işlemiş ve Kıbrıs’ın tamamında etnik temizlik yaparak diğer toplumdan arınmış iki bölge yaratmıştır. Yaratılan bu de-facto durum Kıbrıs sorunun çözümsüzlüğünde önemli bir etkendir. Avrupa kurumları bunlara karşı etkin tavır geliştirmelidir.

 

  • Kıbrıs’ın kuzeyinde 4 Aralık 2011 tarihinde nüfus sayımı yapılmıştır. Bu sayım bu konuda sürekli duyarlılık gösteren buradaki örgütlerin yani YKP, BKP, KTÖS gibi örgütlerin katılımı, katkısı, görüşü alınmaksızın yapılmıştır. Bilgi alma taleplerimiz resmi makamlarca cevap verilmeyerek geçiştirilmiştir, yani şeffaf bir nüfus sayımı yapılmadı.

Nüfus sayımı için iyi hazırlanılmamış, yerel yönetimlerle iyi koordine olunmamış bu nedenle adrese dayalı yapılmaya çalışılan sayımda birçok bölge nüfus sayımının dışında kalmıştır. Bazı belediyeler sayım sonuçlarının açıklanması sonrası hizmet verdikleri nüfusun deklere edilenden çok daha fazla olduğunu belirten açıklamalar yaptılar.

Ayrıca adrese dayalı sayım olduğu için İkincil evsiz (secondary homeless) diye adlandırılabilecek ve kaçaklar diye kamuoyunda da belirtilenlerin barakalarda, yarım inşaatlarda, fabrika ve benzeri üretim yerleri arkasındaki yatı yerlerinde kalanların sayılmadığı da kamuoyu tarafından net olarak bilinmektedir.

Sayım sırasında bazı yabancı uzmanlar da gözlemlerde bulunmuş ancak bunlar da kamuoyundan kaçırılarak, bizlerin bu uzmanlarla görüşmemiz ve birebir soru sorarak onların gözlemlerini birinci elden öğrenmemiz engellenmiştir. Kamuoyunu yanıltacak şekilde bazı uzmanların gözlemci olarak adada bulunduğu haberi yayılmış, bu uzmanlara resmi devlet televizyonuna açıklama yaptırılmış ama bu uzmanlar kamuoyu öne çıkarılmayarak şeffaf bir bilgi paylaşımı engellenmiştir.

Böylesi koşullarda gerçekleşen nüfus sayımının sonuçlarını tanımak mümkün değildir.

 

  • Öneriler

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) tarafından onaylanan Kıbrıs toplumlarının demografik yapısı ile ilgili rapor (27 Nisan 1992 Doc. 6589 1403- 23/4/92- 4- E / Rapporteur Mr CUCÓ) şunları önermekte idi.

Bakanlar Kurulu talimatı ile Avrupa Nüfus Komitesi (CDPO), güvenilir verilerle tahmin yapabilmek için ilgili otoritelerle işbirliği içerisinde adanın nüfus sayımını yapar.  

Bakanlar Kurulu, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Kıbrıs Türk Yönetimi’nin yabancıların adaya giriş çıkışlarının sıkı kontrol içerisinde yapılmasını talep eder. 

Kıbrıs Türk Yönetimi, kendi kontrol alanındaki demografik yapıyı değiştiren yasaları yeniden gözden geçirmelidir.[1]

Bu rapor ve öneriler geçerliliğini korumaya devam etmektedir ve derhal uygulanmalıdır. Avrupa Parlamentosu bu önerilerin uygulanması için sorumluluk almanın bir yolunu bulmalıdır.

AKEL M.K. Genel Sekreteri Andros Kiprianu konuşması

Bugünkü etkinliğe AKEL adına en içten selamlarımızı getiriyorum. Özellikle bugünkü etkinliğe davetimizi kabul eden herkese yürekten teşekkürlerimi sunuyorum. Kıbrıslıtürk yurttaşlarımızın katılımını yürekten selamlıyorum. Yurdumuzun yeniden birleşmesi için mücadelemiz ortaktır ve bunu sadece ellerimizi birleştirdiğimiz takdirde başarabiliriz.

Türkiye tarafından Kıbrıs’ın işgalinin yurdumuzun temellerindeki kısa fitilli bir bomba olduğunu AKEL olarak sürekli dile getiriyoruz. Türkiye, gücü 40.000 askeri aşan işgal ordusunu Kıbrıs’ta tutmaktadır. Türkiye’nin askeri varlığı Kıbrıstürk toplumu üzerindeki denetimini kolaylaştırmaktadır. Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler 38 yıldır temel insan haklarını kullanmaktan mahrum durumdadırlar. İstikrarsızlığın, güvenliksizliğin ve bunların yol açtığı olumsuzlukların olduğu koşullarda yaşamaktadırlar.

Bunlar, 38 yıldır Türkiye tarafından Kıbrıs’ta işlenen suçların sadece bazı yanlarıdır. Uluslararası bir suç olan yasa dışı bir biçimde nüfus taşınması aynı suçun diğer yanını teşkil etmektedir. 1974’den sonra Türkiye Kıbrıs’ın demografik yapısını bozma hedefiyle adaya sürekli olarak yasa dışı bir biçimde nüfus taşımaya ve yerleştirmeye yöneldi.

İşgal altındaki bölgeye sürekli olarak nüfus taşınmasını ve yerleştirilmesini Kıbrısrum tarafı olarak her vesileyle kınıyoruz. Ayrıca işgal altındaki bölgeye nüfus taşınmasının yol açtığı duruma Kıbrıstürk toplumundan da pek çok kez tepki gösterilmektedir. Diğerlerinin yanı sıra, bu, geçen Aralık ayında bir Kıbrıslıtürk bayan yurttaşın Kıbrıstürk basınında yayınlanan mektubunda da açık bir şekilde belirtildi. “Hedef olmamak için” adının anonim kalmasını isteyerek yazdığı bu mektuptan bir bölümü sizinle paylaşmak istiyorum: “Ben Lefkoşa Surlariçi’nde yaşayan bir Kıbrıslıyım. Burada doğdum, büyüdüm ve hala yaşıyorum… Şimdi 50’li yaşlarıma geldim. Bu bölgedeki değişimi bizzat gözlerimle gördüm. Bizim zamanımızda hani söylerler ya “yasemin kokulu” diye… Öyleydi Lefkoşa. Herkes kapısının önünü akşamüzeri süpürür, yıkar, yaseminlerini dizip sokağa otururdu. Mis gibi tüterdi Surlariçi… 1990’lardan itibaren gözle görünür değişim başladı. Ben çok iyi hatırlıyorum, valiz seslerini… Bilirsiniz, valizleri çekerken tekerlekleri bir ses çıkarır, uğultu gibi… Buraya gelen göçmen Türkiyeliler de valizlerini sürükleyerek gelirlerdi… Ve bu bölgede yavaş yavaş değişim başladı. Ne mi oldu? Yaseminlerimiz bir bir kurudu… Yaseminler kurudukça ve valiz sesleri arttıkça Kıbrıslıtürkler de Ortaköy (Minceli), Yenikent (Neapoli) gibi bölgelere kaçmaya başladılar…”.

Kimileri bu mektubun başka herhangi bir ülkede de yazılabileceğini söyleyebilirler. Mahallesine gelen “göçmen” dalgasını kabullenemeyen başka her hangi bir bayan tarafından da yazılabileceğini söyleyebilirler. Ancak söz konusu olan durum hiç de öyle değildir. Bu bayanın mahallesi bir göçmen dalgası nedeniyle değil; emirlerle önceden planlanmış ve organize bir biçimde Türkiye’den Türk yerleşimcilerin getirilmesiyle Kıbrıstürk toplumunun demografik yapısıyla birlikte değişti.

Kıbrıstürk basınında yayınlanan bilgilere göre, 1990’da sözde “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin nüfusu 171.469’du ve 2009’da ise 283.730’a vararak % 65 arttı. 1990’da çalışanlar 71.525’ti, 2009’da ise bu sayı 91.550’ye ulaştı. Bu olgu nasıl izah edilebilir? Kıbrıs halkının kimliğini tahrif etme hedefiyle Kıbrıs’ın işgal altındaki kesimine binlerce yerleşimciyi getireni Türkiye’yi Kıbrıs Cumhuriyeti sürekli bir biçimde suçlamaktadır. Bu suçlamalar doğrulanmakta mıdır? Türkiye’nin işgal altındaki bölgeye kitlesel bir biçimde nüfus taşınması kararını içeren gizli bir belge 2011 Kasım’ında Kıbrıstürk basınında yayınlandı. Bu belgede yazılı olduğu üzere, amaç, sözde “Kıbrıs Türk Federe Devleti”nin işgücü gereksinimini karşılamaktı. Belgenin maddelerinde bölge ve aile seçimine ilişkin kriterler belirtiliyordu. En önemli kriterlerden biri, Türkiye’nin yüksek nüfusu ve yerleşim sorunu olan büyük bölgelerinde yaşayan ailelerin seçilmesiydi. Görülen o ki, Türkiye, bir yandan yerleşimin yoğun olduğu bölgelerindeki nüfusu azaltma, diğer yandan Kıbrıs halkının demografik yapısını bozma amacıyla, bir taşla iki kuşu vurmayı hedefliyordu. Nitekim işgal altındaki bölgeye götürülecek ailelerin ana dili Türkçe olan Türk vatandaşları olması gerektiğinin de kriter olarak bu belgede yer alması bu kararın yukarıda belirtilen amaca hizmet etmek amacıyla alındığını açıkça göstermektedir. Buna ilaveten, bu kriterlerde, yerleşik olmayan göçebelere ve ormanlık ve bunun gibi bölgelerde ikamet eden ailelere öncelik verilmekteydi. Ayrıca Kıbrıs’a işgücünün gönderilmesi sürecinde gidiş, barınma ve beslenme masrafları Türk fonları tarafından karşılandı.

Sonuç olarak, göç değil, yasa dışı bir şekilde nüfus taşınması hakkında konuşuyoruz. Binlerce Türk işgal altındaki bölgeye ne tesadüfen, ne de mecbur kaldıkları için gelmediler. Seçildiler ve organize bir şekilde işgal altındaki bölgeye taşındılar. Söz konusu belgeyle birlikte yayınlanan tamamen gizli bir listede somut örnekler de vardı: Karakeşli köyünden 81 aile, Silifke’den 115 aile Mağusa’nın Pervolya yöresine, Trabzon’un Taşkıran köyünden 129 aile Girne’nin Ayos Amvrosyos yöresine, 127 aile de Kitrea’ya taşındılar. Ayrıca Adana, Antalya, İçel, Denizli ve başka yörelerden göçebe grupları aynı işlemle işgal altındaki bölgeye taşındılar. Zamanla durum Kıbrıstürk toplumu açısından daha zor ve daha karmaşık hale geldi. Adaya yasa dışı bir şekilde nüfus taşınması bugün Türk hükümeti tarafından Kıbrıslıtürklerin laik geleneklerinden şüphe duyulmasının ve Kıbrıstürk toplumu içerisinde Müslümanlığın yaygınlaştırılmasının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Aynı esnada bu, bir “paralel pazar” olarak işlev görmektedir.

Tüm bunlardan çıkan net sonuç: Türkiye’nin Kıbrıs içerisindeki uzun elini teşkil eden sözde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığının hem Kıbrıslırumlar hem de Kıbrıslıtürkler için bir tehdidi teşkil ettiğidir. Kıbrıs’ta böyle bir rejim var olduğu sürece, bu konuda durum kontrolsüz olmaya devam edecektir. Kıbrıs, Kıbrıs halkı ve geniş bölge açısından istikrarsızlığın, güvenliksizliğin ve sorunların kalıcı kaynağı işgaldir. Adaya yasadışı nüfus taşınması Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin geleceğini tehdit etmektedir. Bu sorun nasıl çözülebilir? Sadece Türk işgalinin yarattığı koşulların alaşağı edilmesi ve Kıbrıs sorunun çözülmesiyle. Her iki toplumun kabul edeceği, istikrarlı ve kalıcı barışa götürecek bir çözümle. Halkın tümü için güvenlik ve istikrar koşullarını yaratacak bir çözümle. Temelde üzerinde anlaşmaya varılan zeminde adayı tekrardan birleştirecek ve herkes için ilerleme, kalkınma ve refah koşulları yaratacak bir çözümle. Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin mücadelesinin ortak hedefi budur ve bu olmaya devam etmelidir.

Yaklaşık bir yıl önce Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler burada Brüksel’de tekrar buluşmuştuk. Bu buluşmadan birkaç gün önce de Türkiye’nin ekonomik olarak boğmasına karşı Kıbrıstürk toplumunda büyük gösteriler yaşanmıştı. Göstericilerin büyük bir kısmı ekonomik zorlukların aşılması için Kıbrıs sorununun çözümünün gerekli olduğunu dile getirmişlerdi. 2011 yılının büyük mitingleri, adaya yasadışı bir şekilde nüfus taşınmasının Kıbrıslı kimliklerine karşı bir tehdide dönüşmesi nedeniyle Kıbrıslıtürk yurttaşlarımızın endişe dolu haykırışlarıdır.

AKEL olarak sesimizi onların sesiyle birleştirdik. Onların mücadelesinin bizim de mücadelemiz olduğu mesajını Kıbrıs içine ve dışına taşıdık. İşgalden ve yaklaşık kırk yıldır insan haklarımızdan mahrum olmamızdan dolayı Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler boğulmaktadır. 1974’de emperyalizmin Türkiye ile birlikte NATO karargâhlarında hazırladığı planların alaşağı edilmesi için mücadelede ısrarlıyız. 1977 ve 1979 Üst Düzey Antlaşmaları’nda üzerinde anlaşmaya varılan ilkeler temelinde çözümde ısrarlıyız. Birleşmiş Milletler kararlarında belirtildiği şekilde siyasi eşitlikli, iki bölgeli, iki toplumlu federasyon çözümünde ısrarlıyız. Birleşik Kıbrıs’ı tek egemenliği, tek vatandaşlığı ve tek uluslararası kimliği olacak bağımsız, bağlantısız ve askersizleştirilmiş devlet kılacak çözümde ısrarlıyız.

Cumhurbaşkanı Hristofyas seçildiği ilk günden itibaren, Kıbrıs sorununu çözüm yoluna koymak amacıyla girişimler üstlendi. Cumhurbaşkanı Hristofyas ile Kıbrıslıtürk liderler Sayın Talat ve daha sonra Sayın Eroğlu arasında onlarca görüşme yapıldı. Ne yazık ki süreç, AKEL ve Dimitris Hristofyas’ın dilediği gibi akmıyor ve maalesef öngördüğümüz şekilde gelişmektedir. Türkiye uzlaşmazlığını sürdürmekte, sürece yapıcı bir biçimde katkıda bulunmayı reddetmekte ve sonuç olarak istediğimiz ilerleme olmamaktadır.

Sayın Eroğlu’nun Kıbrıstürk toplumu liderliğine seçilmesi sonrası durum daha da kötüleşti.

Sayın Talat ile varılan görüş birliklerinden Sayın Eroğlu geri adım atıyor ve her görüşmeyi Kıbrıs’ta “iki halk iki devlet” varlığı hakkında açıklamalar ve kabul edilemez tezler izlemektedir. Sayın Eroğlu’nun bu yaklaşımı iki ayrı FIR hattının olması yönündeki tezi, bağımsız devletlerin sahip oldukları bir hak olan uluslararası anlaşma imzalama hakkının her hangi bir sınırlama olmaksızın Kıbrıstürk oluşturucu birimine verilmesi yönündeki talebi, iki oluşturucu birimin “vatandaşlık” verme hakkının olması gerektiği gibi, müzakerelerde koyduğu tezlere yansımaktadır. Bu tezler iki taraf arasındaki mesafeyi doğal olarak büyütmektedir. Ne yazık ki geri kalan başlıkların tartışılmasında da aynı uzlaşmazlığı göstermektedir.

Yönetim ve Yetkilerin Paylaşımı başlığında, Cumhurbaşkanı Hristofyas güçlendirilmiş yetkilerle başkanlık sistemini önerdi. Dimitris Hristofyas yürütme erki için çapraz ve ağırlıklı oyla dönüşümlü başkanlığı önerdi. Bu öneriyle ilgili olarak hem Cumhurbaşkanı, hem de AKEL Kıbrısrum toplumundaki siyasi partilerden ve şahsiyetlerden yoğun eleştiriler aldı. Bunda ısrar ediyoruz, çünkü bunun Kıbrıs sorununu yaratan nedenlerden bazılarına kökten darbe vurabileceğine inanıyoruz. İki toplumu siyasi olarak birleştirecek, etnik ayrımın duvarlarını yıkacak ve karşı karşıya gelişleri etnik düzeyden, siyasi ve sınıfsal düzeye taşıyacaktır. Sayın Talat’ın bu önerinin felsefesini kabul etmesine ve detayları tartışmamıza karşı Sayın Eroğlu seçimin iki toplum tarafından ayrı yapılmasında ısrar ederek geri adım attı. Bu ısrarı adada yan yana yaşayan iki varlığın olduğu anlayışındandır. Yani taksimci anlayışındandır.

Mülkiyette iki bölgeliliğin anlamını Türk tarafı yanlış yorumlamaya devam etmekte ve somut başlığın tartışılmasında bir dizi sorun yaratmaktadır. Buna ilaveten, Sayın Eroğlu mülkiyet hakkını tanımasına ve tedavi yolları olarak iade, takas ve tazminatı kabul etmesine rağmen, ilk söz hakkının yasal mülk sahibinde değil, bugünkü kullanıcı olmasında ısrar etmektedir. Böylesi tezler bu kadar dikenli ve önemli başlığın tartışılmasını engellemektedir, hâlbuki bu başlıkta ilerleme sağlandığı takdirde Kıbrıs sorununun çözüm perspektifi otomatik olarak güçlenecektir. Kıbrısrum tarafı olarak mülkiyet konusunun toprak konusuyla ile bağlantılı bir şekilde tartışılması gerektiğini vurguladık. Bu tezimiz ile Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri de hemfikirdir. Ancak Sayın Eroğlu buna da olumlu karşılık vermedi.

Ne yazık ki, Türk tarafı Avrupa Birliği konularıyla ilgili olarak da sabit bir tutum ortaya koymaktadır. Müktesebattan derogasyonlar yapılması ve bunların yeni bir protokol aracılığıyla Birliğin birincil hukuku haline getirilmesi yönündeki tezi ne Kıbrısrum toplumu tarafından ne de Avrupa Birliği tarafından kabul edilemez.

Ekonomi başlığında, şu ana kadar var olan tablo bazı görüş birliklerinin olduğu yönündedir ancak daha tartışılması gereken çeşitli konular vardır.

Toprak, güvenlik ve garantiler başlıklarıyla ilgili olarak, ne yazık ki Türk tarafının olumsuz tutumu nedeniyle bugüne kadar hiçbir tartışma yapılmadı.

Vatandaşlık başlığında, Kıbrısrum tarafı çözüm sonrası belli sayıda yerleşimcinin adada kalmasına ilişkin öneriler sundu. Kıbrısrum toplumundaki siyasi partilerin yoğun eleştirilerine maruz kalan bu öneriler Cumhurbaşkanı’nın “icadı” değildir. Bu öneriler tarafımızın yıllardır ifade ettiği tezlere dayanmaktadır. Bizce, bu önerilerle demografik oranların korunmasının büyük bir önemi vardır. Yasadışı bir şekilde nüfus taşınması bir savaş suçudur. Buna rağmen, ister evlenen, ister burada doğan belli bir sayıda yerleşimcinin çözümden sonra adada kalmasını tamamıyla insani nedenlerle kabul etmeye hazırız. Ancak 1974’de var olan 4’e 1’lik nüfus oranının bu tavizimizle hiçbir biçimde ihlal edilmemesi gerektiğinde ısrar etmekteyiz.

Bu başlıkta Kıbrısrum tarafında kamuoyunda çok ve yoğun tartışmalar yaşandı. Cumhurbaşkanı Hristofyas neredeyse Kıbrıs’ı Türkleştirmekle suçlandı. Bu dayanaksız ve aşağılayıcı suçlamaya verilecek olan yanıt basittir: 1974 yılında faşist ve hain darbe Türk işgaline halı serdiğinde Kıbrıs emperyalizmin ve Türkiye’nin yayılmacı iştahı karşısında savunmasız kaldı. Kıbrıs daha önce bahsettiğim Türk belgesi uygulanmaya başlandığı andan itibaren, 1974’ten itibaren sürekli olarak Türkleştirilmektedir. Kıbrıs’ın bugün Türkleştirilmeye devam etmesinin nedeni işgalin devam etmesidir. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyinde var olan rejimin, yasadışı devlette en az 15 yıl yaşayanlara ya da sözde “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin bir yurttaşıyla en az üç yıl evli olanlara v.s. “vatandaşlık” verilmesini öngören yeni “yasaları” hazırladığına dair yayınları kısa bir dönem önce gördük. Eğer Kıbrıs’ın geleceğini gerçekten önemsiyorsak, eğer Kıbrıs’ın kendi evlatlarının ellerinde, Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin ellerinde olmasını önemsiyorsak, hepimiz tek bir sesle gerçek suçluya yönelmeliyiz, Türkiye’ye yönelmeliyiz.

Türkiye’nin katı tavrı durumu zorlaştırmakta ve yardımcı olmamaktadır. Sonuç olarak, Türkiye en nihayet komşularıyla sıfır sorun sloganını pratiğe dönüştürmelidir. Bunun için iyi bir başlangıç Kıbrıs’tır. Bu çaba için iyi ve sağlam bir temel vardır ve bu, Kıbrıs sorununun üzerinde anlaşmaya varılan çözüm çerçevesidir.

Kıbrıs sorununun çözümü uğraşılarında önemli bir faktör olabilecek çok önemli bir konu daha var: Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Münhasır Ekonomik Bölgesi’ndeki hidrokarbon yataklarının varlığının teyit edilmesi. Bizim anlayışımıza göre, Kıbrıs’ın enerji zenginliğini yurdumuzun bir barış köprüsü olması için fırsat olarak görürsek, bu zenginlik sadece vatanımız açısından değil, aynı zamanda güneydoğu Akdeniz bölgesi açısından da barış faktörü olabilir. Yeter ki Türkiye tehditlerini terk etsin ve böylesi bir girişimin gerçekleşmesi için işbirliği yapsın.

Beklediğimiz, Kıbrıs sorunun çözüm perspektifinin açık tutulması için Türkiye’nin elini uzatmasıdır. Çözüm için karşılaştığımız bu zorluklar karşısında gündeme gelen soru şudur: Perspektifi canlı tutmayı nasıl başaracağız? Bazı Kıbrıslıtürk dostlar bu yönde bir iyi niyet girişimi olarak doğrudan ticareti görüyorlar. AKEL olarak, bu tür hareketlerin Kıbrıs sorununun çözüm uğraşılarının altını oyacağı ve Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Avrupa Birliği’nin niyetlerine ilişkin tamamı ile yanlış mesajlar göndereceği görüşündeyiz. Hâlbuki Türkiye ve Kıbrıslıtürk liderliği, Cumhurbaşkanın önerdiği gibi, Mağusa kentinin kapalı bölgesini Birleşmiş Milletler aracılığı ile yasal sahiplerine iade edilmesi ve Avrupa Birliği aracılığıyla kentin limanının açılması için iyi niyet gösterirse, bu, hem süreci ve uğraşıları güçlendirmede, hem de iki toplum arasındaki ortamı iyileştirmede son derece olumlu işlev görecektir. Sonuç olarak perspektifi canlı tutmanın yolu vardır ve bundan iki toplum sadece yarar görecektir. Yeter ki Türk tarafı iyi niyetini göstersin ve işbirliği yapsın.

Vatanımızın barış ve refah içerisindeki geleceğini çocuklarımızın ve torunlarımızın inşa edebilmelerinin temellerini atabilmemiz için bunun mümkün olan en kısa sürede olmasını diliyoruz.

 

DEV-İŞ Başkanı Mehmet Seyis’in konuşması

Merhaba, hepinizi DEV-İŞ adına saygıyla selamlarım. Bugün özetle Kıbrıs sorunundan söz edeceğiz.

Kıbrıslıtürk’ler ve Kıbrıslırum’lar, geçmişte yüzyıllarca birlikte barış içinde yaşadılar. Acılı ya da mutlu günlerinde dayanışma içinde oldular. İşçiler ayni işyerlerinde çalışıp ortak sınıf mücadelesi verdiler.

Egemen çevreler bu ilişkilerden rahatsız oluyordu. Emperyalizm ülkemizde var olan Etnik Köken ve Dini farklılıkları sürekli kaşıyarak, Kıbrıs’ta da bu Böl ve Yönet taktiği uyguladı. Toplumlararası gerginlikler yaratıldı ve bu süreç 1974’te ülkemizin bölünmesine kadar vardırıldı.

1974’ten sonra adanın yeniden birleşmesini sağlamak için BM nezdinde yapılan görüşmelerde ne yazıktır ki henüz sonuca varılamadı. Ancak bu süreçlerde, hem her iki toplum insanları tarafından çoğunlukla kabul gören, hemde uluslararası hukuk içinde mümkün olan çözüm şekli “Birleşik Federal Kıbrıs’tır. Zaten BM nezdinde sürdürülen görüşmelerde de, bu güne kadar toplum liderlerinin üzerinde anlaşmaya vardıkları hususlarda da Federasyon öngörülmektedir.

Bu görüşme süreçlerinde zaman zaman Toplumlar adına görüşmeci olanların değişmesi, önceden üzerinde mutabakata varılan konulardan vazgeçme veya bu uzlaşıları red etme hakkını görüşmecilere veremez. Bu noktada, hernekadar da yazılı belge haline dönmese bile, belli sıkıntıları aşmak için, bir paket içinde önerilen ve daha önce üzerinde mutabakat sağlanan konular arasında olan Federal Devletin seçim sisteminde uygulanacak “Çarpraz Oy” sistemi, BM’nin mutabakat listesinde olup oluşacak olan Federal Devletin sürdürülebilir olabilmesi açısından olumlu bir uzlaşı idi. Bu uzlaşıyı Kıbrıslıtürkleri temsil eden görüşmecinin pazarlık konusu yapması kabul edilir değildir.

Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye’nin bir alt yönetimi ve bir uydu devlet olması gerçeği ise, bu noktada AKP Hükümetinin “Kıbrıs Sorununda Çözüm Olmadan Haklı Taraf Olabilme” politikası mı sürdürdüğü? sorusunu akla getirip bizi endişelendirmektedir.

Türkiye’nin AB İşleri Bakanı Sn. Egemen Bağış’ın, bir süre önce yaptığı bir açıklamada, türkiyenin Kıbrıs cumhuriyetinin garantörü olduğunu unutarak “Kıbrıs’ta iki ayrı Devlet’in de çözüm olabileceği” yönündeki açıklaması ve ardından “Kıbrıs’ta iki Devlet var” söylemi bu yöndeki endişelerimizi artırıyor.

Biz Kıbrıslıtürkler “Birleşik Federal Kıbrıs” istiyoruz ve bu yöndeki irademiz her vesile ile beyan edilmiştir. Ayrılıkçılığa hizmet eden görüşleri red ediyoruz. Kıbrıs’ta çözüm ne 1974 öncesine dönmekle, ne de mevcut statüko veya 2 ayrı devletle mümkün olamaz. Ayrılıkcı hedeflerin Kıbrıs’a zararı olur.

Kıbrıs sorunu daha fazla zaman kaybetmeden çözülmelidir. Birleşmiş Milletler zemininde bu güne kadar sürdürülen görüşmelerde ortaya çıkan ilgili kararlar çerçevesinde, Kıbrıs Cumhuriyeti, Ortak Federal Kıbrıs’a dönüşmelidir. Ortak Devlet, Kıbrıslıların ortak kullanacağı Tek Egemenliği, Tek Yurttaşlığı, Uluslararası alanda Tek Temsiliyeti olan Siyasi eşitliğe dayalı Birleşik Federal Kıbrıs olmalıdır. Zaman geçirmeden çözüm için çalışılmalıdır. Çünkü geçen zaman çözüme değil, statükoya katkı koymaktır.

Kıbrıs’ın kuzeyinde her geçen gün nüfüs yapısı değişmektedir. Gelecek endişesi ve belirsizlik nedeni ile Kıbrıslıtürk gençler ülkemizden göç etmeye devam ederken, birçok insan da Türkiye’den ülkemize taşınmıştır. Demokrafik yapımız bozulmuştur. Kıbrıslıtürk’lerin kendi siyasi iradesini yansıtabilme olanağını bile kalmamıştır. Bir an önce Kıbrıs’ta çözüme ulaşmalı ve nüfus sorununu da uluslarası hukuk ile insan haklarını da dikkate alarak çözmeliyiz.

Değerli dostlar, kuzey Kıbrıs dünyanın dışında gibi dursa da, insanların yaşadığı her yerde olduğu gibi ekonomik hayat bir şekilde devam ediyor ve her geçen gün Kıbrıslırumlara ait araziler üzerine inşaatlar da kalkıyor. Türkiye yurttaşları ve sermayesi yanında, AB yurttaşları ve diğer yabancılar da mal mülk alıyor, yatırım yapıyor. Kıbrıs sorunu çözülmediği sürece bu sürecin de devam edeceği bir gerçekliktir.

Çok önemli ve tehlikeli bir durum da ülkemizde kabaran şöven yaklaşımlardır. Özellikle, Kıbrıs’ın güneyinde artan yabancı düşmanlığı ve fanatizm bir an önce önü alınması gereken önemli bir sorundur. Çünkü, Milliyetçilik ve Şovenizm karşılıklı bir birini besliyor. Ekmeğe katılan maya gibi durdukça kabarıyor. Bu sürecin devamı insanların çözüme olan inançlarını zayıflatıyor ve karşılıklı çözüm karşıtlığını körüklüyor. Bu duruma farklı endişelerle kesinlikle taviz verilmemelidir.

İşte tüm bunlar için zaman geçirmeden çözüm için samimi ve cesaretle çalışılmalıdır. Kıbrıs Sorunu gibi yarım asırdır süren bir sorunun çözümünde mutlaktır ki zorluklar da vardır. Ancak Vatanımızın yeniden birleşmesini de istiyorsak hiçbir zorluk çözüme engel olmamalıdır.

Değerli dostlar, son dönemlerde ülkemizde zengin Hidrokarbon yataklarının varlığı konusundaki gelişmelerden doğan endişelerimize de değinmeden geçemeyeceğim. Bu gelişmeler, geçmişte ülkemizde var olan maden kaynaklarında olduğu gibi bazı ülkelerin ve çok uluslu şirketlerin ilgisini ülkemize çevirmesine neden oluyor. Geçmişte ülkemizin madenleri yabancılar tarafından sömürülmüş ve yapılan çalışmaların gerek insan sağlığına, gerek ise çevreye olumsuz etkileri ile biz Kıbrıslılar başbaşa kalmıştık.

Şimdilerde ise üzülerek izliyoruz ki, ülkemizin zenginlikleri Kıbrıs’a huzur ve refah getireceği yerde, bir yandan birçok ülkenin pay yarışına girmesini, bir yandan ise inat politikaları ile adamıza gerginliği taşımaktadır. Bu konuda da çok dikkatli olunması gerekiyor. Ülkemizin varlıklarının adamıza erken Barışı getirmesine yönelik politikalar üretmeli ve kendimizi hiç kimseye kullandırmamalıyız.

Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.

 

Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği Genel Sekreteri Derman Saraçoğlu’nun yaptığı konuşma

Öncelikle, bizlere Kıbrıs’taki demografik yapı ile ilgili sorunlarımızı Avrupa Parlamentosu çatısı altında tartışabilme olanağı yaratan GUE/NGL ve AKEL’e Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği adına teşekkür ediyorum.

Doğal olarak gündemimizdeki sorunu irdelerken, karşımıza Kıbrıs sorununun kendi ve demografik yapı ile Kıbrıs sorununun karşılıklı etkileşimi çıkıyor. Özellikle, Kıbrıs Türk Toplumu’nun, ayrılıkçı siyasetler sonucu sürüklendiği açmaz çıkıyor karşımıza. Bu sorunun  baş mimari Ankara çıkıyor. AB’nin, BM’nin , Kıbrıs’taki Demografik yapının T.C Devletince bu derece değişikliğe uğratılması karşısındaki tutumlarını sorgulamak durumuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Bu noktada, konuşmamın sonunda sormam gereken iki soruyu baştan soracagim. Sizlere aktaracaklarım, bu soruların yanıtlanma gerekliliği ile birlikte algınanıp, her cümlemde sorgulanabilsin istiyorum. Çelişkili rakamsal verilerin, tarafınızdan bilindiğinden hareketle, ağırlıkla daha farklı ve özgün referanslar üzerinde durmak istiyorum.

Soru 1: T.C Devleti, Ankara, eğer gerçekten Kıbrıs’ta Federal bir çözümden yana ise, neden federal Kıbrıs’ın iki temel ayağindan birini oluşturacak olan Kıbrıs Türk Toplumu’nu yok ediyor?

Soru 2: Avrupa Birliği sınırları içinde bulunan Kıbrıs’ın kuzeyini, Kıbrıs sorununu çözümsüz kılarak , fiilen kolonize etmeye çalışan, bunu gerçekleştirirken de, AB vatandaşı Kıbrıslı Türklerin toplumsal yapısını, tüm değerleri ile  yok etmekte olan Ankara’nın siyaseti karşısında , AB’nin bugünkü tutumu tatmin edici midir?

Herşeyden önce, Kıbrıs’taki Demografik yapı ve sorunlarını tartışırken, normal bir ülkenin demografik sorunlarını tartışmadığımızı bileceğiz. 1974’ün ardından , 38 yıldır geçen süreç herkese göstermiştir ki, Türkiye’nin egemenleri 1974 20 Temmuzunda, Kıbrıslı Türkleri çok sevdikleri için değil, kendi stratejik çıkarları için ordularını Kıbrıs’a göndermişlerdir. Önce asker, top, tüfek, tank, ardından da bilinçli ve sistematik olarak sivil yığınlar Ada’ya taşınmaya başlanmistir. Anadolu’nun köyleri kaldırılıp Kıbrıs’ın kuzeyine taşınmıştır. O donemde ayrıca 170 bin kadar Kıbrıslı Rum Ada’nın güneyine sürülmüş, 55-60 bin Kıbrıslı Türk de, güneyden kuzeye yerleşmişlerdir.

O günlerde kuzeyde kurulan ayrılıkçı, talan ve ganimet düzeninin üzerine, Türkiye, kenarlarından 43 bin askerin tuttuğu ağır bir kamuflaj örtü çekmiştir. Kıbrıslı Türkler, bugün hala, bu örtünün ağırlığı altında yaşıyorlar. Bu kamuflaj örtünün altında, Ankara’nın ayrılıkcı ve yokedici saldırılarına direnmeye çalışıyorlar. Türkiye’den Kıbrıs’a nüfus taşınması 1974’ten bu yana, sürdürülmüş ve özellikle 1983 “KKTC” ilanı ardından çeşitli teşvikler ve uygulamalarla, daha da hız kazanarak bir devlet politikası halinde hiç şaşmadan devam edegelmiştir.

1974 sonrası .Türkiye’den Kıbrıs’a yerleştirilen sivillere, 34 .000 “Koçan” verildiği ve bunun da Kıbrıs’ın kuzeyindeki toprakların yarısından fazlası olduğu yönünde bilgiler vardır. Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine taşınan nüfusla ilgili hiçbir zaman doğru, güvenilir statistiki bilgi verilmedi. Kıbrıs’ın, bugün hala devam eden bölünmüşlüğünün baş mimarlarından Rauf Raif Denktaş, 1993 yılında şöyle der: “Eğer bu bilgileri açıklarsak, kimin nereden geldiği ortaya çıkar..!” (Yenidüzen, 23 Temmuz 1993). Tam da bu nedenle, Kıbrıs’ın kuzeyinde oluşturulmuş işbirlikci rejim daima, bu yöndeki bilgileri gizlemiş ya da çarpıtmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti  yetkilileri ise, yerleşikler konusunda hiç söz etmemektedirler. Çünkü, bir askeri işgal harekatı ardından, bu harekatı gerçekleştiren ülkenin, ele geçirdiği topraklara, sivil nüfus aktarmasının veya bunu teşvik etmesinin 4. Uluslararası Cenevre Konvansiyonu’nun 49 (6) bendine göre savaş suçu sayıldığını çok iyi biliyorlar.

Kimileri, Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklerin, Ankara tarafından bilerek ve isteyerek toplumsal yokoluş sürecine sürüklendiklerine inanmak istemiyor. Ada’nin kuzeyindeki gelişmelerin rastlantısal olduğunu ve bazı uygulama hatalarından kaynaklandığını düşünüyorlar. Oysa durum öyle değildir. Ne 1974’te öyleydi, ne de şimdilerde.

1974 sonrasında, örneğin Türkiye’nin yaptığı ilk iş, Kıbrıslı Türklere, soyadı alma zorunluluğu getirmesi olmuştur. Bunu neden yapmıştır? O güne kadar var olan isimlerimizle karışmamıstık da 1974’ten sonra mı karışacaktık?

Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere yaptığı bu dayatma, o günlerden demografik yapıya müdahalesini kolaylaştırıcı bir adımdı. Ada’ ya taşınan ve taşınacak yerleşiklerle Kıbrıslı Türklerin, dıştan ve uzaktan bakıldığında, ayırt edilmesi istenmiyordu. Soyadı kendilerince bu işi çözecekti.

Sonra kimlikler dağıtıldı. 1976 yılında, Lefke’de elinde yeni kimlik kartıyla, üzerinde doğum yeri diye yazılmış  Karadağ’ı arayan bir yerleşikle rastlaştım. Bana da Karadağ’ın yerini soruyordu. Baktım, elindeki kimlik kartında doğum yeri olarak Karadağ yazıyor. Adam, Anadolu’dan getirilmiş ve Kıbrıs’ta sahte “doğum yerini” aramaktaydı..!

Bu konuda yaşananlar bununla da sınırılı değildi.

Bir dönem, Kıbrıs’ın kuzeyinde moda olmuştu. Bazı üst düzey yöneticiler, Türkiye’den bağlantı kurdukları anlı- şanlı insanlara, Onlar Kıbrıs’a hiç ayak basmadan, hiçbir başvuruda da bulunmadan, ilgili daireden “KKTC” Kimliği hazırlatıyorlar ve götürüp hediye niyetine veriyorlardı.

Demek ki, Bugün Derviş Eroğlu, Dimitris Hristofias’a tüm “KKTC” vatandaşları için Federal Kıbrıs vatandaşlığı teklifini götürür ve “Ben “KKTC” vatandaşları arasında ayırım yapmam.”derken, Sayın Eroğlu’na şunu da sormak gerekiyor; Türkiye’de yaşamakta olan ve zaten hileli olan nufus sayımlarında da görünmeyen kaç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının “KKTC” kimliği vardır? Peki, ya yıllarca Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine gelip, “KKTC” pasaportu ve kimliği alarak Avrupa’ya iltica etmiş yerleşiklerin sayısı ne kadardır? Biliniyor mu dersiniz?

Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye’den gelme nüfusun artışına  paralel, en başta, Eroğlu ve UBP Hükümeti olmak üzere, yerli işbirlikciler aracılığı ile uygulanan  siyasetler sonucu , Kıbrıs Türk Toplumuna, Kıbrıslı Türklere yönelik saldırılar , yaşamın her alanında tırmandırılmaktadır. Ankara, Kıbrıs’ın kuzeyinde artırdığı kendi nüfusunu , Ada üzerindeki olası yeni maceralarının en büyük gücü ve dayanağı olarak görmeye başlamıştır.

Kendi yurtlarında azınlığa düşürülen Kıbrıslı Türkler, yerli işbirlikçiler, onlar yetersiz kalırsa, gayri resmi bir valiliğe dönüştürülmüş  T.C Büyükelçiliği aracılıği ile, ya da direk Ankara’dan yapılan açıklamalarla tehdit edilmektedirler.

Emek, barış ve demokrasi güçlerine yönelik saldırılar son dönemde yeniden artmıştır. Özelleştirme kisvesi altında, Türkiye’nin Kıbrıs Türk Toplumu’nun tüm değerleri gasp edilmektedir. Kıbrıslı Türklerin yaşam alanlarına birer birer el konulmaktadır. Kıbrıslı Türkler bu yolla göçe zorlanırken, yerleri Dünya’dan bakınca ayırt edilemeyecek biçimde yerleşikler tarafından dolduruluyor. Ankara ve işbirlikçileri ise Ada’nın kuzeyinde yaratılmış  kalabalığın toplamını, Dünya kamuoyuna, Kıbrıs Türk Toplumu olarak Kabul ettirme gayreti içine girmişlerdir.

Bu yolla Ankara, Kıbrıs’ın kuzeyini, Kıbrıslı Rumlardan sonra şimdi de Kıbrıslı Türklerden arınmış, tam bir koloni coğrafyasına dönüştürüyor. Kıbrıs’ın kuzeyine yığdığı kendi nüfus varlığından aldığı güçle, Kıbrıslı Türklere sorma gereği bile duymadan, Kıbrıs Türk Toplumu için, Kıbrıs için, bölge için yeni tehditler içeren maceralardan söz eder olmuştur.

Bu durum bizler için Kabul edilir olmadığı gibi, AB için de, BM için de Kabul edilir, ya da hafife alınir olmamalıdır. Kıbrıs Türk Toplumu’nun inanç dünyasına kadar, Ankara’nın kaba müdahalesi ile karşı karşıya bırakılması ve sonra da yüzbinlerce

taşıma nüfus gözlerden saklanmaya çalışılarak, yapılanların yerli toplumun  talebiymiş gibi sunulması Kabul edilemezdir. Ankara’nın yerli işbirlikçileri ile oynadığı bu çirkin oyun artık anlaşılmalıdır. Yapılan, Kıbrıs Türk Toplumu’nun kimlik detayları kullanılarak Ada üzerindeki geleceğinin çalınması, yok edilmeye çalışılmasıdır.

Kıbrıs Türk Toplumu’nun varoluşu ve geleceğinin Birleşik Federal Kıbrıs’ta olduğunu çok iyi bildiğimiz gibi, Federal Kıbrıs’ın oluşup sürdürülebilmesi için de Kıbrıs Türk Toplumu’nun varlığının önemli ve şart olduğunun bilincindeyiz.

Ankara kısacası, Kıbrıs Türk Toplumu’na, Marmara’nın İmroz Adası Rumlarına yaptığını yapıyor…Yok ediyor. Bakınız Türkiye’de yayınlanmış bir raporda, İmroz Adası ile ilgili ne bulgular yer alıyor. Kıbrıs’ta yapılmakta olanlarla benzerliği sizleri hayretler içinde bırakacaktır;

“Türkleştirmeye dayalı nüfus ve iskân politikaları daha ziyade İmroz ‘u hedef almış, devlet 1946’dan itibaren bu adanın nüfusunun Türkleştirilmesi için büyük gayret sarf etmiştir. Karadeniz Bölgesi’nden getirilen yaklaşık on hane, adaya devletçe yerleştirilen ilk Müslüman grup olmuştur. 1973’te Trabzon’dan, 1984’te Muğla, Isparta ve Burdur’dan, 2000’de ise Çanakkale ve Biga’dan köyler bütün olarak İmroz’a yerleştirilmiş, ayrıca adaya gönüllü yerleşimci çekmek amacıyla tarımda ayni yardım ve özel kredi olanakları gibi teşvikler sağlanmıştır.

İskân ve nüfus politikaları kısa sürede meyve vermiş, Gayrimüslimlerin ada nüfusuna oranında büyük bir düşüş meydana gelmiştir. 1950 senesinde adada 6,125 Rum’a karşılık 200 Türk yaşarken, 1970’de bu oran 2,576 Rum’a karşı 4,029 olmuş, 1985’te denge 472’ye 7,138 iken, nihayet 2000 senesinde 300 Rum’a karşılık 7,200 Türk olmuştur.

Görüldüğü üzere, düşen sadece Rumların Türklere, daha doğrusu Gayrimüslimlerin Müslümanlara oranı değil, aynı zamanda adada yaşayan Rumların sayısıdır da. Bu düşüşte, özellikle 1960 askeri darbesinden sonra izlenen ve 1974’te Kıbrıs’a yapılan harekât ile büyük bir ivme kazanan Rumlara dönük hak ihlalleri, baskı politikaları ve ayrımcılık da etkili olmuştur. 1964’te Rumlara ait en verimli topraklar kamulaştırılarak üzerlerinde bir askeri üs ile havaalanı inşa edilmiş; çevrenin korunması gerekçe gösterilerek balıkçılık, kamu sağlığı gerekçe gösterilerek ise et ihracı yasaklanmış; böylece tarım, hayvancılık ve balıkçılık ile geçinen ada halkı göç etmek zorunda bırakılmıştır.

1965’te adada açık bir cezaevi kurularak cinayet, hırsızlık ve tecavüz gibi adli suçlardan hükümlü kişilerin adada serbestçe dolaşmaları sağlanmış, ada halkı bu kişilerin işledikleri suçlar karşısında korumasız bırakılmış, kendilerini güvende hissetmeyen birçok adalı Rum göç etmek zorunda bırakılmıştır.

29 Temmuz 1970 tarihli bir kararname ile adanın ismi “Gökçeada” olarak değiştirilmiş, adadaki Rumca köy ve yer isimleri de Türkçeleştirilmiştir. Yunanistan’ın Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği askeri darbeye yanıt olarak Türkiye’nin adaya çıkarma yaptığı 1974 senesi ise, İmroz ‘daki Rum nüfus açısından bir dönüm noktası olmuş, hükümetin adada aldığı ‘güvenlik tedbirleri’ ile adalı Rumlara yönelik saldırılar sonucunda Rumların büyük çoğunluğu adayı terk etmiştir.

Bütün bu baskıcı ve ayrımcı politikaların sonucu olarak, İmroz ‘da Rum nüfus neredeyse yok olmuştur. Adadaki açık hava cezaevi 1991’de kapatıldıysa da, bu tarihte Rumların büyük çoğunluğu adayı terk etmiş bulunuyordu.

1993’te İmroz ‘a gitmek isteyenlerden istenen özel vize uygulamasına son verilmiş, adada turizmin gelişmesi için kamu kaynakları tahsis edilmeye başlanmıştır.” (Bir Yabancılaştırma Hikayesi Türkiyede Gayrımüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu Raporundan)

Sayın Avrupa Parlamentosu Üyeleri;

1992 yılında, Spanyol parlamenter Alfons Cuco’nun Kıbrıs’taki demografik yapı ile ilgili raporunda yer alan şu bilgi çok önemlidir, ve belki de tek başına, durumun Kıbrıs Türk Toplumu’nun, Kıbrıs’ın geleceği açısından vehametini sizlere anlatabilir. 1974 ve 1990 yılları arasında nüfus, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kontrolundaki bölgede sadece 13.70% artarken, T.C devleti’nin kolonileştirmekte olduğu Ada’nın kuzeyinde, bu sürede nufus artışı 48.35% olmuştur. Böyle birşey normal koşullar altında olabilir mi? Elbette ki hayır.

Değerli Parlamento Üyeleri, AB Yetkilileri;

AB sınırları içinde, kendi yurdumuzda, göz göre göre tüketilişimize seyirci kalmayınız. Bu insan hakkı ihlalini, bu savaş suçunu görmemezlikten gelmeyiniz.

Sizlerden talebimiz, daha fazla geç kalmadan, 1992 tarihli Cuco ve 2003 tarihli Jaakko Laakso Kıbrıs demografik raporlarının Avrupa Parlamentosunda yeniden gündeme getirilmesi ve AB içinde yer alan bir coğrafyaya ait bir toplumun yok edilmesinin önüne geçilmesi yönünde adımlar atılmasıdır.

Kıbrıs Türk Demokrasi Derneği, tüm dost örgütler ve kurumlarla birlikte bu yönde çalışmaya ve katkı koymaya hazırdır.

Kıbrıs’ta, Kıbrıs’lı Türklere uygulanan, bir tür etnik temizlik halini alan bu sorunun, her ilgili uluslararasi platforma taşınması yönünde uğraşlarımızı ve talebimizi sürdürmeye devam edeceğiz.

PEO, KTÖS ve BKP konuşmaları elimize henüz ulaşmadı

[1] http://assembly.coe.int/Main.asp?link=/Documents/WorkingDocs/Doc92/EDOC6589.htm

 

YKP 2010’da da nüfus konusunu AP gündemine taşımıştı


Daha önce 13 Ekim 2010’da gene Brüksel’de Avrupa Parlamentosunda Sosyalist Grubun organize ettiği ‘Kıbrıs sorunu ve Avrupa Perspektifi’ başlıklı toplantıda nüfus konusu YKP tarafından gündeme taşınmıştı. Toplantıda YKP Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı ve EDEK Başkanı Yiannakis Omirou, konuşmacı olarak katılmıştı. EDEK üyesi Avrupa Parlamenteri Kyriakos Mavronikolas’ın girişimiyle düzenlenen toplantının açılış konuşmasını o dönemdeki Sosyalist Grup Başkanı olan bugünkü Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz yapmıştı…

YKP Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı konuşmasında ana olarak Kıbrıs’ın kuzeyindeki nüfus yapısı ve YKP’nin önerileri üzerinde durmuştu.

Kanatlı’nın 2010’daki konuşması

Kanatlı konuşmasında Kıbrıs’ın kuzeyinde demografik yapının değiştirilmesinin bir mühendislik süreci olduğunu belirterek başladı. Kanatlı, bunun fetih ve Türkleştirme politikalarını tamamlamak için Türkiye’nin derin ve sivil yönetimlerinin giriştiği politik bir hareket olduğunu belirtti.

Kanatlı işgal edilen bölgeye nüfus taşınmasının bir savaş suçu olduğunu belirterek, 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Konvansiyonundaki ilgili maddeyi okudu.

Hatırlanacağı gibi 12 Ağustos 1949’da kabul edilen Cenevre Konvansiyonuna göre: “Korunmuş kimselerin işgalci güç tarafından işgal edilmiş bölgeden başka bir bölgeye, işgal edilmiş ülkeden başka bir ülkeye bireysel veya kitle halinde zoraki taşınmaları, kovulmaları, her hal ve karda ve şartta, hangi durumda olursa olsun yasaklanmıştır.(…)  İşgalci güç işgal etmiş olduğu bölgeye kendi sivil nüfusunu taşıyamaz” (4. Protokol, Madde. 49) denmektedir.

Kanatlı konuşmasında 74 sonrası kuzeyde yasadışı ayrılıkçı bir yapı kurulduğunu, Türkiye’den nüfus transferi yapılmaya devam ettiğini ve getirilen bu nüfusa yıllardan beri “vatandaşlık” dağıtıldığını da hatırlattı.

Kanatlı, kuzeyde tahmini olarak aktif nüfusun 500 olduğunu düşündüklerini ve son yıllarda yeniden ciddi bir vatandaşlık verilmesi sorunu ile karşı karşıya kaldığını söyledi…

Kanatlı nüfusla ilgili tahmin yapmak zorunda kaldıklarını bu anomalinin yalnızca kendileri tarafından değil diğer yetkililer tarafından da dile getirildiği vurgulayarak İrsen Küçük ve Cemil Çiçek’in açıklamalarını bu konuya örnek olarak okudu…

Hatırlanacağı gibi İrsen Küçük kendine nüfus sorulması üzerine ülkenin kalabalık olduğunu söylemişti, Çiçek de nüfus tartışmalarına taraf olmuş ve planlama yapmak için nüfusun tam olarak bilinmesi gerektiğini açıklamıştı…

Kanatlı, resmi rakamlara güvenilemeyeceğini ancak sorunun genel hatları görmek için bazı rakamları bakılabileceğini söyledi. Kanatlı, “herşeyden önce” 1974’te Kıbrıslı Türklerin nüfusunun 118 bin olduğunu ve yine giriş rakamlarına dayanarak 50 bin civarında Kıbrıslı Türkün 1974’ten bugüne çıkış yaptığını ama dönüş yapmadığını hatırlatarak örneklere girdi…

Yine resmi rakamlara dayanarak 1974’ten bugüne 166 bin Türkiye vatandaşının giriş yaptığını ama dönüş yapmadığını belirtti… Kanatlı, bu rakamlara doğum ve ölüm rakamlarının eklenmediğini, kalan nüfusu anlayabilmek için 33 bin civarında üniversite öğrencisinin de çıkarılması gerektiğini söyledi…

Kanatlı, muhaceret işlemlerinin ve muhaceret polisinin Kıbrıslı Türklerin kontrolünde olmadığını bu nedenle bu rakamların ne kadar güvenli olduğunun da bu nedenle bilinmediğini ancak bu rakamlara bile bakarak bile nüfusun katladığının görülebileceğini söyledi.

Kanatlı ayrıca özellikle 2004’ten sonra yasa ve tüzüklerin değiştirilerek gelenler geri dönmemesi koşullarının oluşturulduğunu, çalışma izni veya sürekli oturma izni alanların hiçbir ciddi engelle karşılaşmadan tüm ailesini getirebildiğini bu şekilde de kuzeydeki nüfusun içinden çıkılamaz hale geldiğini anlattı… Kanatlı gelenlerin geri dönmemesi için özellikle TC Elçiliğinin çaba sarf ettiği de vurguladı. Kanatlı, Hataylılar, Reyhanlılar, Adanalılar, Konyalılar dernekleri gibi hemşeri derneklerinin de bu çerçevede TC Elçiliği tarafından desteklenerek gelenlerle ilgilendiği, sorunlarının çözüldüğü, bu şekilde de gelenler kalmaya teşvik edildiklerini anlattı.

Gelenlerin geri dönmemesi sonucu bazı sonuçların çeşitli çevrelerce hissedilmeye başlandığını söyleyerek bunlara bazı örnekler vermek istediğini belirtti.

Kanatlı bu çerçevede, 2004’te 60’ı Kıbrıslı 110 imam bulunduğunu, 2008 yılına gelindiğinde ise faaliyette olsun olmasın 160 camiye bir imam ve bir de müezzin atanarak bu sayının 320 çıkarıldığının örneğini de verdi. Kanatlı, ayrıca TC ile Kıbrıs’ın kuzeyinde yapılan protokolde de 15 milyon euro gibi bir paranın yeni cami yapımı veya cami tamiratı için ayrıldığını da söyledi.

Kanatlı nüfus yapısının görülebilmesi için KTÖS’ün Haziran 2008’de yaptığı araştırmanın da verilerini hatırlattı.

Kanatlı ayrıca Tabipler Birliği’nin ve Tıp-İş’in 8 Eylül’de yaptıkları 2000’li yıllarda 100 bin kişiye, 2008’in sonlarına doğru ise 700 bin kişiye hizmet vermek zorunda olunduğunu açıklamasını da dinleyicilere aktadır.

Kanatlı konuşmasına resmi rakamların güvenirliği sorgulamak istediğini söyleyerek 2006 nüfus sayımı ile başladı… Kanatlı, bu noktada Muharrem Faiz’in Cyprus Review Dergisinde yayınlanan yazısında alıntı yaptı. Bu alıntıda 78’deki başarısız tarım sayımı hariç 74 -96 arasında hiçbir sayım yapılmadığı belirtilmekteydi. Ayrıca 22 yıllık DPÖ verilerinin projeksiyon olduğu ama herhangi bir trende bağlı kalmaksızın yükseltildiği ve tüm verilerin hatalı olduğu anlatılmaktaydı. Örneğin de facto nüfus 1996 sayımı hemen öncesi 178,023 olarak verilmiş ama sayımından sonra 201,008 olarak açıklanmıştı. Ayni şekilde de facto nüfus 215,436 olarak 2006 sayımı öncesi açıklanmış ama sayım sonucun 265,100 olduğu açıklanmıştı. Makalede ayrıca istatistiğin amacı ve de jure ve de facto terimlerinin tarifi ve uygulanmasında da ciddi eksikliklerin olduğu vurgulanmıştı.

Kanatlı DPÖ’nün de verileri verdiği bir tablo ile sorguladı. Kanatlı DPÖ’nün 2004 ve 2008 yılındaki nüfusa ilişkin cinsiyet ve yaşlara bölünmüş tabloyu karşılaştırdı. Kanatlı yaş aralıklarının 4 yıl ara ile gittiğini belirterek 2004’teki bir yaş kuşağı içinde olan birinin 4 yıl sonra yani 2008’de bir üst yaş kuşağına çıktığını anlatarak 2004’teki blokları bir yukarı kaydırarak oluşturulan tabloyu katılımcılarla paylaştı.

Kanatlı, 2004 yılında 15-19 kuşağında olan birinin 2008’de aşağı yukarı benzer bir sayıda 20-24 kuşağına geçmesi gerektiğini söyledi. Kanatlı bu sayının yüzde 163 artığını, 25-29 kuşağının yüzde 64, 15-19 kuşağının ise 4 yıl içinde yüzde 85 olduğunu 75 yaş üstünün ise yüzde 31 azaldığını belirterek sayılar arasındaki mantıksızlığa dikkat çekti. Kanatlı, DPÖ’nün projeksiyonlarla nüfusu tahmin ettiğini ama yaş kuşakları arasındaki büyük oynamaların bir amaç için yapıldığı, bu nedenle sayılarla oynandığını söyledi. Kanatlı, öğrencilerden ve diğer alanlardan dolayı bazı yaş kuşaklarındaki sayının saklanmasının kolay olmadığını ama genel nüfusun ayarlanması için rakamlarla oynanma ihtimalinin olduğunu söyledi.

Kanatlı tüm bu nedenlerle resmi rakamların güvenilmez olduğunu belirtti.

Kanatlı herşeye rağmen bazı şeylerin izlerini sürebilmek için bazı rakamlara bakmanın iyi olacağını söyleyerek örnekler vermeyi sürdürdü. Kanatlı adaya turistlerin daha çok uçakla geldiğini söyleyerek 2000’ler başındaki adaya gelen Türkiye vatandaşının yüzde 40’nın deniz yolu ile gelmesinin bu nedenle ilginç bir veri olduğunu söyledi. Kanatlı ayrıca 2006-2009 adasında adaya gelenlerin her yıl 300 binin üzerinde bir rakamın otellerde kalmadığının da diğer bir ilginç veri olduğunu söyledi.

Turizm yıllığındaki “Turistik konaklama tesislerinde konaklayan kişi sayısı, geceleme ve doluluk oranının ikamet ettikleri ülkelere ve yıllara göre dağılımı.(2006-2009)” ile “KKTC’ne hava ve deniz limanlarından gelen yolcuların TC, Yabancı ve KKTC bazında aylara göre dağılımı (2006-2009)” yıllıkları karşılaştıran Kanatlı 2006’da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan 572.633 kişinin adaya girdiğini 225.052 kişisinin konakladığını farkın ise 347.581 olduğu, sırası ile 2007’de 634.580 giriş, 265.273 konaklama farkın ise 369.307; 2008’de 650.405 giriş, 317.509 konaklama farkın ise 332.896 ve 200’da 638.700 giriş, 304.942 konaklama farkın ise 333.758 olduğunu söyleyerek bu rakamların bazı şeyleri anlattığı söyledi.

Kanatlı öneri olarak ise Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPA) tarafından da kabul edilen Cuco raporundaki tavsiyelerin bugün de geçerliği olduğunu söyleyerek Avrupa Parlamentosunun sorumluluk alarak bu rapordaki tavsiyelerin hayata geçirmesi için çalışma yapılmasını önerdi. Kanatlı ayrıca Kıbrıs’taki demografik yapı ile ilgili yeni bir raporun da hazırlanması gerektiğini söyleyerek bu konuda da Avrupa Parlamentosu’nun sorumluluk alması gerektiğini söyledi.

Hatırlanacağı gibi Cuco raporunda (27 April 1992 Doc. 6589 1403- 23/4/92- 4- E / Rapporteur Mr CUCÓ)

Adadaki otoritelere işbirliği ile uluslararası gözlemciler nezdinde nüfus sayımı yapılmasını, adaya giriş çıkışların etkin denetim altına alınmasını ve Kıbrıslı Türklerin idaresini demografik yapıyı değiştirecek sonuçlardan kaçınmasını tavsiye etmekteydi…

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin