Hayat duruyor… Bir anlığına kalbim duruyor ve çevremdeki dünya sanki sarsılıyor – sanki bana yeryüzünde en değerli ve en anlamlı şeyin hayat olduğunu göstermek istiyor… Egemen çevrelerin tüm çarpık oyunları, tüm düşmanlıklar ya da kıskançlıklar ve küçük insancıkların küçücük oyuncukları, tüm kaygılar ve tartışmalar bir anda tümüyle önemsizleşip buharlaşıyor çünkü arkadaşım Can’ın ölüm haberini alıyorum, sonsuza dek yeryüzünden, bizlerden ayrılıp gitmiş… Şimdi ne yaparsam yapayım, asla ona ulaşamayacağım. Hepsi bu…
Ermeni bir Kıbrıslı olarak Puzant Nacaryan – biz ona “Can” diyorduk ya da “Jean” – Lefkoşa’nın Köşklüçiftlik Mahallesi’nde 15 Ocak 1954’te dünyaya gelmişti, evi Gündüz Tezel Sokağı 18 numaradaydı. Nuritza ve Vahan Nacaryan’ın oğluydu…
Puzant, Arabahmet Mahallesi’ndeki Viktorya Sokağı’na kardeşi Levon’la birlikte yürüyerek gidip geliyor, Viktorya Sokağı’ndaki Ermeni Kilisesi’nin avlusundaki okula gidiyordu… Kardeşi Levon, ondan üç yaş büyüktü. Gündüz Tezel Sokağı, karma bir sokaktı… Can, “Gündüz Tezel Sokağı’nda yaşayanların yüzde 80’i Ermeniler’di, geriye kalanlar Kıbrıslıtürkler’di” diye anlatmıştı bana. Sokağın sonunda bir de Kıbrıslırum fırıncı bulunuyordu.
1963 yılındaki çatışmalar, Kıbrıslıermeni toplumunu da etkileyecekti… Çarpışanlar yalnızca Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar olmayacak, 1920’li yıllarda Anadolu’dan atılan Ermeniler de bu çatışmadan etkilenecekti. Henüz 1920’li yıllarda Anadolu’dan Kıbrıs’a geldikleri zaman tek konuştukları dil Türkçe olduğu için, Türkçe konuşulan mahallelere yerleşmişlerdi. Yetenekli zanaatkarlardı, kuyumculardı, tatlıcılardı, bazıları pek çok dili konuşabiliyordu – kimisi yayıncılıktan geliyordu, kimisi tiyatroculuktan, kimisi müzisyendi… Kıbrıs’taki yaşama katacak çok şeyleri vardı ancak Kıbrıslılar’ın kendisi birbirleriyle kavgaya tutuşmuş oldukları için onları da bir noktada “bir tarafı seçmeye” zorlayacaklardı. Evlerinin kapılarının altından atılan Türkçe tehdit mesajlarında, uyarılıyorlar ve derhal “Türk tarafını terketmeleri” isteniyordu. Yaşamlarından endişe ettikleri için önce Viktorya Sokağı’nda toparlanacaklar, daha sonra da “Rum tarafı”na geçecekler, Melkonyan Enstitüsü’ne gideceklerdi.
Can’ın annesi olan Nuritza Hanım, 1963 yılının Noel günlerinde Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ın çatışmalarını hatırlıyor… İşte tam da o günlerde Kıbrıslırum fırıncı Kurtumbellis’in ailesi bazı Kıbrıslıtürk mücahitler tarafından öldürülmüştü…
Nuritza Hanım, “Silah seslerini duyup korkmuştum” diye anlatmıştı bana… “Hemen sonrasında teyzemin yaşadığı Viktorya Sokağı’na gitmiştik. Oradan kızımı almıştım ve Ermeni Kilisesi’ne gitmiştik. Sonra da kocam ve iki oğlum gelmiş ve hep birlikte Melkonyan’a gitmiştik, orada kalmaya ve çalışmaya” diyordu…
Evleri talan edilecek, dükkanları yağmalanacaktı – Türk tarafından ayrılmaya zorlanacaklardı, dağılan parçalarını toparlayarak Kıbrıslırum toplumunda yeni bir hayat kurmaya çalışmaya gideceklerdi, bir kez daha…
Türk tarafında kalan Ermeniler’e ait zengin kuyumcu dükkanlarının soyulmasına ilişkin bana anlatılan bir öyküyü hatırlıyorum: O günlerde “görevli” olan bir Kıbrıslıtürk, Ermeniler’in kuyumcu dükkanlarından tüm altınları ve mücevheratı toparlayacak, bunları yıllar sonra kendi adına bir kuyumcu dükkanı açmak için kullanacaktı. Ancak 2003 yılında barikatlar açılınca paniğe kapılıp Girne’de yaşamaya gidecek, dükkanını da kapatacaktı. Büyük bir paranoya içerisinde birazcık delirmişti, her önüne gelene “ASALA benim peşimdedir! CIA benim peşimdedir! Kıbrıslrumlar benim peşimdedir!” diyor, gölgesinden korkar halde yaşıyordu… Sonraları yanına aldığı bir genç onu soymaya ve eşini de öldürmeye çalışacaktı… 1963’te topladığı tüm o altınlar sonuçta ona mutuluk getirmeyecek, mücevherler arasında ama sürekli korku ve suçluluk duyguları içerisinde bir yaşam sürdürecekti…
Can’ın ailesi, Lefkoşa’nın “Rum kesimi”ne taşınmıştı. Babası Vahan çok yetenekli bir torno ustasıydı, o nedenle derhal iş buldu – annesi Nuritza ise Melkonyan’a ait hastanede hastalara ve yaşlılara bakacağı bir iş bulmuştu…
Kasım 2007’de yaptığımız ve bu sayfalarda yayımlanan röportajında, Can, şöyle demişti:
“Ancak Kıbrıslırumlar’la yaşamaya başladıktan sonra, dünyada başka lisanların da olduğunu anlamıştım! 1963’te ben dokuz yaşındaydım. O güne kadar evde anneannem Lusia’yla Türkçe konuşurduk, pek Ermenice konuşamazdı. Biz okulda Ermenice öğrenmeye başladıktan sonra o da Ermenice öğrenmeye başlamıştı, angonilerinden! Babamla annemle evde Ermenice konuşurduk… Eğer Kıbrıslırum bakkal Yannis’e gidecek olursak – ki bu okulun yanındaydı – ona “Ena gulliri” demezsek bize bir şey vermeyeceğini biliyorduk. Ona “Ena gulliri” diyorduk. ancak bu tarafa geldikten sonra dünyada başka lisanların da bulunduğunu farketmiştim! Ve okulda İngilizce ile Rumca öğrenmeye başlamıştık…”
Puzant Nacaryan ya da bizim ona seslendiğimiz şekliyle “Can” 1970’li yıllarda Kıbrıs Motosiklet Kulübü’nün de kurucusuydu. Bu kulübe Kıbrıslıtürkler de, Kıbrıslırumlar da üyeydi ve birlikte motokroslara katılırlar, geziler düzenlerlerdi. Motosikletiyle kaç kez Avrupa’yı dolaşmıştı – bir keresinde bir kaza geçirmiş ve artık ayakta fazla duramaz olmuştu. Avrupa’nın “Top 10” barları arasında bulunan “Plato” barının sahibiydi – ayrıca poster ve resim sattığı, resimleri tahta üzerine baskı yaptığı bir mağazası vardı, bu işle uğraşıyordu. Mağazası da, “Plato” adlı barı da, Lefkoşa surlariçinde, “Laiki Yitonya”nın (“Halk Mahallesi”) hemen bitişiğindeydi.
Bir noktada Kıbrıslıermeniler’in “Artsakank” adlı gazetesinin editörlüğünü üstlenmişti. Ermeniler’le ilgili ne zaman bir şey soracak olsam, onu arardım o da bana dürüst yanıtlar verirdi – “Şu adamı ciddiye alma sakın” veya “tamamdır o” gibi düşüncelerini söylerdi. Manuk Mangalciyan’dan söz ettiğim zaman, “O Kıbrıslıermeniler’in ayaklı ansiklopedisidir, herkesi bilir” derdi. Daha sonra arkadaşım Murat Kanatlı aracılığıyla, Can’ın annesi Nuritza Hanım’la tanışıp onunla da röportaj yapacaktım… Nuritza Hanım beni konuştuğu dupduru Türkçesi’yle çok şaşırtacaktı – artık duymadığımız bir Türkçe konuşuyordu, çok eski, Anadolu’dan gelmiş deyimlerle… Oğlu Levon’u bir trafik kazasında kaybetmişti. Kermiya yakınlarında bulunan Ermeni mezarlığına gitmiştik Nuritza Hanım’la, öyküsünü yazdığım bir Ermeni kadının mezarını bulmaya çalışıyorduk. 1963’te öteki Kıbrıslıermeniler gibi “Türk tarafı”nı terketmeyip evinde kalan (şimdiki Dış Basın Birliği binası) Haysmig Mangoyan, burada sessiz sedasız bir hayat sürdürmüştü. Dr. Mangoyan’ın eşiydi ama eşi ölmüştü. Yalnız yaşıyordu. Atatürk’ün eşi Latife’nin yakın arkadaşı olan Haysmig Mangoyan, bir Kıbrıslıtürk tarafından 1970 yılında evinde öldürülmüş, evi de soyulmuştu. Mezarlıkta Haysmig Mangoyan’ın mezarını ararken, Nurtiza Hanım bana oğlu Levon’un mezarını da göstermişti…
Nuritza Hanım şimdi ne yapacak? Telefonu kaldırıp onu aramaktan korkuyorum… Korkuyorum çünkü oğlu Levon’dan sonra bu, kaybettiği ikinci evladı… İkinci bir evladı da kaybetmek onun için çok korkunç olacak… Eşi de hasta, Alzheimer olmuş ve bir bakımevinde yaşıyor. Geride bir tek kızı kaldı…
Bugün (10 Mart, Perşembe) arkadaşım Murat Kanatlı beni arayarak, önce bana herhangi bir yerden kötü bir haber alıp almadığımı, mesela bir ölüm haberi alıp almadığımı soruyor… Korkuyla, “Almadım, ne oldu?” dediğim zaman, “Bir sandalye bul da otur” diyor… Sonra da bana Can’ın ölüm haberini veriyor… Cenazesi 12 Mart Cumartesi yapılacakmış…
Can, Murat’la çok iyi arkadaş olmuştu ve birlikte Lefkoşa’da, bir zamanlar Ermeniler’in yaşadığı Arabahmet Mahallesi’ndeki Viktorya Sokağı’nda etkinlik planlıyorlardı. Can, dün Murat’ı aramış fakat Murat meşgulmüş – o nedenle Cuma gün buluşup Viktorya Sokağı’nda yapacakları etkinlikleri konuşmayı kararlaştırmışlar. Hiç gerçekleşmeyecek bir buluşma ayarlamışlar… Bu yüzden Murat çok üzgün …
Can’ın her zaman hem Kıbrıslırum, hem Kıbrıslıtürk arkadaşları vardı, tüm dünyadan arkadaşları vardı – bana Ermeni müzisyenlerden CD’ler verirdi, ben de ona Ermeni kökenli Türkiyeli gazetecilerin makalelerinin linkler’ini atardım, okusun diye. Annesi Nuritza Hanım için Türkçe kitaplar alır, bunları Can’la ona göndermeye çalışırdım. Hrant Dink öldürüldüğü zaman onun için Arabahmet Kültür Merkezi’nde bir anma töreni düzenlemiştik ve Can da bize yardım etmiş, Hrant Dink’in dev posterini kendi elleriyle hazırlamıştı. Arabahmet Kültür Merkezi, 1963 yılına kadar Ermeniler’in Kültür Merkezi idi. Can, nerede bir “action” varsa, derhal hareket etmeye hazır bir insandı… Yapmaya değer etkinlikler yapmayı severdi…
Cenazesine katılıp mezarına çiçekler koyacağım: O, hayatla dalga geçen, hayatı dolu dolu yaşayan, her zaman dobra konuşan, hiçbir zaman sözcüklerin arkasına gizlenmeyen, oyuncuklara başvurmayan, son derece dürüst bir insandı… Hayatı kucaklayıp kalbinin götürdüğü yere gitti, kalbinin söylediği gibi yaşadı – hiçbir zaman boyun eğmedi, küçük çıkarcıklar için eğilip bükülmedi, görüşü neyse, gerçek neyse, doğrudan bunu söyledi ve herhangi bir çıkarı için “uzlaşma”yı her zaman reddetti. Kendi yağıyla kendi ciğerini kavurdu, kendi hayatını kendisi kurdu…
Kalplerimizde ve ruhlarımızda bir iz bıraktı – huzur içinde yat sevgili Can… Keşke insanlar senin kadar özgün ve cesur olabilseydi…