arşivUlus IrkadKıbrıs'taki 2000'li yılların başlarındaki başkaldırının ekonomik-sosyal ve politik etkileri -2- Ulus Irkad
yazarın tüm yazıları:

Kıbrıs’taki 2000’li yılların başlarındaki başkaldırının ekonomik-sosyal ve politik etkileri -2- Ulus Irkad

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Siyasette ve yaşamın bütün alanlarında hesapların Avrupa Birliği üzerinden yapılmaya başlandığı son dönemlerden bu yana, Türkiye Cumhuriyeti ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilişkilerinde farklı ve ilginç yaklaşımlarla karşı karşıya bulunuyorduk… AB hedefinin her iki ülkede de geniş kitleler tarafından talep edilirliği, geleneksel siyasetin yapı taşlarını yerinden oynatıyordu…21. yüzyılın dünyada ve zihniyetlerde küresel anlamda yaptığı değişimler bir yandan, Türkiye’deki 3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı yeni siyasal tablonun yarattığı dinamizm öte yandan, artık kimi tabular tartışılır hale geliyordu…Kıbrıs ise tartışılmakta olan bu tabular içinde en fazla dikkat çekeni oldu…

Bugüne kadar “Milli Dava” kutsiyeti ile adeta aşkın bir konumda tutulan ve üzerinde sadece resmi görüşler ve siyasi kişiliklerle sınırlı olarak konuşulan ve yönlendirilen (farklı düşünce ve görüşlerin ısrarla görmezden gelindiği) Kıbrıs Sorunu’nun, gerek Türkiye ve gerekse Kuzey Kıbrıs cephesindeki zincirlerinin çözülmesi ile aralanan kutsiyet perdesi, kırk yıllık davayı çok farklı biçimlerde tartışılır hale getirerek, kamusallaştırdı…TC medyasının geniş katılımlı ve alışılmış “Anavatan-Yavru vatan” söylemleri dışındaki değerlendirmelerine, yeni sivil siyasetin de hamaset ve geleneksel siyasi argümanlar dışındaki (samimiyet ve gücünün ne olduğu henüz yeterince anlaşılamamış olsa da) ‘sorun ve çözüme’ yönelik olarak farklı yaklaşımlarla katılması, bugüne değin yazılmayan birçok sözü de söylenilir hale getirdi. Sanki baskı altında tutulan kolektif bilinçaltı çözüldü ve sadece bastırılmış görüşler değil, duygular da açığa çıktı..’Neden’ler, ‘niçin’ler, ‘sorun’lar ve ‘sorumlular’ irdelenir ve hesaba çekilir oldu. Sözün kısası Kıbrıs ile ilgili Pandora Kutusu açıldı, bütün taşlar yerinden oynadı ve yeni siyasi saflaşmalar gündeme geldi..(3)

Ortaya çıkan bu yeni tabloda en ilginç olan gelişme ise Kuzey Kıbrıs cephesinde yaşananlar. Yıllardır seslerini yeterince duyuramamaktan ve özellikle Türkiyeli aydınlar tarafından anlaşılamamaktan mustarip olan Kıbrıslı türkler, her geçen gün daha da genişleyen ve güçlenen tepkilerine, ilk kez bu denli yanıt bulabilmenin –aynı anda geleneksel kesimler tarafından da ilk kez bu denli insafsızca suçlanmanın ve aşağılanmanın-şaşkınlığını yaşıyorlardı. Bugüne kadar ‘millilik’ kutsiyetiyle dokunulmaz kılınan ve hatta “Türk Ceza yasası Ön Tasarısı içinde, Türkiye Cumhuriyeti resmi politikasını savunmaya yönelik olarak hazırladığı ‘koruyucu maddeler’ ile hukuki anlamda da koruma altına alınan” Kıbrıs davası’nın kazandığı bu yeni görünüm, tartışmanın tarafları arasında gerilimli ilişkilere yol açmaktan da geri kalmıyordu. Bir yandan zihniyet karmaşası, öte yandan duygusal tepkisellik, bunca zaman hem gözlerden sakınılan ve hemen her derde deva hazırda tutulan bu nadide ‘kutsal dava’nın muhayyel ve mucizevi sırlarını döküyordu.

Özellikle Kıbrıslı Türklerin giderek artan geniş katılımlarıyla meydanları doldurarak ortaya koydukları ve “Bu memleket bizim” diyerek sahiplenmeye çalıştıkları siyasi iradeleri; “Tek Adam-Tek Lider” anlayışıyla yürütülen davada artık göz ardı edilemeyecek bir mahiyet değişikliğini zorlarken, aynı anda bu geleneksel anlayışı sürdürmek isteyenlerin hışmına da uğruyordu. Bu çok “mülkiyetli davada” şimdiye kadar sadece elinden tutulup yönlendirilmesi gereken bir mahalle halkı gibi algılanan Kıbrıslı Türklerin, Kıbrıs Sorunu’na (bu aynı zamanda onların geleceğidir) siyasi aktörler olarak müdahil olmaya kalkışmaları ve hele bu kararlılığı yüksek sesle dile getirmeleri, onları hayatiyeti olan ‘özne’ler değil, cansız ve kurbanlık ‘nesne’ler halinde tanımlamaya alışkın siyasileri ve toplum mühendislerini adeta çılgına çeviriyordu. Böyle bir durumda, bu densizliğe müdahale ve bunları yapanları hizaya getirme ise artık bir farz oluyordu.

Neredeyse tek tek bütün Kıbrıslı Türklerin BM genel Sekreteri Kofi Annan’ın hazırladığı çözüm paketini müzakereye ve imzalamaya değer bularak, çözümsüzlüğün behemehal aşılması ve AB’ye girilmesi yönünde fikir beyan etmeleri, yapılan anket çalışmalarında bu beyanlarını çok yüksek oranda teyit etmeleri, bu oranların hemen bütün yaş ve meslek gruplarında aynen tekrarlanması ve asıl muhtemel ‘yer değiştirme’ ve ‘toprak’ tavizini gerekli kılacak bölgelerde yaşayan insanların da benzer yaklaşımlarda bulunmalarına, Türkiye’nin çeşitli kentlerinde ne ‘bir karış toprak’ ve ne de ‘bir tek çakıl taşı’ bile verileceğinin haykırıldığı mitinglerle, üstelik Kıbrıslı Türklerin esenliği adına (yoksa hizaya getirmek adına mı) karşılık verilmesi; keza çeşitli televizyon programlarına konuşmacı olarak katılan ve görüş beyan eden KKTC muhalefet liderlerinin ipliklerini pazara çıkarmak için gösterilen işgüzarlıklar, serdedilen ağza alınamayacak küfürler ve insafsız suçlamalar yapılması bu garabetin sadece birkaç örneğiydi. Yine Rauf Denktaş’ın onbinlerce Kıbrıslı Türk tarafından istifaya davet edilmesi ve artık halkını ve onun çıkarlarını temsil etmediğini söyleme cesaretinde bulunmaları karşısında ‘ihanet’, ‘nankörlük’ , ‘Rum Uşaklığı’ ve benzeri envai çeşit nitelendirilmelerin ve yine üstelik Kıbrıslı Türklerin (!) adına yapılması da bir başka alemdi. Egemen mentalite geçmişi bugünün üzerinde bir ipotek olarak algılamaktadır. Yarınlara doğru yeni adımlar atamıyorlar. Toplumsal hafızada yer alan korkuları, kötü hatıraları tekrar tekrar kazıyarak yarının kaçınılmaz tekrarları gibi sunuyorlardı. Gelecek hayalinin tarihi belirlemesine değil, geçmişe ait kötülüklerin geleceği belirlemesinde ısrarcı oluyorlardı. Bu yüzden zamanları karıştırıyorlar ve yeni zamanların ihtiyaçlarını anlamıyorlardı. Böyle olunca da zihinleri karışmış zavallı Kıbrıslı Türklerin, “Çözüm ve AB” temelinde ifade ettiği siyasi tavrını, geçmişin inkarı, unutkanlık ya da ihanet olarak değerlendirmekte hiçbir beis görmüyorlar, aksine bütün bunları düzeltmenin ‘tarihi’ sorumluluğuna soyunarak, tarihin kendisini istismar ediyorlardı.

 

EKONOMİK VE SOSYAL ETKİLER

1990’lı yılların sonlarına geldiğimizde 1974 sonrası yaratılan üretim kapasitesinden yoksun ekonomi artık fire vermeye başlamıştır. 1974 yılında çalıştırılmaya başlanan Sanayi Holding,ETİ, Turizm İşletmeleri, Cypruveks, Süt Kurumu, Toprak Ürünleri Kurumu, Devlet Üretme Çiftlikleri ve nihayet Elektrik Kurumu satılığa çıkarılmıştır.Bunun üzerine o işkollarında bulunan emekçi sendikaları özelleştirmeye karşı çıkarak bunun vatan hinliği ile eş olduğunu söylediler(4). Sendikalar Türkiye’nin dayatmasının bunda söz konusu olduğunu iddia etmekteydiler ki burada oldukça gerçek payı da vardı. Sendika başkanlarına göre işçiler sokağa atılacak ve sonuçta da Kıbrıslı Türklere göç yollarının görüleceğini söylemekteydiler. Bu arada aynı tarihlerde öğretmenler grevi Kuzey Kıbrıs’ta büyük bir yankı yapıyordu(1997-98)(5). 21 Ocak 1998 Çarşamba günü 2000’e yakın öğretmen(ilkokul-ortaokul) maaşlarının azlığı dolayısıyla sürdürdükleri grev neticesinde bir sonuca gitmezken yürüyüşe geçerek ‘Başbakanlığa’ gittiler(6). Aynı tarihlerde maaşlara zam yapılmazken süt fiyatlarına büyük bir zam getiriliyordu.

Bu arada 1998 seçimleri kapıyı çaldığında baştaki etkin sağcı partiler UBP(Ulusal Birlik Partisi) ve DP(Demokrat Parti) 1974 yılından beri başvurdukları alışılmış taktiklerine yine başvurmakta ve ellerindeki Kıbrıslı Rum mallarını dağıtıp oy kazanmaya devam ediyorlardı. Hatta o günlerdeki gazeteler Güney’de mal bırakıp Kuzey’e geçen göçmenlerin mal sorunlarının çözülmediği konusunda yazılar da yazmaktaydı(7). Diğer yandan, güvenilir kaynaklardan alınan bilgilere göre, KKTC’de seçim sancısı içinde olan bazı yetkililer, Kuzey Kıbrıs’ta yağmalanacak daha neler olduğunu saptamak için gecesini gündüzüne katmış durumda bulunmaktaydı. Sadece Kuzey Kıbrıs’ın lideri olarak tanınan bir liderin bir yakını olarak tanınan bir zata 400 dönüm arazi dağıtılmaktaydı(8). Bu arada o tarihlerde yapılan araştırmalarda Kuzey Kıbrıs’ta evlenenlerin yaklaşık %50’si boşanmaktaydı. Evlenenlerin sayısı, her yıl ortalama bin kadar olduğu halde, boşananların sayısında yıllar itibarı ile büyük artış vardı.Devlet Planlama Örgütüne göre evlenenlerin sayısı 1983’de 1070, 1984’de 1139, 1985’de 1110, 1988’de 1070, 1991’de 1015, 1994’de 1096 ve 1996’da 1042 olarak belirlenmişti.

Oysa ki Mahkemelerin faaliyet raporlarında yapılan derlemelerde, boşanmalar hızla artıyordu. Bu raporlara göre, 1980’de 266, 1982’de 285, 1985’de 352, 1992’de 425, 1994’de 485, 1997’de ise 485 aile boşanmış durumdaydı. Bu durumda boşananların oranı evlenenlerin yaklaşık %50’si oluyordu.

Bu bilgilerden hareketle ekonomik sorunlardan ötürü Kuzey Kıbrıs’taki aile kurumunda , ciddi bir rahatsızlık olduğunu ve geçimsizliklerin daha fazla ekonomik nedenlerden dolayı hat safhada olduğu söylenebiliyordu(9).

Bu arada 9 Şubat 2000, Çarşamba tarihli gazeteler 4 bankanın faaliyetlerini durdurduğunu ve bu bankaların mudilerinin Lefkoşa’da kitlesel bir miting yapacaklarını duyuruyordu(10) .Dört bankanın kapatılmasından 30,000 mudi etkilendi. Dört bankada toplam mevduat 60 trilyon TL idi. Bir gün sonraki gazetelerde bu dört bankadan onbinlerce mudinin yürüdüğü yazılmakta ve o gün bir bankanın daha iflas ettiği gazetelere yansımaktaydı(11). Esasında Kıbrıs Türk halkı, enflasyonla Kıbrıs Liraları yerine, Türk Lirasını kullanmaya başlayınca tanışmıştı.

DEVAM EDECEK

 

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin