arşivUlus IrkadKıbrıs'taki 2000'li yılların başlarındaki başkaldırının ekonomik-sosyal ve politik etkileri -3- Ulus Irkad
yazarın tüm yazıları:

Kıbrıs’taki 2000’li yılların başlarındaki başkaldırının ekonomik-sosyal ve politik etkileri -3- Ulus Irkad

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

24 Ocak, 1980 kararlarından sonra Türk Lirası dalgalanmaya bırakılınca, yalnız yüksek enflasyonun değil, yüksek faiz politikasının da kıskacına girdi.

Bir yandan enflasyon, öte yandan faizler sürekli yükselirken, toplumca çok ağır bedeller ödenmişti.

Tam “Enflasyonla yaşamaya alıştık” diye sevinildiği ve enflasyonla mücadele etmeyi akıldan bile geçirmeyenler, Türkiye’nin 10 Aralık Helsinki zirvesinde, AB’ye aday ülke kabul edilmesi ile beraber, düzenleri yeniden altüst oldu.

Türkiye IMF’le imzaladığı Stand-by andlaşması uyarınca, gerek Bankalar sisteminde, gerekse enflasyonla mücadele çerçevesinde atağa kalkınca, aynı para birimini kullanan Kuzey Kıbrıs’ta deprem olmuştu.

Bankalar bir bir teslim bayrağını çekerken, Maliye Bakanı ile Merkez Bankası hiçbir ciddi tedbir almayı düşünmedi.

Tam tersine, yangının üstüne körükle gitti ve tutarsız demeçlerle paniği büyüttü. Mesele şuydu: Kuzey Kıbrıs ekonomisi Türkiye’ye entegre edilmişti ve Türkiye’deki sorunlar Kuzey Kıbrıs’ı vurmaktaydı. Türkiye ekonomisinin yükünü, Kıbrıs Türk’ünün cılız omuzlarının kaldırmasının mümkün olmadığını “Entegrasyoncular olarak” hesaplamaları gerekiyordu.

Tabi yalnız bankalar değil, ekonominin kurtulmasının yolu, süratle TL’den kurtulup, daha istikrarlı bir para birimine geçmekle mümkündü(12). Bu kriz sırasında ekonomistler faizleri %9’a çekip, bankalar sayısını azaltmak ve kambiyo yasasında yapılacak değişikliklerle, paranın yurt dışına kaçışını önleme önerileri de yapıyorlardı ama atı alan Üsküdarı çoktan geçmişti. Bu arada mali sıkıntı içerisinde bulunan bankalara devlet 6 milyon dolar yardım yapmaya karar veriyordu ama bu da boşunaydı(13). Banka iflasları son hızla devam edecekti.

“Kriz” esnasında ve sonrasında trilyonlarca lira küçük yerel bankalardan İş Bankası, Ziraat Bankası ve Halk Bankası gibi Türkiye Bankalarına kaymıştı. Binlerce insan faizden feragat etmiş, Türkiye’de 60’lı yılların başlarından beri sık sık başvurulan bildik bir operasyonun uygulanmasından başka bir kurbanı olmamıştı. Zaten bunca yıldır normal şartlara geçmeyen ayakları üzerinde duramayan “KKTC”de para ve güç odakları ve karar merkezleri, şimdi herzamankinden daha da çok TC’deydi.

Öyle görünüyordu ki, Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nde ortaklık Kıbrıslırumlar ile Kıbrıslıtürkler arasında değil, K. Rumlarla Türkiye arasında olacaktı(Nitekim öyle de oldu zaten)(14). Her geçiş sancılı ve sarsıntılı olur ve her geçiş sürecinde bu tür sancılar yaşanır. Sermaye birikimi onu gerektirir. Kapitalist sistemde sermaye birikimi, esas itibarıyle, emeğin sömürülmesinden kaynaklansa da, bu meyanda, küçük esnaf, zanaatkar ve köylülerin mülklerini(ve bu arada tasarruflarını) tırpanlamak da sermaye birikiminin ‘olmazsa olmaz’ şartıdır.

Bu kadar baskı ve ekonomik sorunla başedemeyen halkta Güney Kıbrıs’a kaçıp iltica etme isteği da ağır basmakta ve o sıralarda bu eylemin Türkiye ve Kıbrıstürk egemenlerinin menfaatlerine uygun düşmediği de ortadaydı(15). Ülkedeki banka krizinin boyutlarının nereye kadar dayandığı henüz kesin olarak bilinmemekle birlikte, bunun Kıbrıstürk halkına karşı bir komplo olup olmadığı da tartışılmaktaydı(16).Banka krizinden bu yana ülkedeki TC bankalarına son bir ayda 50 trilyonun üstünde bir mevduat yatırıldığı bildiriliyordu. Yerli bankalara güveni kalmayan yurttaşlar, mevduatlarını hızla TC bankalarına kanalize ediyorlardı.Türkiye’ye giden 50 trilyona karşılık ise, Türkiye’den KKTC’ye “yardım” adı altında aktarılan para 15 trilyon bile değildi.Bu arada bankalarda yitirilen paraların yekün miktarı 70 trilyona çıkmıştı.Sağcı hükümet bu arada bankaları birleştirmeye çalışıyordu. Ama artık siyasiler de kabul ediyordu: Ekonomi dibe vurmuştu…Esasında şu da gerçekti o günkü banka krizlerinin arkasında statükonun yani Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki kurduğu rejimin büyük bir etkisi vardı. Ve bu sırada kapanan bankalardaki personelin işsiz kalması dolayısıyla bu bankalarda da grevler başlamıştı. Bankalarda yapılması gereken işlemler tamamıyle durmuştu. KKTC’nin “ Korsan Ada” kimliğinin en son örneği, Türkiye’de devletin el koyduğu beş bankanın adadaki uzantılarının bulunmasıydı.

Orada şube açan ve bir yılda 20 trilyon toplayan bir bankanın aslında “sanal” olduğu anlaşıldı. Uluslararası hukukun denetiminden uzak yaşayan bir mikro devletin bankacılık konusundaki hali diğer tüm alanlardaki durumunun da bir göstergesiydi(17).

Tüm bu ekonomik sorunlar olurken Türkiye’nin rakı ve süt ürünlerine de gümrüklerde ambargo uyguladığı ortaya çıkıyordu(18). Özelleştirme temayüllerine karşı sendikalardan eylemler ortaya çıkarken toplum içerisinde tepkinin KKTC hükümetine değil ama doğrudan doğruya Türkiye’ye karşı olmasını isteyen talepler de yükselmekteydi(19).Bankalarda paralarını yitiren bankazadelerin hemen hemen her gün yürüyüş ve eylem düzenledikleri bu insanların sayısının yaklaşık olarak altmışbin olduğu söyleniyordu(20). Türkiye’nin özelleştirme paketine karşı ise örgütlerden gün geçtikçe tepkiler daha da yükselmekteydi. Pakete karşı eylemler siyasi bir boyut kazanmaya başlamıştı. Çoğunluğu federasyon ve Avrupa birliği üyeliği talep eden yurttaşların özgür iradesinin yansımadığı dolaylı Kıbrıs görüşmeleri Cenevre’de sürerken, Kıbrıs’ta da Ankara’nın dayattığı yıkım paketine karşı tepki ve eylemler giderek farklı bir boyut kazanıyordu…41 örgüt temsilcileri Lefkoşa’nın 4 ayrı bölgesinde düzenledikleri protesto eylemlerinde “Bu memleket bizim” pankartını öne çıkardılar(21).

Aşağıda Avrupa Gazetesinde çıkan yazı Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik yapısını da yansıtmaktadır(22):

“…KKTC’nin Cumhurbaşkanı,başbakanı, parlamentosu bile var. Ama Emniyet teşkilatı Başbakanlığa bağlı değil. Bütçesini kendisi değil, Türk elçiliği hazırlıyor. Kıbrıs Türkünün levantenliğine yatırım yapan Ankara kendisine bağımlı hale getirdiği Kuzey Kıbrıs’ta “parayı veren düdüğü çalar” politikasını artık meşrulaştırmış durumda. Kıbrıslı Türk politikacılar cami önünde dilenciler gibi ikide bir Ankara’nın yollarına düşüyorlar. Peki ekonomi nasıl işliyor Kuzey Kıbrıs’ta?”

 

POLİTİK ETKİLER

Bu arada Kıkbrıs’taki despotizm de halka karşı baskısını göstermek için daha fazla muhalif unsurlara karşı bir yıldırma harekatına girişmişti. 1974 yılında Kıbrıs Türk halkını kurtarma amacı güderek Kıbrıs’a müdahalede bulunanlar artık topuz olarak aynı halkın kafasına inmeye çalışmaktaydılar. Daha fazla yeni yeni çıkmaya başlayan ve gerçekten keskin bir sol politika uygulayarak tabuların üzerine giden Avrupa gazetesi önce Kıbrıs Türk liderliği yani Denktaş daha sonra da bilhassa Kıbrıs’taki esas güç tarafından yıldırılmaya çalışılacaktı. Gazeteye açılan davaların haddi hesabı bilinmiyordu. Avrupa Gazetesi 10 Aralık 1999 tarihli sayısında şunları yazmaktaydı:

“Avrupa” Askeri Mahkemede Yargılanacak: 1 Günde 69 Dava

“Aslında “Esir kamplarının” olağan durumunu hepimiz biliyoruz.

“Avrupa”ya bir günde tam 69 dava bu olağan durumda tebliğ edildi. Dünyada ilk kez, bir gazeteye bir günde tam 69 ceza davası tebliğ ediliyor. Bu davalar, askeri mahkemede görülecek davalar…Ve “Avrupa”nın suçu büyük…Sade bir vatandaşın konut dokunulmazlığı hakkını, komutana rağmen savunmak az suç mu?”(23)

Bu arada egemenler işi oldukça azıtmışlar ve ısrarla Kuzey Kıbrıs’ta acil olağanüstü hal ilan edip özgürlüklerin askıya alınmasını talep etmekteydiler. Bu harekat Kıbrıs’ta devam ederken İngiltere’nin en büyük sendikal federasyonlarından “UNISON” gazeteye destek belirtmekteydi(24). Esasında Kuzey Kıbrıs’taki muhalif otoriteler bu olanları Türkiye’nin Denktaş’a verdiği misyondan kaynaklandığını düşünmekteydi. Yıllarca , Kıbrıs kartını, Denktaş’ın gerilim politikası sonucu, başarıyla kullanan Türk Dış Politikası, bu arada Denktaş’a da bilerek ya da bilmeyerek, Türkiye kamuoyunda büyük bir itibar ve güç de kazandırmıştır. Avrupa Gazetesi’nin bazı davalarından ötürü mahkeme tarafından 125 milyar TL cezaya çarptırılması da halkta ve muhalif partilerde de büyük bir tepkiye neden oluyordu(25).

Cumhuriyetçi Türk Partisi(CTP) Başkanı Mehmet Ali Talat Mahkeme kararının basın özgürlüğünü tehdit ettiğini vurgulayarak, “Avrupa gazetesine açılan dava milyarlarca para cezasına ulaşmış olan tazminat kararının, basın özgürlüğünün üzerinde büyük bir ağırlık oluşturduğunu herkes görmelidir” diyordu(26).Polis ve savcılık daha sonraki günlerde Avrupa gazetesinin bilgisayarlarına el koyarken bu defa da matbaasına el koyma hazırlıkları içerisine girmişti(27).

Bu arada belirtmekte yarar vardır, UBP-TKP (Ulusal Birlik Partisi-Toplumcu Kurtuluş Partisi) Koalisyonu sırasında Başbakan yardımcısı Mustafa akıncı İle Türkiye Ordusu’nun Kıbrıs’ta görevlendirdiği Güvenlik Kuvvetleri Komutanı(GKK) arasında devletin sivilleşmesi konusunda tartışmalar başlamıştı.Polisin hükümete bağlanmasını isteyen Mustafa akıncı’ya TC’li Tuğgeneral Özeyranlı “Demokrasiyi abur cuburla karıştırıp yerseniz gaz yapar” demekteydi(28). Bu olaylar tartışma ve atışmalarla devam ederken on sendika Özeyranlı’nın yaptığı açıklamaları “demokratik teamüllere ve barışa darbe” olarak nitelemekteydi(29). Bu gelişmelerden sonra Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı Avrupa Gazetesi ve yazarlarına karşı harekatını başlatmış ve onları tutuklayarak casus oldukları yönünde suçlamalarda bulunmuştu. Gazetenin yazdığına göre Avrupa Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Şener Levent, öğle saatlerinde gazete idarehanesindeki odasından, “biraz sonra gelirim” diyerek ayrılmış ve bir daha geri dönmemişti(30). Tutuklama emri toplumun tümüyle bu olaya tepkisini çekmişti. Aralarında Cumhuriyetçi Türk Partisi ve Yurtsever Birlik Hareketi’nin de bulunduğu 19 örgüt, Tuğgeneral Ali Nihat Özeyranlı’nın görevden alınmasını talep ederk Türkiye’ye şunları bildiriyordu: “Genaralini Geri Al…” Kıbrıs Türk toplumu bu tutuklamalara o kadar tepki duyacaktı ki 20 temmuz gecesi yaklaşık 20,000 kişi Lefkoşa’da toplanarak olayı protesto ederken Radikal Gazetesi, ‘Şener Levent’in tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığı casusluk komedisi ve sivilleşme tartışmalarının ardından binlerce kişinin katılımıyla önceki gece düzenlenen “Bu memleket bizim” mitinginin yankısı, “resmi kutlamaları gölgede bıraktı”’ diye yazıyordu. Yine o günlerde Türkiye Genel Kurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun TC Başbakanı Ecevit’e “Tuğgeneral Özeyranlı bireysel hareket etmiştir. Gazeteciler hakkında kanıt yok” diyordu(31).

-Devam Edecek-

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin