kızıl yeşilNe günah ne hastalık ne de suç! - Yıldırım Türker / Radikal
yazarın tüm yazıları:

Ne günah ne hastalık ne de suç! – Yıldırım Türker / Radikal

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Geçen yıl binlerce kişinin katılımıyla ilk olarak gerçekleştirilen LGBT bireylerinin özgürlüğü için dayanışma yürüyüşünün (gay pride) ardından dün de binlerce kişi sokaklardaydı.

Bu arada geçen hafta Uluslararası Af Örgütü, ‘Ne bir hastalık ne de bir suç—Türkiye’de Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Trans Bireyler Eşitlik İstiyor’ başlıklı kapsamlı raporunu yayımladı.

Raporda, hükümetin kimi hak alanlarında açılımlara imza atmasına karşın Türkiye’de son yıllarda iyice güçlenen LGBT özgürlük hareketi ve genelde LGBT bireylerine yönelik düşmanca tavrının altı çiziliyor.

Kadın ve Aileden sorumlu Bakan Aliye Kavaf’ın şanlı ‘tedavi gerektiren hastalık’ tanımı üstüne yükselen protestolara kulak asmayıp özür dilememişliğinden dem vuruluyor. Bu arada hükümetin bol yumurtalı unsuru Burhan Kuzu’dan da müthiş bir alıntı var: “Anayasa çalışmaları sırasında eşcinsellerin de talepleri oldu. Halen de geliyor. İstiyorlar diye verecek miyiz? Şu anki koşullarda mümkün değil, kamuoyu buna hazır değil.”

AKP hükümeti lütfedilecek haklar olarak görüyor eşcinsellerin eşit haklara sahip olma talebini.

En büyük rahatlıkla nefret suçlarının işlenebildiği ve işleyenin yanına kar kaldığı alan, eşcinsellere yönelik haklar zeminidir. Bakanın teşhisi üstüne kimi kendine demokratların, ‘hastalık değil, günah’ fetvasında bulunmasını her yıl onlarca LGBT bireyinin nefret cinayetlerine uğradığı bir ülkede ‘fikir ve inanç özgürlüğü’ olarak adlandırabilmesi de henüz yolun çok başında olduğumuzu gösteriyor.

LGBT bireylerinin örgütlü özgürlük mücadelesi yine de epeyi yol kat etti. Karşılaştıkları saldırılar, nefret ve düşmanlık nitelik değiştirmemiş olsa da eşcinsellerin toplumsal görünürlük konusunda geldikleri nokta meydanlardan okunabilir.

Ben de 1995 yılında, “II. AIDS’le Savaşım Kongresi’nde yapmış olduğum ve o yıl, itirazı olan herkesin çok şey borçlu olduğu Expres dergisinde başlattığımız GL sayfasında yayımlanan konuşma metnini, bunca yıl sonra, belki alınan yol hakkında bir fikir verir düşüncesiyle, paylaşmak istiyorum. Konuşmanın adı şuydu:

Aşk ve korunma

Bu konuda söz aldığım anda beni en çok kim olarak nereden konuşacağım ve kime konuşacağım ilgilendiriyor. Nerede durduğum, durduğum yerden yüzümün nereye baktığı söylediklerimi belirleyecek çünkü. ‘Ben bir gey’im, diye başlayabilirim. Bu, ilk adım. Ama söze başlamak için yeterli bir konumlanma mı? Bir kere geyler adına konuşamam. Bir gey örgütlenmenin henüz ilk adımları atılıyor. Ardımda ortak üretilmiş, birlikte sınadığımız kelimeler yok. Kendi adıma konuşabilirim ancak.

Devletim ‘Tek Çözüm Tek Eşlilik’ kampanyasıyla beni koruyacağına bana bir hayat tarzı salık veriyor. Devletimin Diyanet işleri eşcinsellikten vazgeçmediğim takdirde, ülkemin Lut kavmi gibi yerle bir edileceğini söylüyor. Siyasi hayatım Milli Güvenlik Konseyi’nin emrettiği şekilde meşru zemine oturtulacak. Cinsel hayatım Allah’ın emrettiği şekilde meşru zemine oturtulacak.

Devletin, medyanın ve tıbbın bana en fazlasından sunabildiği, bir polis şefkati. Çünkü ben meşru bir zemine oturtulması gereken, oturtulacak olanım. Güvenecek kimim var? 60 milyonluk bir ülkede geniş bir görünmezlik yelpazesi altında birlikte, biz bize durduğumuz geylere konuşabilirim ancak. Yüzüm onlara dönük.Hayatımızı, varoluşumuzu kabul etmeyen, bizleri görmezden gelen heteroseksüel dünyanın bize yönelik bir sözü olabilir mi? Çok sıkıştırdığımız takdirde evet. Sessiz ve sedasız ölüm. Oysa benim geylere önerecek bir dünyam var. Örgütlenme ve politik mücadele. İşte tam da bu noktada onlara korunmadan söz açabiliyorum.

AIDS yıllar boyunca patenti bize, geylere çıkarılmış bir hastalık. Geyler hakkında tarih boyunca milyonlarca mitolojik öykü uyduruldu. Bu da son mitolojiydi. Geyler hakkında üretilmiş olup tarihin belki de en çabuk çürüttüğü mitoloji. Düşünsenize, geyliğin sistemin getirdiği bir yozlaşma olduğuna hâlâ inanan milyonlar var. ‘AIDS’ ten nasıl korunmamız gerektiğini hepimiz üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Asıl sorulası ve bir an evvel yanıtlanası soru “AIDS” ten niçin korunmamız gerektiği, İngilizcenin tahmin edebileceğimizden de daha yakın bir tarihe kadar geyliği ‘adını söylemeye cüret edemeyen aşk’ diye adlandırmasındaki zarafet belki de anlatmak istediklerim konusunda oldukça ışık tutucu. Aşkımızı adlandırmadan, korunmaktan bahsedemeyiz.

Gey aşk, yüz yıllardır bir meydan okuma, bir cüret gösterisi. Dolaplara, yatak altlarına, yeraltına itilen gey aşkı yaşanılabilir, mutluluğun mümkün olduğu bir hayat biçimi olarak yeniden tanımlayabilmek için kendi meşruiyetimizi öncelikle kendimize kanıtlamamız gerekiyor. Aşkımız toplumsal cüret hanesine yazıldıkça hangi terimlerle hangi korunmadan bahsedebileceğimize karar vermeliyiz. Bıçak sırtında yaşarken ölümden korunmanın gerekliliğini birbirimize nasıl anlatabileceğiz? Gencecik çocuklar gey oldukları için intihara sürüklenirken, yalan hayatımızın mayasıyken önce kendimizi sonra seviştiklerimizi koruma bilincini nasıl edineceğiz?

Aşk ve korunma, hayatımızda yan yana gelmesi en güç kelimeler değil mi? Aşkımızı göze aldığımızda, aşkımıza cüret ettiğimizde toplumsal erkten ve statükodan soyunmuyor muyuz? Hele hele aşkımızı dile getirdiğimizde, saklanmayı reddettiğimizde çoğunluk korunacak bir hayatımız kalmamış olduğunu görmüyor muyuz? Yalnızlığın ölümden daha soğuk olduğunu hepimiz biliriz.

İşte bu noktada AIDS’ ten korunma bilincine çalışabiliriz. Prezervatiflere, güvenli sekse varana dek tartmamız gereken çok şey var. Aşkımızı bizi dünyanın dışına kilitleyen bir suç gibi yaşadığımız sürece ne zaman geleceği belli olmayan bir ölümden korunmak için önlemler almak belki de savunma biçimi olarak geliştirdiğimiz yeraltı yiğitliğine sığmayacak. Aşktan gözümüz döndüğünde prezervatifleri çıkarıp atıvereceğiz. Oysa korunmak, bizim zannedegeldiğimiz gibi aşka karşı bir şey değil. Aşkımızı evcilleştiren, küçük düşüren bir şey değil. Birbirimize aşkımızı, tutkumuzu göstermek için ölümü göze almamız gerekmiyor. Bu noktada kahramanlığın tanımını doğru yapmalıyız. Tarihin şu kesiti maalesef bize fazla seçim hakkı tanımıyor. Ya kahraman olacaksınız ya da sessizce ölüp gideceksiniz, diyor. Bu noktada kahramanlık intihar değildir. Kahramanlık bir araya gelip, kendi adımızı kendimiz koyup kendi tarihimizi kendimiz yazmaktır. Yalnız olmadığımızı anladığımız anda korunmaya değer bir hayatımız olduğunu fark edeceğiz. Kimsenin hoşgörüsüne sığınmadan, örneğin şurada kendimiz gibi, kendimiz olarak bulunduğumuz ve sesimizi sadece duyurabildiğimiz değil, dolaşıma katabildiğimiz anda korunmaya başladık demektir.

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin