Nitekim herkesin memleketi daha bir güzeldir kendisine göre…
Sırası geldiğinde hiç usanmadan anlatır da anlatır ya hani: sanırsın, dünyanın merkezinden bahsediyor…
Güneş oradan doğuyormuş gibi parlar gözleri. Ve övünür ay ışığının denize nasıl yansıdığından bahsederken… “Ay değil mübarek: elmas” dersin. O da ayın büyüsündendir galiba…
Sevgilisiyle geçirdiği vakitleri hayal ederken içi burkulur biraz ama şimdi başkası ile evli olduğu için değil elbette! Geçmişe karşı duyduğu özlemdir aslında her şeyi söyleten/ düşündüren…
O an öyle bir an ki: kimse anlayamaz onu…
Malum, kime nasip olmuş; dünyanın en muhteşem yerinde yaşama şansı…
Dinlerken hiç bölmek istemez insan; belki bazen sıkılır ama bölmez…
Onunla üzülüp, heyecanını paylaşmaya çalışır…
Sonra o heyecanın büyüsüne kendisi de kapılır ve o da bir şeyler anlatmak ister; Nereden girsem diye düşünür ve o an karşısındakinin anlattıkları üzerinde nasıl üstünlük kurabileceği düşüncesiyle bir duyguya kapılır…
***
Evet. Herkesin yaşadığı yer bir başka güzeldir… Tartışma kaldırmaz!
Hele de özlem duyan biri için bambaşkadır…
Fakat yaşadığı süre zarfında; hele de kendi ülkesinde yaşıyorsa, ne acıdır değerini bilmez ne yaşadığı coğrafyanın ne de insanlarının…
Koskoca bir ömür çürütür: yine de düşünmez…
Düşüneni de küçümser değil mi? Hatta bazen alay da eder.
Evet, böyledir insanoğlu: Arabada seyahat ederken yediği yemişin kâğıdını fırlatır atar camdan dışarı, ya da otobüste giderken burnunu karıştırır, kimse görmeden ve fakat çaktırmadan etrafına bakarak; bir öndeki koltuğun bir köşesine siler elini…
Böyledir insanoğlu: Hep bir şeylere özlem duyar ama yinede değişeyim demez/ diyemez ki… Bir şeyler mani olur buna/ düşündürmez onu; ne kadar adaletsiz bir dünya olsa da her zaman yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardır…
Üzülür belki ama hep ayni bahanenin arkasına saklanır; “böyle gelmiş böyle gidecek” demek daha çok işine gelir…
Hiçbir şey o sorumlulukların önüne geçemez. Alıştığı için -ben monoton, siz düzenli deyin- bu hayata: Ne Afrika’daki pet şişeden gemi yapıp hayvan pisliği içinde yüzdüren çocuklara üzülür; ne de Filistin’de akşam eve iki lokma ekmek getirmesini beklerken, babasının ölümün haberini alan çocuğun hayatını…
Doğruya televizyon belası var birde; insanları kendisine kilitleyen, dünyanın pisliklerini saklayabilmek adına olanca saçmalıkları barındıran pezevengin icadı!
***
Üç-dört gün önce yine o kahrolası makinelerden; birilerinin istediği şekilde izledik Japonya’daki Tsunami felaketini…
İstisnasız her kanal dizilerin arasına sıkıştırmayı başardı bu ‘doğal afet’i…
Birisi sayısı bilinmeyen ölülerden bahsetti; öteki maya takviminden…
Bu takvim-i maya konusu çok muhatabım olmadı bu kadar zaman; bundan sonra da olmaz herhalde… Bildiğim kesin bir şey varsa o; bu felaketlerin yaşanacağına dair onlarca defa yazılıp/ söylendiğidir…
Yine ekranlarda ya aşağılayıcı bir şekilde/ ya da marjinalleştirilerek/ basitleştirerek hedef gösterilen birileri vardı ve bir şeyler söylüyordu…(*)
Her söylenene inanmayın diyordu…
Her gördüğünüze de inanmayın diyordu…
Fakat her zaman; ağır demir kapılar acımasızca kapandı bu insanların suratına… Ve sonrası mapushane akşamları…
Darağacında/ işkence hanelerde yitirilenlerin dışında…
***
Belki kimisi öldürüldü kimisi de hala içerdedir ama sonuç değişmedi…
Hala bizi evcilleştirmeye çalışan bu vahşi kapitalist-emperyalist güçler bir taraftan, kaynakları dengesiz bir şekilde sömürürken; diğer taraftan silah üretiminde kullanılacak kimyasal maddelerin okyanusların dibinde tatbikatını yaparak; doğayı alt-üst ettiğidir tek gerçek…
Amaç ise güçlenerek dünyadaki hâkimiyetini sağlamak…
Sonrasını da şair ekledi zaten;
“Peynir ekmek değil ama acı su bedava
Kelle fiyatına hürriyet/ Esirlik bedava
Bedava yaşıyoruz dostlar bedava”
***
Bu kahrolası televizyon yayınlarını bize izleten aynı güçler olduğundan dolayı, bu felaketlerin sonucunda kendilerinin de büyük payı olduğunu söylemezler doğal olarak! Ne ben yaptım derler aslında; ne de yapmadım…
Felaket başa çöreklendik ya; sonra her şey olup-bittiye getirilmişti zaten…
İzlerken, arkasından üzülmekten başka bir şey yapamadığımız cesetler ve tehlikede olan ülkelere yapılan çağrılar kalır geride…
İleriye dönük bir şeyler söylemek gerekirse: “İnsanoğlunun artık düşünmeye başlaması gerekiyor! Kurtuluşu kendi elindedir!” de demeyecektir…
Sadece “ayvayı yediniz haberiniz olsun” deyip geçiştirilecek…
Ey zat-ı muhterem “Sorumluluk”larından birazcık da olsa kafanı kaldırıp etrafına baksan ya; geleceğe miras bırakacağın güzel bir dünya hala mümkün…
* Bir çok gazetede veya efendilerin demeçlerinde bir marjinal sıfatıdır aldı başını gidiyor. Bu “Marjinal”leştirilen grup zaten yıllardır ne zaman hak aramaya kalksa, önceleri Moskova’ya gönderildi; şimdilerde ise ya provokatör olarak toplumda hedef gösterilmeye çalışılıyor ya da görmezden gelinerek yokmuş gibi davranılıyor. Bu konu zaten başlı başına eyleme geçen bu kitlelerin şikayetleri ile bağlantılıdır… Çünkü demokratik bir ülkede; toplumun ister tek bir bireyi olarak; isterse de çoğunluğu bakımdan dile getirdiği bir şey varsa görmezden gelinemez. Demokrasi zaten temelde insanların haklarına hitap eden bir yönetim şekli değildir. Aksi takdirde basının gündemini meşgul eden kimin neresinin açıldığından ziyade; yiyecek ekmek bulamayan emekçi olurdu…