Yakın zamana kadar çoğu Avrupa ülkesi, seçmenlerin büyük bir kısmına hitap eden iki ana parti tarafından domine edilmekteydi: Bir merkez-sağ partisi (Hıristiyan Demokrat, Liberal Muhafazakar, Halkın Partisi vs.), bir merkez-sol partisi (Sosyalist Parti, Sosyal Demokrat Parti vs.). Komünistler veya Yeşiller gibi partiler de daha ufak seçmen gruplarına hitap etmekteydi.
Batı ve doğudaki son seçim sonuçları ise artmakta olan bir kutuplaşmaya işaret ediyor. Artık bir yanda merkezde duran ve küresel kapitalizmi savunan, genellikle liberal kültürel programa sahip olan (mesela kürtaja, eşcinsel haklarına, dini ve etnik azınlıklara karşı çıkmayan) partiler var.
Diğer yanda ise, açıkça ırkçı olan neo-faşist grupların desteklediği ve gittikçe güçlenen göçmen karşıtı popülist partiler var. Bunun en iyi örneği, komünistlerin gitmesinden sonra ana partilerin Başbakan Donal Tusk’un ideoloji-karşıtı liberal merkez partisi ve Kaczynski kardeşlerin Hıristiyan Hukuk ve Adalet Partisi’nin olduğu Polonya.
Benzer eğilimler Norveç, Hollanda, İsveç ve Macaristan gibi ülkelerde de bariz bir şekilde mevcut. Peki bu noktaya nasıl geldik?
ARTIK KRİZ BİR HAYAT TARZI
Refah devletinin on yıllar boyunca verdiği umudun ardından, finansal kesintiler ‘geçici’ olarak ilan edildikten ve her şeyin yakında normale döneceği sözü verildikten sonra, krizin – veya sürekli olarak kemer sıkma politikalarına ihtiyaç duyan (sağlık ve eğitim sistemlerini kısan, maaşları azaltan ve iş imkanlarını daha geçici yapan) ekonomik olağanüstü halin kalıcı olduğu yeni bir çağa giriyoruz. Artık kriz bir hayat tarzı.
Komünist rejimlerin 1990’larda dağılmasından sonra, devlet gücünün kullanımının baskın formunun, depolitize olmuş uzman yönetimi ve çıkar uyumu olduğu bir döneme girdik.
Bu tarz bir siyasete, insanları mobilize etmek için tutku eklemenin tek yolu korkudur: Göçmen korkusu, suç korkusu, allahsız cinsel sapkınlık korkusu, devletin güçlenmesi ve büyümesi korkusu (devletin daha fazla vergi alıp daha fazla kontrol sahibi olması), çevresel felaket korkusu ve taciz korkusu (siyaseten doğruluk da korku siyasetinin liberal formunun bir örneğidir).
Bu tarz bir siyaset, kitleleri paranoyaklaştıracak manipülasyonlara muhtaçtır -korkmuş kadın ve erkeklerin korkutucu gösterileri. Bu yüzden yeni binyılın ilk on yılının büyük olayı, göçmen karşıtı siyasetin ana akıma dönüşmesi ve göçmen karşıtlığını aşırı sağ partilere bağlayan göbek bağının kesilmesinden sonra meydana gelmişti.
AVRUPA’DA YA SEV YA TERK ET HİSTERİSİ
Fransa’dan Almanya’ya, Avusturya’dan Hollanda’ya kadar, bireylerin kültürlerine ve tarihlerine dair yeni gurur hissiyatıyla ana partilerin, göçmenlerin ev sahibi toplumu tanımlayan kültürel değerlere göre hareket etmesi gereken misafirler olduğunu söyleyen “burası bizim ülkemiz, ya sev ya terk et” söylemi kabul görmeye başladı.
İlerici liberaller, doğal olarak, böylesine popülist bir ırkçılık karşısında dehşete kapıldılar. Ancak yakından bakıldığında, bu liberallerin çokkültürlülüğe toleransı ve farklılıklara saygısının, göçmen karşıtlarıyla ne kadar çok ortak noktası olduğu anlaşılıyor. “Onlara karşı saygım var” diyor liberaller, “ama benim kişisel alanıma da çok müdahale etmesinler. Bunu yaptıkları an, beni taciz etmiş olurlar. Pozitif ayrımcılığı tamamen destekliyorum, ama göçmenlerin çaldığı yüksek sesli rap müziğini dinlemeye hazır değilim.”
“Öteki”lerle araya belli bir mesafe koyabilme hakkı olarak tanımlanan “taciz edilmeme hakkı”, ileri kapitalist toplumlarda artan bir şekilde bir insan hakkı şeklinde ortaya çıkıyor: Ölümcül planlara sahip bir terörist Guantanamo’da, hukukun üstünlüğünün olmadığı bir boşlukta tutulmalı, kökten dinci bir ideolog da nefret yaydığı gerekçesiyle susturulmalı. Bu tarz insanlar benim huzurumu bozan zehirli nesnelerdir.
Günümüz pazarında “zararlı” olarak tanımlanan özelliklerinden arındırılmış bir çok ürün bulabiliyoruz: Kafein içermeyen kahve, yağ içermeyen krema, alkol içermeyen bira. Ve bu liste devam ediyor: Sanal seks için seks içermeyen seks diyebilir miyiz? Colin Powell doktrinine uygun bir şekilde kayıp içermeyen –tabi ki yalnızca bizim tarafımız için- savaş için de savaş içermeyen savaş diyebilir miyiz?
Günümüzde siyasetin “uzman yönetimi sanatı” olarak yeniden tanımlanmasıyla siyaset için, siyaset içermeyen siyaset diyemez miyiz? Bu, bizi günümüzün “hoşgörülü” çokkültürlülüğüne kadar getiriyor: Öteliğinden arındırılmış öteki -kafeinsiz öteki.
‘MAKUL ORANDA’ IRKÇILIK
Bu tarafsızlaştırma, etkisizleştirme ve nötrleştirme mekanizması en iyi haliyle, kendisini “ılımlı” anti-semitist olarak tanımlayan ve makul anti-semitizmin tarifini yapan Fransız faşist entelektüel Robert Brasillach tarafından 1938’de formüle edilmiştir:
“Kendimize bir yarı-Yahudi olan Charlie Chaplin’i alkışlama, bir yarı-Yahudi olan Proust’a hayran olma, ve bir Yahudi olan Yehudi Menuhin’i alkışlama izni veriyoruz… Kimseyi öldürmek veya bir pogrom (örgütlü bir şekilde yapılan Yahudi katliamı) düzenlemek istemiyoruz. Ancak aynı zamanda, içgüdüsel anti-semitizmin tahmin edilemez eylemlerini durdurmanın en iyi yolunun makul, ılımlı bir anti-semitizm örgütlemekten geçtiğini düşünüyoruz.”
Bu tavrın aynısı, “göçmen tehdidi” ile mücadele eden hükümetlerimizde de yok mu? Doğrudan popülist ırkçılığı demokratik standartlarımıza göre mantıksız ve kabul edilemez olarak adlandırdıktan sonra, “makul bir oranda” ırkçı olan korumacı yasalara onay veriyorlar.
Bazıları sosyal demokratların içinden çıkan günümüzün Barsillachs’ları bize: “Kendimize Afrikalı ve Doğu Avrupalı sporcuları, Asyalı doktorları, Hindistanlı yazılımcıları alkışlamak için izin veriyoruz. Kimseyi öldürmek veya pogrom düzenlemek istemiyoruz. Ancak aynı zamanda, vahşi göçmen karşıtı hareketin tahmin edilemez eylemlerini durdurmanın en iyi yolunun makul, ılımlı bir göçmen karşıtlığı örgütlemekten geçtiğini düşünüyoruz.”
Bir bireyin komşusunu zehrinden arındırması vizyonu, doğrudan barbarlıktan insancıl görünen bir barbarlığa geçişe işaret ediyor. Hıristiyanların komşusuna sevgi göstermesinden, pagan dönemde barbar “öteki”lere karşı kendi kavmimize kıyak geçmemize geri döndüğümüzü gösteriyor.
Kendisini Hıristiyan değerleri korumak adı altında gizlese bile, kendi varlığı Hıristiyan tarihine yönelik en büyük tehdittir.
* abc.net.au’dan çeviren: Onur Erem